Meşkukiyet, mesuliyet, meşruiyet

-
Aa
+
a
a
a

8 Mart 2011Taraf Gazetesi

İki hafta önceki yazımda, Odatv baskını ve sonrasıyla ilgili tartışmaları “mağduriyet, masumiyet, meşruiyet” kavramları üzerinden değerlendirmeye çalışmıştım. Bu arada, başka olaylar yaşandı; o gün başlayan dalga yeni boyutlar kazandı. Özellikle Ahmet Şık ve Nedim Şener’in evlerine düzenlenen baskınlar, ardından gelen gözaltı ve tutuklamalar, tam anlamıyla sarsıntı yarattı. Bu gelişmeleri de, yine üçlü bir kavram setiyle tartışmak istiyorum: Meşkukiyet, mesuliyet, meşruiyet!

“Meşkukiyet”le başlayalım! Kelimeyi tanımayanlar olabilir; hemen açıklayayım. Şüphelilik, şüpheli olma hali anlamına geliyor bu kelime.

Şık ve Şener’in de aralarına bulunduğu şahıslar, “Ergenekon üyesi oldukları şüphesi”yle bir operasyona maruz kaldılar. Şık ve Şener’in gözaltına alınıp tutuklanmaları büyük tepki çekti. Bu tepkileri dile getirenlerin büyük bir kısmı, Şık ve Şener’in mesleki geçmişlerine ve siyasi duruşlarına dikkat çekerek, kendilerinin Ergenekon’la ilişkilendirilmesini öfke veya en azından şaşkınlıkla karşıladı. Sonuç itibariyle, bu operasyonun üzerine şüphe bulutlarının ağır gölgesi düştü.

Ergenekon sürecinin tamamını değersizleştirmek için her türlü gayreti gösteren bir kesim zaten var. Bunların dertleri herkesin malumu! Lakin son operasyona “şüphe”yle yaklaşanların önemli bir bölümünün bunlarla bir alakası yok! Tam tersine, Ergenekon soruşturmalarını başından beri destekleyen, demokratikleşme yolunda tarihî bir fırsat sayan insanlar ve gruplar sözkonusu burada. Bu çevrenin ortak paydalarından biri, Ergenekon soruşturmalarının başka hesaplara alet edilmesi kaygısıdır. Buradaki “şüphe” sır değildir: AKP’nin ve bilhassa Fethullah Gülen Cemaati’nin, kendilerine karşı “sert muhalefet” yürüten kişileri susturma gayreti!

Gerçi bu “şüphe” yeni değil; ancak son operasyon bağlamında onu güçlendiren bir faktör var. Şık ve Şener, polis teşkilatı içindeki cemaat örgütlenmesini didikleyen çalışmalar yapıyorlardı.

Şık ve Şener’in basında yer alan sorgu tutanakları doğruysa, kendilerine yöneltilen soruların, bu “şüphe”yi haklı çıkaracak nitelikte olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim.

Gelelim “mesuliyet”e, yani sorumluluk meselesine! Operasyona gösterilen tepkiler karşısında, başta Başbakan birçok Bakan ve AKP Temsilcisi savunma refleksiyle, sorumluluğu yargıya attılar. Olup bitenler yargının tasarrufuymuş, yargı bağımsızmış, hükümet ona karışamazmış!

Bu açıklama şekli, operasyon üzerindeki, “şüpheleri” gidermeye değil, ancak daha da kuvvetlendirmeye hizmet edebilir. Zira yargı pratiğini azıcık bilen herkes, soruşturmaların bütünüyle polisin verdiği bilgi ve belgelere dayandığını da bilir. Evet, arama ve gözaltı karaları yargıdan çıkar; ama bu kararların temeli bütünüyle polis tarafından hazırlanır. Polis hükümete bağlı olduğuna göre, siyasi sorumluluğun hükümette olması noktasında bir “şüphe” yok aslında!

KCK operasyonlarıyla ilgili tartışmaları hatırlayalım! İlk andan bugüne kadar yazılan ve konuşulanlar şöyle bir bakarsak, bu operasyonların Polis teşkilatı içinde planlanıp hazırlandığı konusunda neredeyse hiç şüphe kalmadığını söyleyebiliriz.

Sıra “meşruiyet”te! Ergenekon operasyonlarının meşruiyeti, iki alandaki ölçütlere bağlıdır. Siyaseten, bu operasyonlar ve sürecin tamamı, demokratikleşmeye ve hukuk devletini yerleştirmeye hizmet ettiğine olan inanç dolayısıyla, geniş kabul ve destek gördü. Siyasi meşruiyetin devamı bu inancın aynı yaygınlıkta korunmasına bağlıdır. Araya başka hesaplar girerse, yani “şüphe” yaratan işler yapılırsa, bu inanç hızla kaybolmaya başlar. Bu konuda en ince mesuliyet, soruşturma ve yargılama aşamalarını yürütenlerdedir. Onlar “şüphe”li faaliyet ve tutumları, sürecin can damarlarının tıkanmasına yol açabilir. Hiçbir güç veya çevre, bu sürece onlardan daha fazla zarar verme imkânına sahip değildir. Toplumsal vicdanı rahatsız eden, Ergenekon sürecine dair meşruiyet algısını zedeleyen durumlar karşısında, soruşturma ve yargılama faaliyetini yürüten aktörlere düşen görev, şüphe yaratacak tutumlardan özenle kaçınmak ve doğmuş şüpheleri gidermektir.

Polis teşkilatındaki her türlü hukuksuzluğun faturası, hiç şüphesiz hükümete çıkarılır. Hükümet, parlamenter ve kamusal araçlarla mesuliyetinin gereğini yapmaya belli ölçülerde zorlanabilir. Ancak yargı üzerinde denetim imkânları çok daha sınırlıdır; çoğu da iç-kapalı devre niteliğindedir. Bu nedenle, yargının kamusal-toplumsal denetimi, her zaman adalet ve hakkaniyet açısından hayatî önemdedir. Yargı mensuplarının işlem ve eylemlerinin kamuoyunda tartışılması, yani toplumsal gözetim altına alınması; yargıya meşkukiyetten kurtulması, mesuliyetini idrak etmesi ve meşruiyet zemininde kalması için çok önemli bir dayanaktır.

Savcı Zekeriya Öz’ün son açıklamasını, bu bakımdan yersiz, isabetsiz ve dahi tehlikeli bulduğumu söyleyeyim. Kamuoyunu “sindirmeye yönelik bir tehdit” olarak değerlendirilmeye çok müsait olan bu açıklama, anlatmaya çalıştığım çerçevede şüpheleri arttırmaktan ve meşruiyeti zayıflatmaktan başka bir işe yaramaz! Hem Savcı Öz ve ekibinin şimdiye kadarki değerli çalışmalarına hem de toplumdaki demokratikleşme umutlarına gölge düşürmeye müsait bu tavır, mesuliyetle bağdaşmıyor, ne yazık ki!