8 Haziran 2011Taraf Gazetesi
Yirmi beş yıl önceydi, Almanya’ya gitmiştim, bir yıl kalmak üzere! Başka ülkelere de gittim o süre zarfında. Türkiye’den gitmiş çok insan tanıdım, çok hikâye öğrendim! Sürgün ve mülteciydi o insanların çoğu! Beklemediğim, şaşırdığım bir şey değildi bu. Memleketin ve memleket insanının “normal”i haline gelmişti sürgünlük ve mültecilik. Memleket, tank paletlerinin altındaydı. Kaçamayanlar mezara ve mahpusa girmişlerdi; kaçabilenler ise sürgüne! Bir de dağa çıkanlar vardı; ki bunların da bir kısmı, sonradan o ülkelere sürgüne gideceklerdi.
O ilk gidişimden iki yıl sonra, yine ilkinde olduğu kadar kalmak üzere gittiğimde Avrupa’ya, manzara pek değişmemişti.
Her yıl giderim oralara; bazen birkaç günlüğüne, bazen birkaç haftalığına. Zamanla memleket azıcık “normalleşti”; mülteci ve sürgün sayısı azaldı. Dönenler de oldu; oralarda yerleşikliği tercih edenler de! Hâlâ dönemeyenler de vardı şüphesiz, yani sürgün ve mülteci kalanlar. Ama onlar artık “normal”i temsil etmiyorlardı.
Geçen hafta yine oralardaydım. Birkaç günlük bir yürüyüş yaptım Brüksel’in, Köln’ün, Bonn’un, Mülheim’ın insan manzaralarından içeriye. Sürgün ve mülteciler yine varlardı. Ama şaşırdım; sayıları artmıştı! Yaşları ve yüzleri, daha öncekilerden farklıydı! Daha birkaç ay önce gelmiştim, ondan önce de gelmiştim ve ancak şimdi böylesine şaşırarak fark edebildim! Utandım! Memlekette hâlâ “normal” gitmeyen bir şeyler vardı gerçi; lakin epeyce bir süredir “normalleşme”ye doğru hızla akıyordu dereler! Hangi bahçeyi suluyordu peki o “normalleşme” suları?
Bilmiyor değilim, sıkça da yazarım, bu memleket, ancak kanayan en derin yaramız sarılınca, yani bu savaş bitince “normalleşebilir”. Sonra Kürtler eşit ve özgür olunca, demokratikleşebilir! Herkes “kendi olma hakkı”nı yaşayınca güzelleşebilir! Avrupa şehirlerinde bu sefer tanıdığım sürgün ve mültecilerin hepsi Kürt’tü. Birkaçının yaşı altmışın biraz altında ya da üstündeydi. Yüzlerinde acının derin çizgileri vardı. “Onlar ki, hepsi / bir tutsak ağaç gibi yanlış yerlere büyüyenler” diyor ya Edip Cansever, onlardan da başkaydılar; onlardan daha hüzünlüydü bakışları, daha sızılıydı oturuşları, daha yorgundu yürüyüşleri.Mesela bir adam tanıdım, ismi kalbimde saklı, babamın yüzüne benziyordu yüzü. Bir kitabımın önsözünde babam için aktardığım dizeler ona da uyuyordu tastamam:
“Öyle güzel bir yorgunadamdı ki babam,
şöyle bir gülüşüyle ve susuşuyla
emeği, ekmeği, barışı
öğretiverirdi tastamam.”
Ama babamdan daha yorgundu kesin! Zira babam, bütün çocuklarından önce ayrılmıştı hayattan; o ise, yaşarken gömmüştü çocuklarını. Ceza almıştı ve süren davaları vardı, örgüt üyeliğinden, yardım ve yataklıktan, propagandadan.
Sonra bir kadın tanıdım, beyaz tülbendi ve Arapçasıyla anneme benziyordu. Zaten annem kadar yakınmış bana, kendini tanıtınca öğrendim. Çocukluğumun ve ilk gençliğimin çok tanıdık evlerinden birinden geliyordu, en can dostlarımdan birinin ablasıydı. O da, yaşarken çocuklarını gömenlerdendi! Ceza almıştı ve süren davaları vardı, örgüt üyeliğinden, yardım ve yataklıktan, propagandadan.
Kendi memleketinde sürgün milyonlarca Kürt var; en az bu iki insan ve oralardaki başkaları kadar derin onların da sızıları! Yine de, bir fark var; “sürgün çınar” mı desem, “hatıralardan sürgün edilme” mi desem, bilmiyorum, bir fark var işte! Belki de, memleketin “normalleşme”den ne denli uzak olduğunu yüzüme çarpmasındandır bu fark, bilemiyorum.
Seçimlere ne kaldı ki şurada! BDP’nin desteklediği bağımsız adaylar için; Emek, Özgürlük ve Demokrasi Bloğu için seçim çalışmalarına katılan Kürtleri düşünüyorum. Onların arasında, o iki sürgün ağaç gibi sızılı olanları canlandırıyorum gözümde. Mesela, bir kadın (anne mi desem yoksa)! İlk kızı kadar genç, en az onun kadar güzel! Sokak sokak, kapı kapı dolaşırken, sadece seçim broşürlerini mi dağıtıyor! Değil bence! İçine gömdüğü sızıları paylaşmaya davet ediyor önüne çıkan insanları!
Ben oyumu bu insanlara vereceğim! Bu tercihim için, başka sebeplerim, güçlü gerekçelerim de var. Bunları, yeri geldiğinde, dilim döndüğünce anlattım. Şimdi en duru sebebimi söylüyorum: Bu sızıları, bu memleketin dönüştürücü hakikati haline getirmek!
Turgut Uyar’dan ilhamla söylersek; “büyük bir ateş yakıp ölülerimizi toplamak için”:
Ve kuytularda, dağlarda, alanlarda
Akıtılan ve akıp giden kanlarda
Bir sabah büyük ateşler yanınca
Eller temizlenecektir
Bir tören olacaktır
Ölülerimiz toplanacaktır.