4 Mayıs 2011Taraf Gazetesi
Muktedirlerin zaferleri beni ürkütür. Zafer çığlığı atan, zaferini kutlayan bir muktedir, bana korkudan çok, tiksinti verir. Zira muzaffer bir muktedirin sevinç gösterisi, pervasızlığın hoyratça dışavurumundan öte bir anlam taşır. Gücü kutsama ayinidir bu aslında. Hakkın ve haklılığın tek kaynağının “güç” olduğunu herkeslere kabul ettirmeyi hedefleyen bir “kötülük töreni” de diyebiliriz buna. “Kazandım, o halde haklıyım” demenin en kaba biçimidir burada karşımızda duran.
Zaferini suhuletle yaşama rolü yapan bir muktedir ise, en korkutucu olanıdır benim için. Zira zaferi esasen gücüne dayansa da, bu gerçeği karartma niyeti saklıdır o makul ve mutedil pozlarda. “Kazandım, çünkü haklıydım” ya da “Haklı olduğum için kazandım” demeye getirmektedir.
Muktedir, sahip olduğu kahredici gücü, sadece rakiplerini/ hasımlarını/ düşmanlarını cismen yok etmek için kullanmaz. Bir de, bilhassa kapışmayı seyredenlerin hafızalarına hükmetmek, o hafızaları yeniden kurmak için yararlanır o güçten. Böylece bir “öncesizlik” yaratır; seyredenlerin gözlerinin ve zihinlerinin o “kader ânı”na sabitlenmesini sağlar. Artık tek bir gerçek vardır: Rakip/ hasım/ düşman yenilmiştir. Bu kapışmanın sebepleri, rakibin/ hasmın/ düşmanın nereden geldiği, o kapışmaya nasıl girdiği, kimleri nasıl dâhil ettiği artık önemsizdir.
Usame bin Ladin’in öldürülmesi olayı, bu eski oyunun yeni bir temsili gibi duruyor. Bin Ladin’e ağıt yakacak değilim. Her şeyiyle, fikir dünyamın ve eylem algımın çok uzağında, hatta çoğu yerde tam karşısında duran bir figürdür bin Ladin. Mesela bir Robin Hood değildir. Ondan vazgeçtim; V for Vendetta filmindeki V’yi azıcık andırsaydı, o azıcıklık oranında sempatimi çelebilirdi belki.
Oysa tam tersine, muktedirlerin kirli oyun dünyasında büyümüş; bu nedenle, onların dilini iyi öğrenmiş biriydi o. Rakip/ hasım/ düşman cephesiyle baş etmenin tek yolunun, onların kıyıcı karakterini temellük etmekten ve bunu götürebileceği en uç noktaya taşımaktan geçtiğine inanmış bir hareketin kurucusu ve lideriydi. “Zalimi, ancak onun yöntemlerini, mümkünse ondan daha acımasız bir şekilde uygulayarak alt edebilirsin” şiarına sıkıca sarıldığını gösteren pek çok kıyıcı eylemi vardır El Kaide’nin.
Lakin bütün bunlar, Usame bin Ladin’in öldürülmesini gözü kapalı kutlamayı gerektirmez; hele de onu öldüren muktedirin zafer şenliğine katılmayı hiç haklı kılmaz.
İkiz Kulelere o dehşet verici saldırıların düzenlendiği dönemin ABD’sini yönetenler ve onların ideologları; bin Ladin’i “mutlak kötülüğün saf sureti” haline getirmişlerdi. Oysa o saldırıları, dünyanın çeşitli yerlerinde sevinçle karşılayan milyonlar vardı ve onların gözünde bin Ladin, hiç de kötülüğün sembolü değildi. Bush yönetimi, 11 Eylül gibi büyük bir insanlık trajedisinin bunca insan tarafından bir tür “hak yerini buldu” algısıyla alkışlanmasının ardındaki nedenleri sorgulamaya yanaşmadı. Bu bir yana, o nefretin ve öfkenin sebeplerini ve dinamiklerini sorgulamayı engellemeye de çalıştı. Konuyu enine boyuna tartışmak isteyenlerin, saldırıları meşrulaştırdığını iddia ederek, bir bakıma ölü istismarcılığı yaptı.
Ardından olanlar ise ortada! ABD yönetimi, kendi toplumunun 11 Eylül saldırılarından duyduğu acıyı ve öfkeyi, “intikam”la dindirmeye ve doyurmaya kalkıştı. “Adalet” kisvesi altında, silah ve enerji endüstrisinin çıkarlarını kollamaya yöneldiği apaçık olan operasyonlar düzenledi. Milyonla ifade edilen sivilin yok edildiği savaşlar başlattı. Bu savaşlarda, sırtını Ortadoğu’nun kanlı diktatörlerine dayadı. İsrail’in Filistin halkına uyguladığı sınırsız zulme arka çıktı.
ABD böyle yaptıkça, başta Müslüman âlemi olmak üzere, dünyanın başka yerlerindeki mağdurların öfkesi büyüdü. Bu öfkenin, El Kaide’yi ayakta tutan en önemli kaynaklardan biri olduğunu söylemekte bir abartı yoktur herhalde.
Bin Ladin’in öldürülmesiyle, “adaletin yerini bulduğu”nu söyleyenler, olayın arka fonundaki devasa adaletsizliklerin üstünü örtmeye –bilerek veya bilmeyerek- katkı sunuyorlar. Bin Ladin’in öldürülmesiyle El Kaide’nin yok olacağını söyleyenler ise, kendi kendilerini kandırıyorlar. El Kaide’nin veya benzer yapıların sonunu getirecek şey, esas olarak, Ortadoğu’da ve dünyada baskının, zulmün, yoksulluğun beslendiği ilişkileri ve şartları dönüştürmektir. Gerçek “adalet” budur! Hangi yöntemle olursa olsun hep haklı çıkmak isteyen muktedirler, bunu idrak edecek “asalet”ten çok uzak görünüyorlar.
Kim bilir kaç kere andığım bir kitaba, Georg Simmel imzalı Öncesizliğin ve Sonrasızlığın Işığında An Resimleri adlı küçük hazineye bir kez daha başvurmak istiyorum. Bu “felsefi minyatürler”, daha doğrusu “meseller” kitabının başlığı şöyledir: Hak – Bir trajedi fragmanı.
Simmel, bu meselde, istemediği halde, sürekli haklı çıkan bir adamın trajedisini anlatır: “O hep haklı çıkmayı istemek için fazla seviyeliydi, zira böyle bir istek soyluluktan uzak olunduğunu gösterir: İnsanın özdeğer duygusunun hiçbir sarsıntıya ve hiçbir kısıntıya tahammülü olmadığını ve tek bir geri adım atma zorunluluğunun bile tüm içsel varoluşunu tehlikeye soktuğunu gösterir.”
Simmel, istemediği halde hep haklı çıkan birinin bile, salt bu sebeple yok olmaktan kurtulamadığını hatırlatır. Bize de, haklı çıkmak için her şeyi bile isteye yapanların sonunun daha beter olacağını hatırlatmak düşer.