Adlandırmak

-
Aa
+
a
a
a

29 Haziran 2011Taraf Gazetesi

Birçok kişi gibi benim de dönüp dönüp okuduğum yazılar vardır. Bunlardan bir tanesi, Jean-Paul Sartre’ın Yazarın Sorumluluğu başlıklı yazısıdır. Edebiyatın ve dilin işlevi üzerine inşa edilmiş ufuk açıcı bir denemedir bu.

Dilin dönüştürücü gücüne özel bir vurgu yapar Sartre bu denemesinde. Yazının beni daha çok etkileyen kısmı da budur esasen.

Sartre’a göre, “Dil örtüyü kaldırır. Dil, insanın bir açığa çıkarma faaliyetidir. Bana ve başkalarına göre, sözcük bir nesneyi açığa çıkarır ve onu bizim genel faaliyetimizle bütünleştirir.”

Bir şeyin veya bir eylemin üzerindeki örtüyü kaldırmak; onunla yüz yüze gelmek, yani yüzleşmek demektir. Yüzleşmek, insanın olağan eğilimi değildir. İnsan, çoğu zaman, kendi edimleriyle veya meseleleriyle yüzleşmekten kaçınmak ister; onun için de, unutmayı ya da görmezden gelmeyi tercih eder. Şu sözlerle anlatır Sartre, varoluşun bu cephesini: “Hepimiz unutmak istediğimiz, çünkü sorumluluklarını taşımak istemediğimiz bir dolu edimde bulunuruz. Bunları hiç dikkat etmeden yaparız, sessizce geçiştiririz, hayatımızı edimleri sessizce geçiştirmekle geçiririz. Onları sessizce geçiştirmek, yani onları kendilerine ilişkin düşünümsel bir bilince varmadan, ne olduklarına bakmak için üstlerine eğilmeden gerçekleştirmek isteriz.”

Yüzleşme dediğimiz akış, çoğu zaman kendiliğinden başlamaz; davet edici, uyarıcı veya zorlayıcı bir vesileye ihtiyaç duyar. Sartre, şeyleri veya eylemleri “adlandırma”nın böyle bir vesile sunduğunu söyler. Bir eylemi “adlandırmak”, onu, ânında edimcisine haber vermek ve şunu söylemektir: “İşte yaptığın şeyi gör, şimdi onunla sen uğraş bakalım!”

Yüzleşmek ise, yeni bir varoluşa doğru yol almayı neredeyse kaçınılmaz kılar. Bu yolculuk, öyle ya da böyle, bir dönüşümü de beraberinde getirir.

Sartre, dil ile varoluş, adlandırma ile dönüştürme arasındaki etkileşime dair muhakemeyi daha da ileri götürür ve bir şeye ad koymanın, onu var etmenin şartı olduğunu belirtir: “Zencilere baskı uygulamak, biri çıkıp da, ‘zenciler baskı altında’ demedikçe hiçbir şeydir. O âna kadar, kimse bunun farkında değildir; belki zencilerin kendileri bile farkında değildirler.”

Sartre’ın bıraktığı yerden devam edeyim. Bireysel veya toplumsal varoluş, herşeyin önceden belirlenmiş tek bir adla işaretlenmesine imkân vermeyecek kadar karmaşıktır. Olaylara veya eylemlere verebileceğimiz türlü adlar vardır. Toplumsal ve siyasal kavgalar, çoğu zaman “semantik savaşlar” olarak cereyan ederler. Bu yüzden, bir şeye ad vermek kadar, ona verdiğimiz ad da, bizim o şeyle ilişkimizi ve o şeyin hayatımızdaki etkisini belirler.

Bütün bunları düşünmeme ve yazmama; Cengiz Çandar’ın Dağdan İniş – PKK Nasıl Silah Bırakır başlıklı çalışması vesile oldu. Sevgili Çandar; hayattan beslenen geniş bilgisiyle, incelikleri gören keskin bakışıyla, sözü dolandırmaya tenezzül etmeyen cesur ve samimi yaklaşımıyla, çok önemli bir çalışmaya imza attı.

Çalışma, bir bütün olarak çok değerli bilgiler ve tesbitler içeriyor; ama ben en çok “adlandırma”ları önemsedim. Çandar, adlandırma konusunda yeni bir şey yapmıyor; ama adlandırmaları kimsenin görmezden gelemeyeceği bir berraklıkla ortaya koyuyor ve bunu Kürt sorununun çeşitli boyutlarını birbirine bağlayan sağlam bir sistematikle yapıyor. Bu çalışmadaki adlandırma silsilesini, Sartre’dan aldığım çerçeveye sokarak özetlemeye çalışayım.

Kürt sorunu dediğimiz şey, PKK’den önce de vardı; ancak onu bugün ulaştığı boyutlarıyla var eden, daha doğrusu kimsenin yok sayamayacağı noktaya taşıyan, esas olarak PKK oldu.

PKK’nin başlattığı ve genişleterek sürdürdüğü şey, bir “isyan”dır, “Kürt isyanı”dır. Bu adlandırma, “PKK olgusunu ‘terörizm’, PKK’nin kendisini ‘terör örgütü’ ve mensuplarını ‘teröristler’ olarak tanımlamak”tan vazgeçmeyi gerektirir. Bu vazgeçiş, siyasal ve toplumsal alanda yeni bir varoluş biçimini kabul etme sonucunu doğurur. Bu kabul; yeni bir dile, yeni politikalara, kısaca “yeni bir paradigma”ya yönelme mecburiyetini bilinçlere yerleştirir. Bu bilinç, PKK’nin değişik katmanları ve kanatları olan bütünsel bir hareket olarak tanımayı kolaylaştırır. Bu hareketin merkezinde Öcalan’ın yer aldığını görmekle de, bu çember tamamlanır.

Çandar, eski paradigmanın neden işleyemez hale geldiğini ve bunda ısrar etmenin ne gibi yıkıcı sonuçlar doğuracağını uzun uzun açıklıyor. Eski paradigma, yok sayma üzerine kurulu çeşitli aşamalardan geçti. Önce Kürtleri, sonra Kürt sorununu, sonra PKK sorununu, sonra Öcalan faktörünü yok saymayı denedi. Her bir yok sayma siyaseti iflas edince, yeni adlandırmalarla sorunun boyutlarını birbirinden koparmaya çalıştı. Bu yaklaşımın da çökmesi, eski paradigmanın sahiplerinde, şaşkınlık ve panik, giderek çaresizlik yarattı. Kürt sorununu parçalayarak yok etme mantığı, ülkeyi ve toplumu şizofreniye benzer bir yarılma haline sürükledi. Yaşadığımız krizlerin çoğu, bu parçalanmışlığın yarattığı saçmalıklardan kaynaklanıyor.

Zaten yüzleşmek de, hem bireyler hem de toplumlar açısından, dağılmış parçaları anlamlı bir şekilde biraraya getirmeye ya da birbirine bağlamaya yararsa bir değer taşır veya yüzleşmenin değeri tam da burada yatar...