Savaşın statükosu ve endişeliler

-
Aa
+
a
a
a

6 Mart 2013Taraf Gazetesi

Savaşın başlamasıyla birlikte, yerleşik alışkanlıklar ve konumlar sarsılır. Önce savaş yokmuş gibi davranmaya meyleder büyük çoğunluk. Hayatı eski yöntemlerle sürdürebileceğine inanır. Oysa yeni bir dönem başlamıştır. Eski dönemin kavramları ve kalıplarıyla anlaşılamayacak yeni bir durum ortaya çıkmıştır. Hayatın eskisi gibi devam etmesi mümkün değildir.

Bunu kabul etmek, o kadar kolay değildir. Lakin savaş, gerçekliğin en acımasız hâllerinden biri, belki de en büyüğüdür. Yok sayılarak yok edilemez. Varlığını, en acıtıcı yolla, yani ölümle sürekli hatırlatır.

Savaş uzadıkça, hayatı yeniden şekillendirir. Uzayan savaş, kendi normallerini yaratır. Savaşı bitiremeyen toplumlar, onunla birlikte yaşamanın şartlarını üretirler. Değişik alanlarda boy veren bu şartların toplamından yeni bir statüko doğar, savaşın statükosu.

Elbette bu statükodan da kendileri için maddi ve siyasi avantajlar, kirli rantlar elde etmek isteyenler olur. Bunlar, yeni statükoya göre mevzilenmekte gecikmezler.

Zihinlere yerleşen savaş

Ancak savaşın statükosunun yaydığı yegâne ya da en tehlikeli zehir bu değildir bence. Daha kötüsü, zihin dünyalarının savaşa göre formatlanmasıdır. Somut ya da görünür herhangi bir çıkar hesabından bağımsız olarak, düşünme ve davranış kodlarının savaşın dinamiklerine endekslenmesinden söz ediyorum.

Savaş, afyon gibidir; hem bağımlılık yaratır, hem de zihinleri uyuşturur. Savaşın uzaması, sanki bu durum hiç bitmeyecekmiş, ebediyen devam edecekmiş gibi bir algının yayılmasına yol açar. Bu algı zihinlere sinsice sızar, usul usul yerleşir.

Bu ülkede savaş otuz yıldır sürüyor. Çok uzun bir süredir bu. Öyle olduğu için, çok yaygın ve güçlü bir statüko yarattı.

Savaşı bitirmeye dönük önemli girişimler oldu bu süre içinde. Ama hiçbiri “yeni süreç” kadar ciddi ve olgun değildi.

Şimdi “tarihî” bir imkânla karşı karşıyayız, “tarihî” bir kavşaktayız.

Bunu, her şeyden önce tarafların beyanlarından ve tutumlarından anlayabiliriz. “Yeni süreç”in merkezindeki iki aktör, Erdoğan ve Öcalan, kendilerini çok net bir şekilde bağlayacak bir tavır sergiliyorlar. Süreci başlatmak her ikisi açısından da büyük riskler içeren bir karardı, ama şimdi asıl büyük risk bundan geri dönmekte yatıyor. Süreci hakkıyla idare edemeyen veya küçük hesaplarla akamete uğratan kişiyi çok ağır bedeller bekliyor artık.

Sürecin ciddi olduğuna dair başka göstergeler var şüphesiz. Fakat bunları, daha önceki yazılarda tartıştığım için, şimdi bir kenara bırakıyorum.

Korkular, güvensizlikler ve kandırılma sendromu

Lakin bu göstergelerden bir tanesi, biraz daha irdelenmeyi hak ediyor. Bunu tarif etmek için galiba en uygun tabir “endişe”dir, istersek “tedirginlik” de diyebiliriz.

Siyaseti savaşın dengeleri üzerinden okumaya çok alışmış kesimlerde büyük bir “endişe”, ciddi bir “kaygı” var ve bu her geçen gün daha açık hâle geliyor. Buna benzer bir duruma, daha önceki “barış girişimleri” sırasında rastladığımızı hatırlamıyorum.

Ulusalcıların infialinden, milliyetçilerin kızgınlığından, rantiyelerin paniğinden söz etmiyorum. Bu kesimlerin, savaş dışındaki her ihtimale karşı böyle tepkiler vermeleri zaten şaşırtıcı değil.

“Endişeliler” diye niteleyebileceğimiz kesim, bunlardan çok farklı. Bu kesim, “normal şartlarda” barış ihtimalinden büyük heyecan duymalarını ve bu ihtimale gidişi teşvik etmelerini bekleyeceğimiz insanlardan oluşuyor.

Teşvik derken, tabii ki gözü kapalı bir kabullenmeyi kastetmiyorum. Tarafların hamlelerine karşı eleştiri, çekince, sorgulama, mesafe... Bunların hepsi olur, olmalı da. Lakin bunların dışa vuruş tarzı ve vurgulanan hususlar, destek ile köstek arasında ince bir sınıra vücut veriyor.

Sanırım yeni bir dönemin başladığını görememek ya da görmekle birlikte kabullenememek, burada belirleyici rol oynuyor. Savaş statükosuna göre oluşmuş siyasal dengeler, “yeni süreç” derinleşerek ilerledikçe daha çok sarsılıyor. Yeni bir dönemin eşiğinde olduğumuz kesin. Eski dönemin kalıplarının geçerliğini yitirmeye başladığı bir noktadayız. Bu kalıplarda ısrar etmek, kişileri kendilerinin bile kendilerine hiç yakıştıramayacakları konumlara savurabilir.

Bu kalıplardan biri, belki en önemlisi “kandırılma sendromu”dur. Bu sendrom, öncelikle AKP’ye ve Erdoğan’a duyulan korkuyla karışık güvensizlikleri mutlaklaştırma eğilimi olarak somutlaşıyor. Öcalan’ı da kapsayacak şekilde genişletildikçe, siyasetin farklı dinamiklerini ve dinamizmini yok sayan bir tutuculuğa dönüşüyor.

Kürt hareketinin tabanında da var olduğunu bildiğimiz bu sendrom, süreç ilerledikçe zayıflıyor. Fakat sürecin ilerlemesi “endişeli Türkler”de, tam tersi bir etki yaratıyor.

Söyleyeceklerim bitmedi, ama yerim tükendi. Geçici bir son olarak: savaşın statükosunun uzantısı olmamak için, görmek lazım geleni ve gitmekte olanı...