Nedir bizim tek gerçeğimiz

-
Aa
+
a
a
a

5 Ocak 2011Taraf Gazetesi

Demokratik özerklik” ve “iki dillilik” üzerinden başlayan tartışmaların seyri, Rilke’nin bir dizesini getiriyor aklıma: “Gece mi tek gerçeğimiz?

Hayır, “karanlık bir döneme” girdiğimizi düşündüğümden değil! Zaten bu tartışmalarla bu dize arasındaki bağlantıyı “gece” kelimesi üzerinden kurmadım. Esasen “gece”nin bir “kötülükler metaforu” olarak kullanılmasına da şiddetle karşıyım. “Gece” benim için mesela Turgut Uyar’ın Gecenindir şiirinde anlattığı gibi, eli öpülesi bir şeydir. Şimdi bıraksam kendimi, bu yazı “geceye methiye” olarak akar gider; ama bugün yazmak istediğim konu başka.

Dizenin zihnimi çelmesinin nedeni, “tek gerçeğimiz” sözlerinde saklı. Buradaki soruyu önce şöyle uyarladım: “Nedir bizim tek gerçeğimiz?” Açıkçası, dizenin melodisini vermedi bu uyarlama. Ben de yenisini denedim: “Milliyetçilik mi bizim tek gerçeğimiz?” Ritim açısından bu da başarılı bir tahvil sayılmaz; lakin meramımı anlatmaya başlamak için iyi bir tutamak sunuyor.

DTK’nın “demokratik özerklik projesi taslağı”nı tartışmaya açarken seçtiği zamanlama, kullandığı üslup, vurguladığı kavramlar ve simgeler çok eleştirildi. Bu eleştirilerin büyük bir kısmına ben de katılıyorum. Şayet tartışmalar eleştiri çerçevesinde kalsaydı, siyasal kültürün demokratik yönde gelişmesi açısından çok da iyi olurdu. Medeni bir tartışma, genel kamuoyunun “tabularla yüzleşme”sini teşvik edebilirdi. Sarsıcı fiiller üzerinden değil, uç sayılabilecek fikirler üzerinden yaşanacak bir yüzleşme ise, çözüm için hayati önem taşıyan “toplumsal müzakere kanalları”nın açılmasına ciddi katkı sunardı.

Öte yandan, Kürt siyasal hareketi, pek de alışık olmadığımız bir şekilde kendisinin de pek alışık olmadığı bir tarzda eleştirilme sürecini kendi eliyle başlatmıştı. Çalıştaya katılanların ısrarla altını çizdikleri gibi, “taslak” birçok açıdan sorgulanmış ve kıyasıya eleştirilmişti. Bunun “silahtan demokratik siyasete geçiş” için değerli bir tecrübeye evrilmesi hiç de zor değil.

Ne yazık ki, olaylar böyle gelişmedi. Önce bir “infial havası” yaratıldı; tıpkı Habur’dan sonra yapıldığı gibi. Bu havanın büyük bir kısmının şişirme olduğu kanısındayım; tıpkı Habur olayındaki gibi. Bu hava, sistemin bütün aktörlerine “aslî gerçekliğimiz” etrafında hızla toplanmak için bulunmaz bir fırsat sundu. Bu “gerçeklik”ten mülhem bir hamaset ve belagat yarışı başladı.AKP, milliyetçiliğin kadim sloganı olan “teklikler”i sıralamaya başladı yüksek sesle. Başbakan Erdoğan ve partinin başka temsilcileri, işi tehdide kadar vardırdılar. Ama “tehdit yarışı”nda MHP’yi yakalamaları imkânsızdı. Nitekim Devlet Bahçeli, “Türk milletinin sabrının taştığı”ndan, bu tartışmaları başlatanların bu “öfke”nin hedefi olacaklarından dem vurdu.

Bir süredir uykuya dalmış izlenimi veren MGK’nın devreye girmesi ise ayrı bir vakadır. Bu hamlenin AKP’den geldiği; AKP’nin buradaki hesabının, “devleti sahiplendiğimesajı”nı vermek olduğu söylenebilir. Bu hesap, milliyetçi sahayı MHP’ye kaptırmama argümanıyla meşrulaştırıldı.

Milliyetçi hamasetin böylesine rağbet görmesi, milliyetçiliğin “tek gerçekliğimiz” olmasından mı kaynaklanıyor gerçekten? Yani toplumda milliyetçilik çok güçlü olduğu için mi, AKP gibi kendisini aslen milliyetçilikle tanımlamayan bir siyasi aktör dahi hızla bu dile sarılıyor?

Ben bu alandaki bağlantının daha çok tersten işlediğini düşünüyorum. AKP gibi aktörler, meselelerin çetin boyutlarıyla yüzleşmekten kaçmak için, ihtiyaç duyduklarında tabulara sarılıyorlar; onlar tabulara sarıldıkça, tabular daha da pekişiyor. Böylece Kürt sorunu gibi zor bir meselenin çözümüne giden yola bir sürü engel döşeniyor.

AKP’nin bu ve benzer olaylardaki tavrı, bana tuhaf, hatta iç karartıcı bir oyun gibi geliyor. Kürt sorununu çözebilmek için, milliyetçiliğin kıskacından kurtulmamız gerekiyor. Ama AKP’nin çözümü kolaylaştırmak adına yaptığı şey milliyetçiliğin duvarlarına tuğla koymak oluyor. Demokratikleşme için vesayet kurumlarının gölgesini siyasal alanın üzerinden kaldırmak gerekiyor. Ama AKP, demokratikleşmeyi sürdürme adına, vesayet kurumlarını devreye sokmakta beis görmüyor.

Kısacası yine araçlar-amaçlar meselesine gelip dayanıyoruz. Lakin iyi amaçlar için, kötü araçlara katlanmayı telkin eden anlayışın, en başta o amaçların iyiliğini yok ettiğini hatırdan çıkarmamak lazım!

Olayların akışına Kürt siyasal hareketi açısından baktığımızda da, karşımıza tuhaf, hatta iç karartıcı bir manzara çıkıyor. “Demokratik özerklik projesi”nin fikrî mimari olan Öcalan, tepkiler üzerine, faturayı DTK ve BDP’ye kesiyor. Öcalan’ın bu çıkışının, “gerilimi düşürmek” adına olumlu olduğu elbette söylenebilir. Lakin çözüm sürecinin demokratik temelde gelişmesi açısından, aynı değerlendirmeyi yapmak mümkün mü?Devlet aklı” dediğimiz kavramın kökleri, amacın araçları meşru kıldığı kabulünde yatıyor; hem tarihsel olarak, hem de teorik açıdan. Bu akıl, bu topraklarda boy veren bütün siyasi aktörleri öyle ya da böyle cezbediyor. Yoksa bu mu bizim tek/aslî gerçeğimiz?

Bu noktada sözü, “devlet aklı”na ilişkin en önemli kaynak, hatta bir başyapıt olarak kabul edilen kitabın müellifi Meinecke’ye bırakmak gerekir: Etik değerlerin ihlalinin yarattığı sürekli bir “kirlenme”, “devlet aklı”nın özünde mevcuttur.