II. Bölüm
Dinlemek için:
1.
2.
İndirmek için
1. mp3, 23 Mb.
2. mp3, 25 Mb.
6-7 Eylül Belgeseli I. Bölüm'ü okumak için tıklayın.
6-7 Eylül Belgeseli III. Bölüm 'ü okumak için tıklayın
Ömer Madra: Konsoloslukların ve Fahri Çoker arşivi gibi çeşitli kişilerin kaynakları var. Bunlar üzerinde konuşabilir miyiz?
Dilek Güven: Tabii ki. Tüm kaynaklara elbette kuşku ve şüpheyle yaklaşmak gerekiyor, bir tarihçi olarak ilk öğrendiğimiz şey bu. 6-7 Eylül olayları da tabii ki hassas bir konu olduğu ve bugüne kadar üzerinde çalışılmadığı için ben de farklı kaynakları karşılaştırıp ipucu edinmek istedim. O yüzden hem Almanya Dışişleri Bakanlığı'nın arşivini, hem İngiltere'nin, hem Amerika'nın, hem de Fransa Dışişleri'nin arşivlerini, belgeleri kullandım. Bu ülkelere gittim ve bu olaylarla ilgili ne gibi raporlar var diye araştırdım, çünkü eğer Amerikan arşivinde bulduğunuz bir belge ile Alman arşivinde bulduğunuz bir belge aynı ise, bunun doğru olması ihtimali tabii ki daha yüksek. Özellikle Türkiye'de, diğer başka ülkelerin dışişleri arşivlerine şüpheyle yaklaşılır, fakat şunu da unutmamak gerekiyor, bu arşivler buradaki konsolosluklar tarafından yapılan raporlardan oluşuyor ve bunların bir amacı da, diyelim ki İngiltere'den bir politikacı Türkiye'yi ziyaret ettiği zaman ülkenin ekonomik ve politik durumu hakkında bilgi vermek. Yani konsoloslukların oraya gönderdiği raporlar emin oldukları veya gerçeğe yakın raporlar olmalı. Tabii ki ben şanslıydım, Tümamiral Fahri Çoker bu olayları en yakın yaşayan insanlardan biriydi ve elindeki belgeler de bu devlete ait olan belgelerdi; bunları diğer kaynaklarla karşılaştırdığımız zaman aynı bulgular var. O yüzden özellikle kaynak bakımından şanslı bir çalışma oldu diye düşünüyorum. Çünkü bu yazılı kaynakların yanında bir de mülakatlar var, hem mağdurlar, hem de bu olaya bir şekilde iştirak etmiş insanların mülakatları var. Bu da önemli diye düşünüyorum.
ÖM: Olayın spontane değil de, planlanmış olduğunu gösteren şeylerden biri de kullanılan aletlerin, kaynak makineleri gibi, önceden hazırlanmış olması.
DG: Başka türlü kepenkleri kıramıyorsunuz zaten, dükkânlara ulaşma imkânınız yok, bu da fotoğraflarda var.
Mihail Vasiliadis: Demir kesen makaslar, vs. her türlü alet var.
DG: Evlerin tahribi de öyle, evlerin önüne kamyon dolusu taş geliyor ve ilkönce camlar taşla indiriliyor. O taşlar tabii dükkânlarda bir işe yaramıyor, ondan sonra kapılar kırılıyor ve içeri giriliyor.
ÖM: İstiklal Caddesi'nde, Tahtakale'de kayalar bulmak pek mümkün değil. Benim, sizin çalışmanızı okurken en çok ilgimi çeken şeylerden birisi de, oradaki yaralanmalara, vs. karşı tedbir olarak düşünüldüğü anlaşılan ilk yardım çantaları var.
Avi Haligua: Bu ilk yardım malzemelerini, baştan verilmiş olan insanlara zarar verilmemesi kararı nedeniyle mi taşıyorlar acaba? Yoksa kırıp dökerken kendileri de yaralanacak diye mi?
"Yaralılarla ilgili verilen rakamlar, 300 ile 600 arasında değişmektedir ve bu rakamlar yalnızca mağdurları değil, yaralanan suçluları da kapsamaktadır.[1] Tahrip aşamasında, saldırganların bir kısmı yanlarında ilkyardım malzemeleri bulundurmuştur. Ellerinde tentürdiyot şişeleri ile halkın arasına karışan kişiler, yaralı olup olmadığını sormuş; arabalar, sadece yaralı göstericileri hastaneye götürmüştür." [2]
ÖM: Yağma yönteminin ya da tahribat yönteminin de aynı şekilde kentin her yerinde gerçekleştirilmiş olması, bunun önceden iyice planlanmış olduğunu ortaya koyan kanıtlar da var herhalde?
MV: Yağmalama planda yoktu herhalde, tahrip vardı, çünkü yağmalayanlar arasında bir olay biliyorum; bir kaç sene sonra Anadolu'da askerlik yapan bir arkadaş bir adamın evine gidiyor ve orada bir yerde bir yığın kadın ayakkabısı görüyor. "Nedir bunlar?" deyince, "Bırak yahu, satacaktık ama olmadı" diyor adam. "Niye satamadın?" "Hepsi sağ ayakmış!" diyor. Vitrini kırıp ne bulduysa alıp götürmüşler, halbuki diğer tekleri içeride.
DG: Çok yerde eski ayakkabı yığınları da varmış o günlerde, çünkü ayakkabıları çıkarıp, yenilerini giyip gidiyorlarmış.
AH: Fotoğraflarda bir çok kadın var, iki yönlü olarak bizi düşündürmüştü; bir yandan kadınların yağmanın içinde yer almış olması ilginç geldi, bir yandan da yeni paltolar giymiş, yeni ayakkabılar giymiş kadınlar vardı. MB: 2-3 kat üst üste giyinmişler. Tümamiral Fahri Çoker arşivinden, 6 Eylül 1955, İstanbul
DG: Tabii bu olaylar organize olaylar, 20-30 kişilik gruplar var, bir de tabii ki onun dışında, o olayları görüp katılanlar da var. Mesela fotoğraftaki kadınlar büyük bir ihtimalle o gruba ait. Çünkü çok şık gece kıyafetleri var. O düşüncede olup, onu gerçekten halktan bir ayaklanma diye düşünüp olaylara katılanlar var. Olaylara reaksiyon olarak, Müslüman Türk kesimden gayrimüslim komşularına yardım edenler de var.
MV: Çok vardı.
DG: Ama "şu apartmanı unuttunuz, burada Ermeniler var" diyenler de var. İkisi de var.
ÖM: İnsanlık halleri yani?
DG: Tabii. Daha yeni duydum, Ermeni Nubar Bey anlatıyor; "toz duman içinde, 14-15 yaşında, birlikte oynadığım arkadaşlar, her gün pasta aldığımız pastaneyi yağmaladılar o gün" diyor.
"Bizim sokağımızda şoför Nusret yaşardı. O gün 40 kişilik bir grup bizim evlere doğru gelmeye başladı. Nusret bunların önünü kesti ve ne istediklerini sordu. Onlar Rumların evlerine saldıracaklarını söylediler. Nusret, burada Rumların oturmadığını söyledi. Gruptan birkaç kişi yine de yürümeye devam edince Nusret bağırdı ve ancak onun cesedinin üzerinden yollarına devam edilebileceğini söyledi. Ve grup hemen geri döndü. Nusret, 50 metrelik bir sokağı kurtarmıştı. Yan sokakta ise arkadaşım Zafer'in teyzesi Rum komşusunun kapısına dikildi ve adamlara şöyle dedi: 'Pavli Efendi'nin evine girmek için ilk önce bana saldırmanız gerekir.' Adamlar hemen geri döndüler. Bu sokaktaki 60 Rum evinden sadece ikisi tahrip edilmişti." [3]
Yine diğer Türk komşuları, saldırı yapılacağına dair dedikodular çıktığında ve saldırı sırasında, gayrimüslimleri kendi evlerinde saklamışlardı. Tophane'den Şükrü İ., 6 Eylül günü, alt katlarda oturan iki Rum komşusunu kendi evine saklamış ve üst katlara çıkan saldırganları da ancak havaya ateş açarak kovalayabilmişti.[4] Bazı Müslümanlar, ellerindeki Türk bayrağıyla mağdurların ev ve işyerlerinin önünde durmuş; buraları, sahiplerinin Türk olduğunu iddia ederek koruyabilmişlerdi.[5]
MV: Benim kanaatim, bu 6-7 Eylül olayları öyle münferit bir olay değil, 1908'den, veya 23'ten de diyebiliriz, bu yana azınlıklara karşı uygulanan baskı zincirinin bir halkası.
ÖM: Dilek Güven'in kitabındaki en önemli bulgulardan, gözlemlerden bir tanesi bu oluyor, yani olayların sadece o tarihteki Kıbrıs ya da Atatürk'ün evinin bombalanması gibi olaylara duyulan bir galeyanın ötesinde, tarih içinde sistemli bir etnik, azınlıklara karşı hem ekonomik hem de başka açılardan Türk milliyetinin ön plana geçirilmesi gibi bir amacı olduğu sonucu çıkıyor. Bunu söyleyebiliriz değil mi?
Bir mülakatta da Antonis Augustionis diyor ki:"belki 1000, 10 bin kişi, aşağı yukarı 20 kişiyi öldürdüler.... ellerinde kürekleri, kazma, çekiçleri evleri darma duman ettiler..... piyanoları, büfeleri kırdılar, bağırıyorlardı 'bugün malınıza yarın canınıza!' diye. Polisler nerdeydi?....."
Bunun istisnai olduğunu düşündürecek sebepler de var.
MV: Bence de öyle.
ÖM: Kitaptan çıkan, daha önceki konuşmalarımızdan da aslında böyle bir plana yönelik bir şey olduğunu gösteren bir şey yok.
MV: Korkutmak amacı var.
DG: Ürkütmek, korkutmak... Çünkü daha sonra olayların sebeplerine geçince de görüyoruz, orada önemli olan korkutup, ürkütüp göç etmeye sevk etmek.
AH: Biraz da Yunanistan'ı ya da İngiltere'yi sıkıştırmak gibi bir niyetleri de var mı? Yoksa sadece içerideki azınlıkları korkutmak mı?
DG: Aslında olayların sebeplerine baktığımız zaman göreceğiz, her ikisinin de rolü var, ama ana etken aslında göçe sevk etmek ve tabii ki ekonominin Türkleşmesi.
ÖM: 6 Eylül öğleden sonra başlayan ve 7 Eylül sabahına kadar süren olaylar...
DG: Gece sıkıyönetim ilan ediliyor.
"6 Eylül günü olayların başlamasından 2-3 saat evvel, saat 16.00'da Emniyet Müdürlüğü santralından 'akşam saat 5'ten sonra hiçbir memur evine gitmeyecektir' diye emir aldık. Ve biz bu emir üzerine bütün 5. Şube mevcudu ile dairede bulunduk. Saat altı-altıbuçuk sıralarında 'Beyoğlu yıkılıyor, kiliselere tecavüz oluyor, Yedikule'ye tecavüz oldu' diye karakollara haberler gelmeye başladı. O zamanki şube müdürümüz Celal Kosova Avrupa'daydı, onun yerine Necati Eğinç diye bir emniyet amiri bakardı. Bu efendiye ne yapacağımızı sorduk, 'ikinci bir emre kadar müdahale etmeyeceğiz' dedi. Biz kapıları kapatarak içeriye çekildik, 50 metre kadar karşımızda bu çapulcular gözümüzün önünde evleri, dükkânları yıkarlarken biz bunlara seyirci kaldık. Bize eğer emir verilmiş olsaydı 50-60 silahlı devlet polisi bu yağmayı hiç olmazsa önlemeye çalışırdık. Yukarıdan alınmış bir emir üzerine bu kadar polis muattal bırakılmıştır. Bina aleyh, bu evvelden bilinen ve emirle tertip olunan bir harekettir, bundan ibarettir." [6]
DG: Saat 12'de bu pasiflik bitiyor, hatta tanklarla ve İstanbul'un her tarafını sararak duruma el koyuyor güvenlik kuvvetleri ve ancak böyle durdurulabiliyor olaylar.
ÖM: Burada hasarı konuşmalıyız şimdi, fakat ondan önce, hükümetin ilk tepkisi ve Patrikhane'nin tepkilerine kısaca değinelim.
DG: Hükümet ilk açıklaması şöyle: "Kıbrıs'tan dolayı gençler heyecanlanıp bu olayları yaptı."
"Arkadaşlar polis güçlerinin saldırılardan daha önceden haberleri olmadığından bahsetti. Ben sadece şu kadarını söyleyebilirim: Hükümet önceden bilgilendirilmişti. Buna göre tedbirler de alınmıştı. Fakat, olayların hangi gün ve saatte çıkacağı bilinmiyordu. Tüm çabalara rağmen, baskın gibi gelişen olaylar engellenemedi. Hatırlarsanız, tarihte buna benzer çok olay olmuştur. En yakın örnek Pearl Harbour- Amerikan Silahlı Kuvvetleri'ne yapılan baskındır." [7] "İzninizle şimdi saldırıların kendisi hakkında konuşacağım. Kıbrıs meselesi nedeniyle tahrik edilmiş olan gençler ve vatanseverler, olayların çıkışından sorumludur. Özellikle gençlik, çok hırçın tepki vermiştir. Diğer taraftan basın provoke etmiştir. Selanik'te patlayan bombanın da haberi gelince, nihayet bir fırsat doğmuştur. Komünistler hareketin arasına karışıp gençlerin vatansever gösterisini kullanarak, yıkıp yağmalamışlardır. Çünkü komünistler, ayaklanmaları önceden planlamış ve şimdi de komutayı ellerine almışlardır. Bu olaylar aylar öncesinden planlanmış olmasaydı, böylesi bir saldırı mümkün olmazdı. [...] Saldırıların şekli ve hedefleri doğru incelenirse, burada söz konusu olanın yalnızca komünist bir komplo olduğu görülecektir." [8]
DG: Ondan sonra bundan vazgeçildi, çünkü tahribatın boyutu çok büyük olduğu için sadece öğrencilerin ve halkın tahriki ile olacak bir şey değil diye düşünülüp şöyle bir açıklama yapıldı: "Komünistler yaptı" denildi. Gerçekten de önümde 48 kişilik bir komünist listesi var ve bu liste ile Aziz Nesin, Kemal Tahir gibi insanlar tutuklandı.
MB: Hulusi Dosdoğru...
DV: Evet. Bir de tabii o dönem soğuk savaş var, buna müsait bir durum var. Daha sonra cezaevine konuldukları zaman oradaki subaylar da söylüyor, "biz sizin aslında suçsuz olduğunuzu biliyoruz ama yapacak bir şey yok." Çünkü orada okunan listelerde bazı isimler var, o isimler çoktan ölmüş veya olaylar sırasında askerde. Böyle komik durumlar oluyor tutuklamalardan sonra.
"KTC üyeleri tutuklandıktan sonra, adamlarımızdan birini gizlice Harbiye'deki hapishaneye soktuk. Dört ya da beş gün sonra, muhbirimizin raporu elimize geçti; buna göre, Orhan Birgit ve Hikmet Bil, talimat üzerine saldırılara katıldıklarını ve asıl sorumlu çevrelerin kendilerini şu anda desteklemediğini söylüyorlardı. Ayrıca, işin mahkemeye intikal etmesi durumunda, talimatları kimden aldıklarını açıklayacakları tehdidinde bulunuyorlardı." [9]
"Beni, Önal'ın evinde bir fotoğrafımı buldukları için tutuklamışlardı. Tutukluyduk gerçi, ama amaç hapishaneleri doldurmaktı. O yüzden tutukluluk koşulları çok sıkı değildi. Bir kütüphane vardı, bütün gün okudum. Polis müdürü, futbol oynamaya gitmemize bile izin veriyordu, giriş için para bile ödemiyorduk. Maçlara polislerin de bizimle gelmesi gerekiyordu, sadece bu isim listesine adımız yazılıyordu. Canımız isterse meyhaneye gidip rakı içiyor, kâğıt oynuyorduk. Bir polis memuru da bizimle geliyordu gerçi, ama geç olunca 'Hapishanenin nerede olduğunu biliyorsunuz nasıl olsa' deyip, evine gidiyordu." [10]
DG: Hükümet'in olaylara ilk tepkileri böyle. Zaten olaylardan hemen sonra 5 bin kişi tutuklanıyor ve bunlar arasında suçsuz insanlar çoğunlukta, hatta 1955 Aralık'ında da bu insanların çoğu serbest bırakılıyor; çünkü bunlar sokakta rasgele tutuklanmış insanlar, o gün gerçekten suçlu olanlar değil. Bunlar onların arasında ama çoğunlukla değil. İsterseniz biraz hasarı konuşalım bu olaylardan sonra ne olduğuna geçmeden. Hemen hemen 5 bin yapı tahrip edilmiş, 4 bini tahminen dükkân, bin kadar ev var, 80'in üzerinde kilise var, okullarda, mezarlıklarda da tahribat büyük. Burada gerçekten çok acı olaylar yaşanmış, mezar taşları kırılıyor...
Özellikle Şişli ve Balıklı'daki Rum-Ortodoks mezarlıklarına da zarar verilmişti.[11] Buralarda mezar taşlarının parçalanmasıyla yetinilmemiş, çıkarılan iskeletler de kırılmış ya da yakılmıştı.[12] Hatta bir olayda, henüz ölmüş bir kişinin bedeni mezarlıktan çıkarılarak bıçaklanmıştı.[13]
DG: Bu gibi olaylar var, söylediğimiz gibi yaralanma olayları az, emir böyle olduğu için. Ölü sayısı değişiyor 10-16 kişi kadar, bunların arasında korkudan, kalp krizi geçirerek ölenler var ama kasıtlı ölümler de var, sayı belli değil ama 100 bin kişinin katıldığını ve 5 bin binayı düşünecek olursanız yine de tabii ki ölü ve yaralama sayısı çok az. Zaten diyelim ki belirli bir sokağın başına bir kadın geçip, "buradan geçemezsiniz, ben izin vermiyorum Rum komşularıma saldırmanız" dediği zaman grup duruyor. Yani çok kolay ürkütülebilecek bir grup da...
"... tam karşılarında bir Rum evi var, o kadın fırladı evinden, kapının önünde böyle durdu 'beni vurursunuz, Pavli Efendi'nin de evini kırarsınız." 3
"Rum, Yahudi ve Ermenilere yönelik saldırılar sırasında çoğu durumda Müslüman komşuları, gayrimüslimleri korumaya çalışmışlardır. Saldırganlar bedensel zarar vermemeleri için talimat aldıklarından, küçük çaplı direnmeler bile şiddet olaylarını engelleyebilmişti. Örneğin Heybeliada'da (CHP üyesi) bir kadının saldırgan grubun karşısına dikilip, bulundukları caddede hiçbir eve dokunulmamasını istemesi yeterli olmuştu. Saldırganlar çekinmiş ve adanın başka bölümlerine yönelmişlerdi." [14]
DG: Çünkü emirle çalıştıkları için 'ölüm olmayacak, yaralama olmayacak' dendiği için çok çabuk ürkütülebilen bir grupla karşı karşıyayız. Kaynaklarda verilen bilgiye göre 60 milyon dolar zarar var...
"Kızılay, acil önlem olarak Beyoğlu'ndaki ihtiyaç sahiplerine kişi başına 20 TL tutarında nakit yardım, taş kömürü ve yiyecek dağıttı. Gerekli tamiratın yapılabilmesi için mağdurlara Belediye aracılığıyla çivi, boya ve pencere camı verildi.[15] Ne var ki, Parlamento'nun görünürdeki telafi çabalarını yasalaştıracağı beklentisi, önce karşılıksız kaldı. Tazminat, daha çok bir bağış kampanyası niteliğine büründü.[16] Günlük gazetelerde düzenli olarak, yapılan bağışlarla ilgili bilançolar yayınlanıyordu.[17] Burada dikkat çekici olan, Türkiye'deki yabancı firmalar kadar, azınlıklara ait olanların da listelenmiş olmasıdır. 9 Ekim 1955'e kadar yapılan bağışlar listesi incelendiğinde, 94 gerçek ve tüzel kişiden 42'sinin Türkiye'deki yabancı firmalar ya da Rum, Yahudi ve Ermenilere ait firmalar olduğu görülür.[18] İstanbul'daki Alman Başkonsolosluğu raporlarına göre, bu kaynakların sağlanmasında gönüllük esasından ziyade, komitenin baskısının etkili olduğuna dair kuşku yoktu. Bu bağlamda, söz konusu çevrelerde bir çeşit "Varlık Vergisi"nden de söz ediliyordu.[19] Yardım komitesine akan meblağlar, bağışta bulunanlar tarafından azınlık gruplarıyla dayanışmaktan çok, devletin gücüne duyulan bağlılığın ve vatanseverliğin bir göstergesi olarak algılanıyordu. Başbakan da, kendisine duydukları sempatiyi dile getiren ve güçleri elverdiğince telafi çabalarına katılmaya hazır olduklarını bildirenlerin telgraflarına boğulmuştu. Türklerin böylesi "alçaklıklarla" hiçbir ilgisi olmadığı kanıtlanmak isteniyordu.[20] Ayaklanmalara etkin biçimde karışmış olan öğrenci derneklerinin Başbakan Adnan Menderes'e gönderdikleri bir telgrafta, "gönüllü olarak yeniden inşa çalışmalarına katılma emrini beklediklerini" beyan etmeleri, bu anlamda ilgi çekicidir."[21]
DG: Başka bir durum daha var, bir de gazetelerde bazı azınlıklara mensup veya belirlenmeyen kişiler de gazeteye ilan veriyor. Menderes'e gönderdikleri telgraflara basılıyor ve bu telgraflarda "biz zararımızdan vazgeçtik, tazminat ödenmesi istenmiyor". Tabii ki bu koşullar altında çok fazla insan zararını beyan etmiyor. Bir de kara listeye girmek korkusu var, zararımızı beyan edersek bu komiteye acaba herhangi bir dezavantaj oluşur mu endişesi var.
AH: Tazminattan feragat edenler kitabınızda var; bir şekilde zaten gazetelerde duyulruar var, sırtları sıvazlanıyor, doğru olanın bu olduğu gösteriliyor.
DG: Evet "biz devletimizi destekliyoruz, tazminat olayı çok büyük bir yük. Böylelikle çok insan zararını beyan etmiyor ve yaptığım mülakatlarda da zaten azınlıklar, genelde, bu tazminatın sembolik bir şey olduğunu söylüyor, aslında Türkiye'nin uluslararası imajının önemsendiği veya prestij açısından yapılan bir şey olduğu vurgulanıyor.
MV: Bunun başka nedeni de var, bu tazminatı alabilmek için bir heyetin gelmesi ve o heyetin bir rapor tanzim etmesi, senin zararını tespit etmesi gerekirdi. O raporu tanzim etmek üzere gelenler "biz sana 200 bin liralık zarar çıkaralım, 100 bin lirasını biz alırız" diye bir alışveriş içine girdiler. Haraç ödemeyen tazminat alamayacak duruma geldi, dolayısıyla "sana vereceğime ben de almam, zaten gitmiş, ne olacak, alacağı