Hırsızlarla mülküne uyananlar

-
Aa
+
a
a
a

28 Şubat 2005Radikal Gazetesi

Ciğerimiz yanıyor. Hırsızlık vakaları ürkütücü oranda arttı. Evine hırsız girmemiş, dükkânının kepengi bir uğursuz tarafından yoklanmamış neredeyse kimse kalmadı, şu taşı toprağı altın yalanıyla açları kışkırtan İstanbul şehrinde. Kapkaççılar sokaklarda deli rüzgâr gibi esiyor; çantasını vermeye direneni yerlerde sürüyor, kimileyin öldürüyor. 5 kuruş için arkadaşlarını jiletleyen çocukları okuyoruz. Bir bilezik için katil olanları.

Bu konuda konuşur, bu konuda yazarken kelimelerimizde şehvetli bir telaş. Şiddet toplumu olduk. Aklıselim sahibi basın emektarları artık Çiller'in yalısına kadar, hem de hanımefendiyle eşi uyurken girip başuçlarından altın saatlerini kaldırıveren yeni hırsız portresini çıkarmakla meşgul. Hırsızların, kapkaççıların nasıl organize çalıştıkları, polisiye önlemlerin nasıl yetersiz kaldığına dair ciltler dolusu kelam, binlerce döküm.

Bu durum, sadece bir güvenlik sorunu olarak ele alındıkça da Emniyet'e yükleniliyor doğal olarak. Polisin '1 Nisan Alarmı', bizi şu girmiş bulunduğumuz AB yolu hakkında son kez uyarmak için manşetlere taşınıyor. Nereyi açsak, nereye baksak, o anonim polis şefinin bomba gibi sözü: "Üstümüze gelirseniz gözlerimizi kapar vazifemizi yaparız." 1 Nisan'da yürürlüğe girecek olan yeni Türk Ceza Kanunu, Ceza İnfaz Kanunu ve Ceza Muhakemeleri Usulü Kanunu polisi çileden çıkarıyor. İstanbul'daki gasp ve kapkaç olayları nedeniyle eleştirilen İstanbul Emniyet Müdürü Celalettin Cerrah, buz gibi bir tehditle vatandaşı uyarıyor: "Benim tek tavsiyem, nisan ayında yürürlüğe girecek oldan Ceza Muhakemesi Kanunu'nun bütün herkes tarafından okunması. Polisin yetkilerinin ne olduğu, nereye kadar olduğunu bilmenizi isterim." Bir gazetenin de yorumladığı gibi, Cerrah, 'Bunlar daha iyi günleriniz. 1 Nisan'dan sonra bu günleri ararsınız' demeye getiriyor. Yine aynı gazete 'Emniyet kulislerinde' şu sıralar kendisine saldıran tinerciyi vurmayıp yaralanan ve hastanede tedavi gören başkomiserin konuşulduğu belirtiliyor. Polisler birbirine, 'Bak gördün mü, başkomiser tinerciyi vursaydı, tutuklanıp cezaevine konulurdu. Şimdi bir süre hastanede yatıp kurtulacak' diyesiymiş. Aralarındaki konuşmalar renkli dizi diyalogları gibi dizilmiş: 'Hukuka aykırı olarak bir kimsenin üstünü, çantasını, cebini veya eşyasını arayan polise üç ay hapis cezası verilecekmiş.' 'Hâkim ve savcının arama kararı verdiği kişiden el konulan evrak ve belgeleri de biz inceleyemeyecekmişiz.

O belgeleri de savcı inceleyecekmiş.

'Yok ya, olur mu öyle şey? O zaman biz de üç maymun gibi, görmeyiz, duymayız, bilmeyiz. Olur biter!'

Polisin 'çalışma alanını daraltacağı'ndan yakınılan yeni yasalarla bizi daha kanlı günlerin beklediği mesajını hâlâ alamamışsanız, çeşitli televizyon kanallarının o korkunç efektli, 'Türkiye Nereye Gidiyor?' şablonlu gasp ve hırsızlık haberlerine teslim olmanız gerek. Velhasılı kelam, kapsamlı bir kampanyayla yüz yüzeyiz. Emniyeti'ne tapan, bu en değerli haber kaynağını gözbebeği gibi koruyan medyamızda bu apansız türemiş, ne idüğü belirsiz hırsız gaspçı vahşi yaratıklara karşı eli kolu bağlı kalmış polisin sesi olma gayreti, göz yaşartıcı boyutlara ulaşmış vaziyette.

Türkiye nereye gidiyor?

Şiddet toplumu olduk. Herhalde son birkaç yıldır. Daha önce sevgi ve şefkat toplumuyduk anlaşılan. O sokaklarda hurharca gaspçılık yapan, haplanıp da gözü karartınca en korunaklı evlere dalıveren gençler-çocuklar aileleriyle birlikte köylerinden, topraklarından sürülürken, köy meydanlarında gözleri önünde analarına dipçik babalarına tekme vurulurken, şiddeti hicaz gibi bir makam adı sanıyorduk herhalde.

Mülkü tehdit altına girmeden uyanmayanlar; cana kör, mala şahin olanlar şimdi acı çığlıklar atıp kolluk kuvvetlerini kışkırtmayı marifet belliyorlar. Yeni ceza kanunu tarafından iğdiş edileceği korkusuyla örtük tehditler savuran Emniyet teşkilatının yanında AB'ye uyuma karşı bir kale oluşturma çabası içindeler. Memleketin metropollerinde artan hırsızlık vakalarını öncesiz sonrasız bir bahtsızlık patlaması olarak yansıtarak yine üniformalılara yalvarıyorlar.

Pekâlâ. Açlıkla terbiye edilmiş onca göçmen çocuk sürüldükleri büyük şehirlerin sakinleriyle bir çırpıda hemhal olup banka kuyruklarında sıraya mı gireceklerdi? 10 yılı geçti, yazıp duruyoruz. Şehirleri bir küfür gibi çevreleyen varoşlardan, yeni yoksulluğun çehresinden korkmayanın aklı başında değildir diye.

Ankara Üniversitesi öğretim üyesi Halil Nalçaoğlu bakın neler diyor: "Kapkaçtan daha önemli olarak yeni yoksulluk olgusunu dikkate almamız gerekiyor. Yeni yoksulluk olgusuyla, kabaca kentin yoksul bölgelerinde yaşayan düzenli bir işi ve iş bulma umudu olmayan, giderek köyleriyle bağlantısını koparmış ikinci ve üçüncü kuşak göçmenlerin durumu anlatılmak isteniyor." Bu kimliğin de zamanla eridiğini biliyoruz. Yoksullar artık birbirlerinin elini tutmaktan aciz. Birbirleriyle dayanışabilecek güçleri kalmamış. Doğu ve Güneydoğulu yeni göçmenler, hem köyleri yakılıp yıkıldığı için hem de parasızlıktan memleketlerine dönemiyor. Burada da bir dayanışma ağı onları beklemiyor. "Genellikle şehrin eski mahallelerinde, apartman dairelerinde kalabalık bir şekilde oturan bu bekâr Kürt erkekler bir nevi kültürel tecrit içinde yaşamakta ve de kayıtlı bir ikametgâhları olmadığından siyasi yaşama iştirak edememektedirler." ('Nöbetleşe Yoksulluk' Işık ve Pınarcıoğlu, 2001)

İstanbul Valiliği'nin 2 bin 655 çocuk üzerinde yaptığı araştırmayla sokak çocuklarının profilini çıkarmaya çalıştığını okuduk. Araştırma, sokak çocuklarının yaşının beşe kadar indiğini ortaya çıkarmış. Sokak çocuklarının ailelerinin göç profilinin de incelendiği araştırmada, bu ailelerin yüzde 28.4'ünün Güneydoğu Anadolu, yüzde 27'sininse Doğu Anadolu'dan göç ettiği anlaşılmış.

Diyarbakır Belediye Başkanı Osman Baydemir, "Diyarbakır'dan suçlu çocuk ihraç eder hale geldik. Bugün kapkaç yapan çocuklar yarın ellerine silah aldıklarında ortaya çıkacak terörü düşünmek bile istemiyorum" diyor. Kapkaçın Güneydoğu'da PKK ile güvenlik güçleri arasındaki çatışmaların ardından yaşanan zorunlu göçün sonucu olduğunu söyleyen Baydemir, anlatıyor: "1990 ile 1993 arasında yaşanan zorunlu göçün ardından gasp ve hırsızlık olayları ciddi oranda arttı. Bu tehlike o zaman anlaşılamadı. 1995 yılından itibaren katlanarak, artmaya devam etti. Köylerdeki kır hayatını kente taşıyan aileler, şehrin acımasız yaşamıyla tanışınca saldırganlaştı. Elektrik, su, kira giderlerini karşılamaya çalışırken, çocuklarının sokakta ne yaptığını, getirdikleri parayı nereden bulduklarını sorgulamadılar. Bir süre sonra da buna alıştılar... Hükümetten Güneydoğu ve Diyarbakır merkezli pozitif ayrımcılıkla hazırlanmış yatırım projeleri için destek bekliyoruz. Bu yatırım Diyarbakır'a yapıldığında, sonuçları bütün Türkiye'de daha huzurlu yaşanan şehirler olarak görülecek. Diyarbakır'ı göç veren değil göç alan bir kent haline getirmezsek bu terörün bitmesi mümkün değil."

Büyük şehirlerdeki kapkaç ve hırsızlık patlamasını bir güvenlik zaafı olarak görenler, bu şehirlerin bağrına milyonlarla kattığı kötü çocukların öfkesini artırılmış güvenlik önlemleri sayesinde coplar, elektrik telleri, filistin askılarıyla denetlemeyi öneriyorlar bir kez daha. Topraklarından sürülmüş yüz binlerce göçmenin açlıktan sessiz sedasız tükenip gitmelerini beklerlermiş meğer. Görülmesine, işitilmesine, dile getirilmesine tahammül edemedikleri şiddetin kurbanı olan o yeni yoksul, yeni şehirliler kapılarını zorlamaya başlayınca 'Şiddet toplumu olduk!' diye haykırıyorlar.

Hayatlarını çaldıklarınız işte kapılarınızı çalıyor. Onlara, hayatlarının, harcadıklarınızdan artakalanını geri vereceksiniz. Başka yolu yok.