9 Kasım 2011Taraf Gazetesi
KCK operasyonları etrafındaki tartışmalar, Türkiye’deki zihniyet dünyasının temel unsurlarını bir kez daha gözlerimize sokuyor. Ülkede kurumsal değişimler yaşansa da, zihniyet dönüşümünün hiç de kolay olmadığını bir kez daha kafamıza kakıyor.
Zihniyet dünyamızın en eski ve en kuvvetli sütunlarından birini, “amaca ulaşmak için her aracı mubah sayan” anlayış oluşturuyor. “Devlet aklı” dediğimiz doktrin de, bu anlayış üzerine bina edilmiştir. Bu doktrin, devletin çıkarları için hukuksal normların ve etik değerlerin bir kenara bırakılabileceğini öngörür. Buna göre, devlet çıkarı olarak belirlediğiniz bir amaca ulaşmak için, ne hukuk kurallarına uymanız gerekir, ne de etik değerlere bağlı kalmanız. Önemli olan amacınıza ulaşmanızdır, gerisi teferruat bile değildir.
Şimdi hükümet, “yeni” bir Kürt politikası belirlemiş. Savunucularının ifadelerine bakacak olursak, bu politikanın amacı, PKK’nin burnunu sürtmek, belini kırmak, sonra da silah bırakmaya zorlamak! KCK operasyonları, bu politikanın en önemli ayağı! Bu politikanın mimarlarından Yalçın Akdoğan’a göre, “KCK operasyonları 30 yıllık mücadelenin en önemli hamlesi”!
Bu politikanın, daha kapsamlı bir “güvenlik konsepti”nin bir parçası olduğu biliniyor. Bu konseptin, sorunun çözümüne katkı sağlamayacağını, aksine sorunu daha da içinden çıkılmaz hale getireceğini düşünebilirsiniz; ki ben de böyle düşünüyorum. Lakin bu politikayı “yerinde” bulmamak; ortada bir silahlı örgüt varken ve bu örgüt silahlı saldırılar ve terör eylemleri yaparken, hükümetin buna seyirci kalmasını talep etme hakkı vermez. Şiddet eylemleriyle, yasadışı örgütlenmelerle mücadele etmek hükümetin görevidir.
Ancak bu durum, hükümete de bu mücadeleyi her türlü araçla yürütme hakkı vermez. Zira şu mevcut kötü anayasa bile, Türkiye Cumhuriyeti’nin “demokratik bir hukuk devleti” olduğunu belirtiyor. Hükümet, hem iç hukuktan hem de taraf olduğumuz uluslararası anlaşmalardan kaynaklanan ilkelere ve ölçütlere riayet etmek zorundadır. Kaldı ki hükümet de, hedefinin “ileri demokrasi” olduğunu sürekli vurguluyor; bu mücadelede de demokrasiden ve hukuktan ayrılmayacağını söylüyor.
Ne var ki, hem hükümet hem de onu destekleyen çevreler, bugüne kadar bu konuda kötü bir sınav verdiler. KCK operasyonlarını savunmak ve meşrulaştırmak için kullanılan araçlara baktığımızda, karşımıza kocaman bir “devlet aklı tablosu” çıkıyor. Bakalım o halde bu araçlara:
1) Yargıyı araçsallaştırmak: Hükümet, uzun süre, KCK operasyonlarına yönelik iç ve dış eleştirilere, “bu yargının işidir, biz yargıya müdahale etmeyiz” mealinde cevaplar verdi. Gerçek durum böyle değildi tabii. Sonuçta, bu operasyonlar polis tarafından hazırlanıyor, yürütülüyor ve yönlendiriliyor. Polisten de hükümet sorumludur. Ama hükümetin, söylemde bile olsa, tutuklamalar ve yargılamalar konusunda “tarafsız” bir tavır sergilemeye dikkat etmesi yine de önemliydi. Şimdi başta Başbakan ve İçişleri Bakanı, birçok yetkili bu operasyonların arkasında olduğunu açıklıyor. Bununla da yetinmeyip, gözaltına alınan ve tutuklanan kişileri peşinen suçlu ilan ediyor. Bu tutum, hukuk devletinin temel ilkelerini hiçe sayıyor ve tarafsız bir yargı sürecini daha en baştan baltalıyor. Yargı, bir kez daha, “siyasal hedeflerin bir aracı” haline getiriliyor.
2) Sindirme ve tehdit: Hükümet, “yeni” Kürt politikasının eleştirilmesini istemiyor. Bunun için de, demokrasi ve hukuk devletiyle hiçbir şekilde bağdaşmayacak yöntemler uyguluyor. Mesela Başbakan, medya patronlarını ve sorumlularını çağırıp ayar verebiliyor. KCK operasyonlarına yönelik bütün eleştirileri, “teröre destek” olarak ilan edebiliyor. Bunun, savcılara talimat işlevi görebileceğini herkes biliyor. Şimdi savcılar, hükümetin Kürt politikasını ve özellikle KCK operasyonlarını eleştirenler hakkında, Terörle Mücadele Kanunu’ndan soruşturmalar başlatsalar ve davalar açsalar, hiç sürpriz olmayacak. Nerede kalıyor ifade özgürlüğü, çok seslilik gibi demokrasinin vazgeçilmez değerleri!
3) Demagoji: KCK operasyonları genişledikçe, “somut suçlarla mücadele” faaliyeti olmaktan iyice çıkıyor, “suçlu yaratma kampanyası”na dönüşüyor. Büşra Ersanlı ve Ragıp Zarakolu’nun “örgüt üyesi” olduklarını kanıtlamak için yapılanlar, bu kampanyada hiçbir etik ilkenin gözetilmediğini açıkça gösteriyor. Irkçılık, yalan, mahremiyetin ihlali gibi akla gelebilecek bütün çirkinliklere başvuruluyor. Operasyonlara hukuksal gerekçe uydurmak zorlaştıkça, demagoji tavan yapıyor. Mesela, artık gözaltına alınan veya tutuklanan kişilerle örgüt arasında somut bağlantılar aranmıyor. PKK’nin ve KCK’nın ne kadar korkunç bir örgüt olduğunu anlatmak, Kürt hareketi zemininde yasal siyaset yapanlara veya onlara yakın duranlara reva görülen her türlü muameleyi meşru saymaya yetiyor.
Kemalist rejimin “devlet aklı”, bu toplumun zihniyet dünyasına fena halde sinmiş anlaşılan. Bu “akıl”dan daha önce mağdur olanlar, ellerine fırsat geçince, hasım veya düşman belledikleri çevrelere aynısını yapmakta hiç beis görmüyorlar. Bunu hatırlattığınızda da, sözünüzü boğmak için, size hemen “KCK avukatı”, “PKK yandaşı” etiketini yapıştırırlar. Amaca ulaşmak için her yol mubah ya!..
Demokrasiyi, hukuku, etiği hiçe sayan politikaların en alası 1990’larda uygulandı. PKK’nin Kürtler arasındaki siyasal etkisi ve toplumsal meşruiyeti bu politikalar sayesinde büyüdü. Bu sefer neden farklı bir sonuç versin ki!
Bu yol, bizi toplumsal barışa götürmeyeceği gibi, demokrasinin ve hukuk devletinin de çok uzağına düşürür.