30 Mayıs 2012Taraf Gazetesi
Uludere (Roboski) katliamının, büyük sarsıntılar yaratacak derin bir travma olduğu, daha ilk andan belliydi. Hükümet de, bunu anlamamakta daha ilk andan itibaren inat etti.
Travmanın bir yönü, doğrudan mağdurlarla ve onların üzerinden Kürtlerle ilgilidir. Savaş uçaklarından atılan bombalarla insanların paramparça edilmesi, elbette öncelikle ölenlerin yakınlarını “kırdı”. Ancak travmanın etkisi onlarla sınırlı değildir. Kürt sorunu bağlamında süregelen acılar ve geçmişteki tecrübeler nedeniyle, Roboski katliamı gibi “olaylar” genel olarak Kürtlerin “kırılma”sına yol açabiliyor. Kürtlerde, bu acılara kimliklerinden, yani sırf Kürt olmalarından dolayı maruz kaldıkları yönünde yaygın bir algı yaratabiliyor.
Bu “kırılma”nın önüne geçmek için, bu algıyı besleyen kaynakları kurutmak gerekiyordu. Samimi bir özür, etkili ve adil bir soruşturma bunu sağlayabilirdi.
Lakin hükümet, bunları yapmaktan ısrarla kaçındı. Bununla da yetinmedi, kırılmayı daha da derinleştirecek bir tutum aldı.
Peki, hükümet neden böyle yaptı?
Bu soruya kestirme bir cevap vermek kolay değil, doğru da olmaz. Çeşitli ihtimalleri dikkate alan bir “anlama” çabası, hem gelişmelerin yönünü tahmin etmek hem de çıkış yolları bulmak açısından bana daha kıymetli görünüyor. Ben, siyaset ile psikoloji arasındaki etkileşimden hareketle, bir açıklama aramayı deneyeceğim.
Roboski katliamı türünden olaylar, sadece mağdurları değil, sorumluları da travmatize eder. Sorumluların, bu travmalar karşısında sergileyebilecekleri iki temel davranış var: Sorumluluğu kabul etmek veya inkâr ve reddetme yoluna başvurmak.
Hükümet, sorumluluğu kabul etmeyi değil inkârı seçti.
Sorumluluğun inkârı, travmanın her iki tarafta da derinleşmesine yol açar. Roboski katliamında da böyle oldu.
Ben bu yazıda hükümetin durumu üzerinde duracağım.
Travmayla ilgili çalışmaların ortak sayabileceğimiz verilerine göre; sorumluğu inkâr eden öznenin, gerçeklik algısı ve gerçeklikle ilişkisi bozulur. Bu özne, giderek hırçınlaşır, sorumluluğu üzerine atacağı başka adresler aramaya başlar, hatta bizzat mağdurları suçlamaya yönelir. Vicdan ve empati yeteneğini yitirmeye başlar. Tutarsızlıklar yumağına dolanır; ruhunda yarılmalar oluşur.
Hükümetin hâli ve tavrı, bu verileri doğruluyor.
Başbakan, ilk açıklamasında, ortada bir “hata” olduğunu kabul etti; fakat bunun “nasıl bir hata” olduğunu belirtmedi; özür dilemekten de kaçındı.
İçişleri Bakanı ise, lafı dolandırmadan, ortada özür dilemeyi gerektirecek bir durum olmadığını açıkça söyledi.
Hem Başbakan hem de İçişleri Bakanı, bununla da kalmadılar; katledilenleri suçlayan sözler sarf ettiler.
Başbakan, “burası herhangi bir yer değil, terör bölgesidir” mealindeki sözleriyle, şunu demeye getirdi: Burada bu tür şeyler olabilir. Bu olay nedeniyle, politikalarımızı değiştirecek değiliz. Bundan sonra da “benzer olaylar” olabilir; bunu da göze alıyoruz.
Başbakan’ın açıklamalarında; “oralarda yaşayanlar (Kürtler) hizaya gelsinler” gibi bir mesaj, daha doğrusu tehdit ve şantaj da saklı.
Başbakan’ın sözlerine İçişleri Bakanı’nın yaptığı korkunç sıvayla birlikte hükümet, vicdanın sıfır noktasına doğru hızla yuvarlanmaya başladı. Bu gidişin siyasi anlamı ve sonucu, “demokratik değerler”den hızla uzaklaşmaktır.
Esasen sorumluluğu üstlenmekten kaçınan öznede, demokratik değerlerle çatışan özelliklerin derinleşerek geliştiği; travma çalışmalarının ortaya çıkardığı bir diğer bilgi/bulgudur. Adorno’nun enine boyuna tahlil ettiği “otoriter karakter”, bu şartlarda iyice serpilme imkânı bulur
Hükümet, bir süredir “otoriter bir güzergâh”ta yol alıyor. Otoriterleşmenin en önemli nedeni, hükümetin Kürt sorununun demokratik alanda ve siyasal yöntemlerle çözülmesi arayışından vazgeçmiş olmasıdır. Kürt sorununda “güvenlikçi yaklaşım” egemen oldukça, hükümetteki otoriterleşme eğilimi de güçlendi ve değişik alanlara sirayet etmeye başladı.
Kürtaj ve sezaryenle ilgili hezeyansı açıklamalar bunun son örneğidir. Otoriter yönetimlerin totaliterleştirici ritüellerini çağrıştıran AKP İstanbul İl Kongresi bir başka örnektir. Siyasi rakiplerine “kalleş, hain” gibi sıfatlarla hitap eden “düşmanlaştırıcı” söylemin giderek yoğunlaşması da ayrı bir örnektir.
Roboski (Uludere) katliamı, “güvenlikçi politikalar”ın doğurabileceği sonuçların korkunç bir işaretiydi. Hükümet, bunu görmek ve bundan gerekli dersleri çıkarmak yerine, katliamın temelinde bu yaklaşımın yattığını inkâr etmeyi seçti.
İnkâr, doğası gereği zincirleme etki yaratır. Bu olayda da böyle oldu. Hükümet, siyasal sorumluluğu reddettiği anda, adli ve idari sorumluluğu ortaya çıkaracak bir sürecin de önünü tıkadı.
Güya soruşturmalar devam ediyor. Lakin Başbakan’ın ve İçişleri Bakanı’nın “olay” hakkında bu kadar kesin hükümler verdikleri bir ortamda, adli ve idari soruşturmalar daha baştan ağır bir şekilde sakatlanmış oldu.
Hükümet, bu tavrıyla mevcut kutuplaşmaları keskinleştiriyor, yeni kutuplaşma eksenleri yaratıyor. Öte yandan bu siyaset üslubu ve yönetim pratiği, demokratik alanı ağır biçimde tahrip ediyor; her alanda otoriterleşmenin zeminini besliyor. Böylece hem ülkeye hem de kendisine büyük zarar veriyor.
Bu yol kötü bir patikadır; acilen terk edilmelidir. Roboski katliamıyla ilgili dilenecek “samimi bir özür”, buradan çıkış için esaslı bir tutamak oluşturabilir.