16 Ocak 2013
Sık sık dile getirdiğim bir hususu bir kez daha yazma ihtiyacı duyuyorum: Müzakere, çok katmanlı, çok boyutlu ve de çok zorlu bir süreçtir. Bu kısa cümledeki kuru tesbit, ağır bir hakikate işaret eder.
Dünya tecrübeleri bu hakikati anlatan derslerle doludur. Aynı dersleri kendi tecrübemizden de rahatlıkla çıkarabiliriz. Kürt sorununda “müzakere” yoluna girdiğimiz tarihsel kavşaklarda neler yaşadığımızı hatırlamamız bunun için yeterlidir.
Yeni yıla, yeni bir müzakere denemesiyle girdik. Merkezinde Öcalan’ın yer aldığı bu yeni girişimin hazırlık safhası gizlilik içinde yürütüldü. Taraflar, görüşmelerin belli bir olgunluğa eriştiğine inanmış olmalılar ki, bunun kamuoyuna duyurulmasına karar verdiler.
Kiminle neyin nerede ve nasıl görüşüleceğini belirlemek elbette ciddi bir çalışma gerektirir. Bu aşamanın da kendine has zorlukları vardır.
Bu ön mesele çözüldükten sonra, taraflar arasında doğrudan ve gizli görüşme aşamasına geçilir. Bu aşamada da çetin sorunlarla karşılaşılır.
Bu sorunlar da aşılabilirse, müzakere sürecinde yeni bir boyuta geçilir. Bu boyut, mutlak gizliliğin artık mümkün olmadığı bir aşamayı ifade eder. Müzakerelerin içeriği bütünüyle ve hemen açıklanmasa da, bir müzakere yürütüldüğünü ve bunun hedeflerini toplumdan gizlemek artık sözkonusu olamaz.
Asıl büyük zorluklar da bundan sonra ortaya çıkmaya başlar.
Uzun sürmüş çatışma dönemleri, toplumda kutuplaşmalar ve düşmanlıklar yaratırlar. Toplum birbirini dinlemeyen ve anlamayan cephelere bölünür.
Daha önceki müzakere ve çözüm teşebbüslerinin başarısızlığa uğramış olması, bu cepheler arasında derin bir güvensizliğe neden olur.
İşte bu cepheler arasında iletişim kanallarını yeniden inşa etmek ve işletmek de, müzakerelerin bir parçasıdır. Her bir taraf hem kendi kamuoyuyla hem de diğer tarafın kamuoyuyla bir müzakere yürütmek zorundadır. Bu müzakerede, çatışmanın değil çözümün, dışlamanın değil kapsamanın, gerilimin değil uzlaşmanın, kibrin değil eşdeğerliğin diline ihtiyaç var.
Müzakere süreci alenileşince, değişik etkilere de açık hâle gelir. Özellikle çözüm istemeyen, çatışmanın devamından siyasal veya başka türlü menfaat uman güçler, müzakereleri sabote etmek için harekete geçerler. Vahşi provokasyonlara, acımasız saldırılara, akıl almaz tuzaklara başvururlar.
Şayet müzakere ve çözüm sürecinin ruhuna uygun bir toplumsal ve siyasal ortam oluşturulmazsa, bu tür uğursuz girişimler için pusuda bekleyenlerin iştahları kabarır. Müzakere sürecini dayanıklı ve dirençli hâle getirecek tedbirler alınmazsa, bu girişimlerin başarı şansı artar.
Merkezinde Öcalan’ın yer aldığı yeni çözüm girişimine taraflar “müzakere” demekten kaçınıyorlar ama, bence bulunduğumuz yol bir müzakere sürecinin değişik boyut ve aşamalarından başka bir şey değildir.
Müzakere süreçlerinin değişik aşamalarında karşılaşılabilecek zorluklarla, çok erken zamanda tanışmaya başladık. Paris’teki hunharca katliam bunun sarsıcı örneğidir. Bu katliamı duyunca, aklıma Güney Afrika tecrübesi geldi.
Güney Afrika’da ırkçı yönetimin tasfiyesi ve demokrasiye geçiş, en başarılı müzakere süreçlerinden biri, hatta birincisi olarak kabul edilir. Lakin bu sürecin çok sancılı geçtiğini de hatırlatmak lazım.
Irkçı yönetimin, müzakerelere yanaşması için uzun bir baskı, kıyım ve direniş döneminden geçmek zorunda kaldı bu ülke. 1985’te Mandela’yla başlayan gizli görüşmeler, müzakerenin ilk aşamasıydı. Irkçı yönetim, Mandela’nın hapishane şartlarının iyileştirilmesini kademe kademe kabul etti.
İlk aşama, Mandela’nın 1990’da serbest bırakılmasıyla noktalandı. Müzakerelerin en zor kısmı da bundan sonra başladı. Irkçı beyaz terör örgütlerinin provokatif eylemleri, ırkçı rejimin derin yapıların kirli oyunları, ırkçı siyahların kanlı tezgâhları peş peşe geldi. Ülke defalarca “yıkıcı bir iç savaş”ın eşiğine savruldu. Bu savrulmanın en tehlikeli noktaya ulaştığı olay, 10 Nisan 1993’te yaşandı. “Mandela’dan sonra siyah Güney Afrika’nın en büyük kahramanı”, hatta Mandela’nın doğal halefi olarak görülen kişi, Chris Hani, ırkçı beyaz bir örgütün bir mensubu tarafından katledildi. ANC’nin silahlı kanadının ve Güney Afrika Komünist Partisi’nin lideri olan Hani’ye yönelik bu hain suikast, siyahlar arasında bir öfke patlamasına yol açtı. Kontrolsüz saldırılar, kundaklamalar, çatışmalar, onlarca ölüm ülkeyi bir dehşet ortamına soktu. Bu cinayet, Hani’yi oğlu gibi seven Mandela’yı da derinden sarstı. Ama Mandela, acısını bastırdı, öfkesini dizginledi ve o tarihi televizyon konuşmasını yapmak üzere kameraların karşısına geçti. Serbest kaldığı günden itibaren, çalışmalarının önemli bir kısmını beyazları kazanmaya ve ikna etmeye ayıran Mandela, bu sefer siyahları yatıştırma göreviyle karşı karşıyaydı. Mandela’nın, öfke selini durdurmayı başaran o konuşmasının, ülkenin kaderini belirleyen dönüm noktalarının başında geldiği kabul edilir.
Tünelin ucunda görünen barış ışığını yakalayabilmemiz için, Mandelalara sahip olmamız şart değil, kolay da değil. Lakin bir “Mandela ruhu”na ihtiyacımız olduğu aşikâr...