Medeniyet kaybından toplumsal çözülmeye

-
Aa
+
a
a
a

16 Mayıs 2012Taraf Gazetesi

Türkiye’nin toplumsal hakikatini en iyi anlatan tasvirlerden biri, “medeniyet kaybı”dır. Bu teşhisi, birkaç yıl önce Tanıl Bora koymuştu. 2006’da İletişim Yayınları’ndan çıkan kitabına da bu adı vermişti.

Türkiye, “medeniyet kaybetmeye” devam ediyor; hatta “medeniyet kaybı” giderek derinleşiyor.

“Medeniyet” deyince, akla bir sürü şey gelir. Neyi kaybetmekte olduğumuzu anlatabilmek için, “medeniyet”ten ne aldığımızı açıklamamız gerekir tabiatıyla.

Ben burada “medeniyet” kavramını, büyük sosyolog Norbert Elias’ın çizdiği çerçevede kullanıyorum. Tanıl da, bu anlayışı esas almıştı zaten.

Elias’a göre medeniyet, “şiddetten arınmış toplumsal yaşam” ya da “insanlararası ilişkilerde şiddetin yok olması” anlamına gelir. Gerçi Elias, “medeniyet” tanımının, bunun dışında, olumlu özelliklerle de tamamlanması gerektiğini söyler; ancak ona göre, bu özelliklerin ortaya çıkabilmesi de, her şeyden önce şiddetin toplumsal ilişkilerden tasfiyesine bağlıdır.

Bu anlayışta medeniyet, şiddeti toplumsal yaşamdan tasfiye etmekle belirlenen bir süreçtir. Toplumların medenileşme seviyesi de, şiddetin toplumsal ilişkilerden çıkarılma derecesiyle ölçülür.

Modern toplumlar, medeniyet yolunda ilerlemek için çeşitli araçlar geliştirdiler. Bunlar arasında en önemlileri, hukuk devleti ve demokrasidir.

Hukuk devleti fikri, birey ile birey ve birey ile devlet arasında çatışmanın kaçınılmaz olduğu gerçeğinden hareketle, bu çatışmanın çözümü için modern toplumlara uygun mekanizmaların oluşturulması ihtiyacına bir cevap olarak da düşünülebilir.

Meşru şiddet kullanımını tekelinde tutan modern devlet, “ihkak-ı hak”kı tanıyamayacağına göre, toplumdaki çatışmaların veya ihtilafların tek elden çözülmesini sağlayacak mekanizmaları da kurmak zorundadır. Bu açıdan bakıldığında, “şiddet tekeli”nin, devlete toplumsal barışı sağlama yükümlülüğü karşılığında verildiği söylenebilir. Bu yükümlülüğün somut anlamı, uyuşmazlıkların tarafların şiddete başvurmalarına gerek duymayacakları şekilde çözülmesini sağlamaktır. Bunun için de, tarafları tatmin edecek çözümler üretmeye elverişli organ, usul ve kuralların yaratılması şarttır. Bir tür “hakemlik mekanizması” olarak da değerlendirilebilecek böyle bir yapının en önemli ayaklarını polis ve yargı oluşturur.

Polis aygıtı ve yargı erki, ancak “adil ve tarafsız” davranırlarsa, toplumsal barışın korunmasına hizmet edebilirler. Toplumsal barışa en büyük tehdit, polisin ve yargının tarafsızlığını yitirmesidir.

Topluma egemen olan siyaset anlayışı, bu aygıtların konumlarına doğrudan etki eder. Siyasetin “dost – düşman ayrımı”na dayandığı kültürlerde, toplumsal yaşamın her alanında keskin bir kutuplaşmanın yaşanması kaçınılmazdır. Bu kültürlerde, farklı olanlar ve farklı düşünenler, birer “düşman” olarak görülür. Muhalefet de, bir toplumsal gerçeklik ve siyasal zorunluluk değil, bir “şer faaliyeti” olarak algılanır. Böyle bir ortamda, herkes elindeki imkânları, “düşmanını yok etmek” için kullanmak ister. Her türlü iktidar, düşmana karşı savaşta kullanılacak bir kale, bir cephe haline gelir. Herkes kendisine en büyük avantajı sağlayacak kaleleri (kurumları) işgal etmek için elinden geleni yapar. Bunda başarılı olunca da, bu kaleleri, “düşmanlarına” karşı en etkili biçimde işletmeye yönelir.

Türkiye’de devlet, Cumhuriyet’in kuruluşundan beri toplumu kontrol ve tedip etme amacına göre ayarlanmıştır. Muhalifleri (düşmanları) ezmek de, bu amacın içindedir. Devletin bütün aygıtları, kendi meşrep ve menzillerine göre, bu misyonu üstlenmiş ve yürütmüşlerdir.

İşin en hazin yanı, Kemalist kadrolar tarafından inşa edilen bu devlet ve siyaset anlayışının, toplumdaki bütün kesimlere sirayet ve nüfuz etmiş olmasıdır. En anti-Kemalistler bile, bu anlayıştan öyle ya da böyle nasiplerini almışlardır.

Bugün siyasal iktidarı elinde tutan AKP de, toplumun değişik alanlarında hegemonya kurmuş olan cemaat(ler) de, muhtelif devlet aygıtlarına egemen olan “yeni (muhafazakâr) kadrolar” da aynı anlayışı sürdürmektedirler.

Bu anlayış egemen olduğu sürece, siyaset, farklı değer ve görüşlerin barış içinde rekabet ettiği bir alan olma özelliğine kavuşamaz. Bu demektir ki, demokrasi de, sığ bir çoğunlukçuluğun prangasından kurtulamaz.

Bu anlayış egemen olduğu sürece, başta polis ve yargı olmak üzere hakemlik mekanizmalarının toplumsal barışı sağlaması mümkün değildir. Her gün polis şiddetinin ve yargı adaletsizliğinin yeni örnekleriyle karşı karşıya kalıyoruz.

Polisin “tehlikeli” saydığı kişilere ve gruplara yönelik her hukuksuz eylemi, öfke ve intikam duygularının bilenmesine yol açar. Yargıdan çıkan her haksız karar, adalete inancın biraz daha yitmesi sonucunu doğurur. Adalete olan inancını yitiren toplum kesimleri, adaleti kendi imkânlarıyla tesis etmenin yollarını aramaya başlarlar. Polisin şiddeti, daha fazla şiddet üretirken; yargının adaletsizliğine maruz kalanlar merkezî kurumlardan yüz çevirmeye başlarlar. Toplum giderek daha fazla gerilir, daha fazla kutuplaşır.

Bunun adı, “medeniyet kaybı”dır. Medeniyet kaybının en tehlikeli yansıması ise, “toplumsal çözülme”dir. Türkiye’de bir yandan medeniyet yitiyor, diğer yandan toplum çözülüyor.

Çanlar tehlikeli çalıyor...