Hangi yol, hangi harita

-
Aa
+
a
a
a

10 Ekim 2012Taraf Gazetesi

Diyarbakır Emniyet Müdürü Recep Güven, Kürt sorununa dair çok önemli şeyler söyledi. Devletin geçmişte vahim “hatalar” yaptığını belirtti. Bugün yaşadığımız acıların ve açmazların kaynağında bu “hatalar”ın yattığını anlattı.

Recep Güven’in açıklamalarını, sadece “insanî hassasiyet”in yansıması olarak görmek, çok yetersiz ve yüzeysel bir değerlendirme olur. Şüphesiz, bütün ölümlere üzülmek gerektiğine işaret eden sözleri, insanî ve vicdanî bir boyut içeriyor. Ancak bu boyutu, diğer sözleri örtecek şekilde öne çıkarmak, açıklamanın bütününe ve aslî anlamına haksızlık olur.

Aslında Güven, “geçmişteki hataları” dile getiren ilk devlet görevlisi değil. Meselâ “geçmiş”in baş aktörlerinden biri olan Mehmet Ağar da, benzer şeyleri birkaç defa söyledi. Yine eski Genelkurmay Başkanları dâhil, “geçmiş”i iyi bilen askerî şahsiyetlerden de, “yapılan hatalara” ilişkin açıklamalar duyduk.

Bu itiraflar zincirinin en öneli halkası, hiç şüphe yok, Başbakan Erdoğan’ın, Ağustos 2005’teki Diyarbakır konuşmasıdır. Geçmişteki yanlışlıklara vurgu yaptığı bu konuşmasıyla Erdoğan, ilk kez devlet adına Kürtlerden dolaylı da olsa özür dilemişti.

Başbakan’ın bu konuşmasını şimdilik bir kenara koyalım, Recep Güven’in açıklamalarını diğer devlet görevlilerinin sözlerinden farklılaştıran şeyin ne olduğuna bakalım.

Güven, geçmişteki hatalardan söz ederken, soyut bir belirleme yapmakla kalmıyor, somut örnekler veriyor. Mesela açıkça “Boşaltılan her köyün aslında geleceğimize tehdit olduğunu biliyorduk. Meçhule giden insanların herhangi bir sisteme tabi olamayacağını da biliyorduk” diyor. Böylece Kürt sorununu kangrenleştiren en kıyıcı iki uygulama olan “köy yakmalar”ın ve “faili meçhuller”in birer devlet politikası olduğunu lafı pek de dolandırmadan ilan ediyor. “Bugün yaşadığımız sorunun temelinde bu var” diyerek de, Kürt sorununun “çözümsüzlük girdabı”na sürüklenmesinde bu politikaların belirleyici rol oynadığına dikkat çekiyor.

Güven’in açıklamalarını “özel” kılan bir diğer husus, bu dönemdeki şahsi sorumluluğunu inkâr etme kolaycılığına sığınmamasıdır. O yıkım politikalarının uygulandığı 1991 – 1996 yıllarında Diyarbakır’da görev yapan Güven, Hasan Cemal’in Barışa Emanet Olun kitabının arkasına düştüğü notu paylaşıyor: “Haklısın, ama biz çok küçüktük. Biz o zamanki sistemin hem mağduru, hem mahkûmu, hem mecburu olmuştuk.”Bu sözlerin, geçmişle gerçek bir hesaplaşmaya girişmeye dönük, devlet katından şimdiye kadar duyduğum en etkili ve etkileyici davet olduğunu belirtmeliyim.

Hep anlatmaya çalıştık, bu sistem, içinde bulunanları ve onun için çalışanları da yaralamıştır. Mağdurların yanında, failleri de travmatize etmiştir. Ve toplumu bir bütün olarak çürütmüştür. Bunlarla yüzleşmeden ve hesaplaşmadan, Kürt sorununda barışçıl bir çözümün şartlarını yaratmak çok zor, neredeyse imkânsızdır.

Güven’in bu açıklamaları, hükümetin “yeni bir açılım”a hazırlandığı kanısının güçlü olduğu bir zamanda geldiği için, hükümetin zemin yoklama girişimi olarak yorumlandı. Ama daha aradan bir gün bile geçmeden, Başbakan sert bir üslupla hem Güven’i ezdi, hem de “yeni açılım”a yönelik güvenleri sarstı.

Başbakan bunu istikrarlı bir şekilde yapıyor. Partisinin geçen haftaki kongresinden önce sürekli “diyalog ve müzakere”den dem vurmuşken, kongre konuşmasının vurguları bunun aksi yöndeydi. Kongre salonunda son anda dağıtılan “yol haritası”yla çözüm beklentilerini belli ölçüde canlı tutmayı başardı. Ancak kongreden sonraki söz ve tavırlarıyla, bu belgeyi adeta unutturmaya çalıştı.

Mesela Cumhurbaşkanı Gül, TBMM’yi açış konuşmasına “tutuklu milletvekilleri”nin durumunu gündeme getirerek, Başbakan Erdoğan’a normalleşme yolunda adım atma imkânı sundu. Haziran 2011 seçimlerinden önce oluşan iyimser atmosferin, “tutuklu milletvekilleri ve Hatip Dicle” olayı nedeniyle nasıl bir anda dağıldığını ve yerini ağır bir krize bıraktığını hatırlarsak, Gül’ün Erdoğan verdiğin pasın anlamını daha iyi kavrarız. Lakin Erdoğan, bu pası, ayağının tersiyle tepti.

Erdoğan’ın kongrede Kürt sorunu için “beyaz sayfa açma” çağrısı yapmıştı. Bunun altını, “geçmişteki hataları” açığa çıkaracak, böylece tekrarını önleyecek bir adımla doldurmak için Güven’in açıklamaları anlamlı bir fırsattı. Ama bunun yerine, Güven’in taşın altına soktuğu eline topuğuyla sertçe basmayı tercih etti.

Bir yandan müzakere politikasına dönüş sinyalleri veren Erdoğan, diğer yandan müzakerenin en önemli çerçevesi olan siyasal alanı devre dışı bırakacak şeyler yapıyor, mesela BDP’yi mütemadiyen kriminalize ediyor, BDP’li milletvekillerinin dokunulmazlığını kaldırmaya hazırlanarak, yeni bir krize davetiye çıkarıyor.

Türkiye’deki Kürtlere, mevcut yapıyı kökten değiştirme sonucu doğuracağı varsayılan haklar tanımayı vaat ediyor. Ama öte yandan, esas itibariyle Suriyeli Kürtlerin bu tür haklara kavuşmasını engellemeye yönelik bir tehdit olduğu anlaşılan “savaş tezkeresi” çıkarıyor.

Bu çelişkili politikalarla “tarihsel bir Kürt barışı” ve “Cumhuriyet’in radikal bir yeniden inşası” hedeflerine nasıl ulaşılacağını anlamak gerçekten kolay değil. Başbakan neyi, ne zaman, nasıl yapacağını açıklamadığı ve somut adımlar atmaya başlamadığı sürece, asıl amacının 2014 yılına kadar durumu idare etmek olduğu şüphesinden kurtulması da çok zor.

Bu yolla durumu idare edebileceği de fevkalade şüpheli görünüyor...