Almanya'dan Türkiye'ye çokkültürlülük tartışması

-
Aa
+
a
a
a

27 Ekim 2010

Taraf

Yabancılar/göçmenler ve entegrasyon meselesi, Almanya için yeni bir konu değil. Ancak son zamanlarda bu tartışma yeni boyutlar kazandı. Hatta Hessen Eyaleti’nin Hıristiyan Demokrat (CDU) Başbakanı Volker Bouffier de, parlamentodaki konuşmasında “entegrasyon tartışmasının henüz başında olduklarını” vurguladı.

 

Almanya’da son 40 yılda en çok konuşulan konularla ilgili bir anket yapılsa, bu mesele ilk beş arasında yer alacaktır. Buna rağmen, “tartışmanın yeni başladığını” söylemek bir paradoks gibi görünebilir, ama değil. Zira Almanya, bu sorunla gerçek anlamda yüzleşmeye yeni başladı.

 

“İthal işçiler”, uzun süre “misafir” olarak algılandılar ve öyle adlandırıldılar. Bu algıya göre, her “misafir” gibi onlar da gün gelecek, geri döneceklerdi. Bu nedenle, Almanya’ya “entegre” olmalarını sağlamak için özel programlar geliştirmeye gerek yoktu. “Asimilasyon” için çaba harcamak da anlamsızdı.

 

Ama bu hesap tutmadı. Gelenler geri dönmedikleri gibi, başkalarını da Almanya’ya çektiler. Yüksek doğurganlık oranının da etkisiyle sürekli çoğaldılar. İltica ve göçmenlik faktörleriyle birlikte, Almanya’da yaşayan “yabancı” sayısı toplam nüfusun yüzde beşine ulaşmış durumda. Bunların yarıya yakını Alman vatandaşlığına sahip!

 

Bu geniş topluluk, kendi kültürel kimliğiyle daha fazla görünür olmaya, bu yönde taleplerde bulunmaya başlayınca, özellikle sağcı çevrelerin gözünde “bir sorun kaynağı” haline geldi.

 

Bu noktada bir ayrım yapmak gerekiyor. “Sorun olarak görülenler”, esas itibariyle Müslüman ülkelerden gelenler; sorunun kendisi de, “İslam’ın Almanya’da nasıl konumlandırılacağı”.

 

Almanya’nın yeni Cumhurbaşkanı Christian Wulff, Almanya’nın birleşmesi vesilesiyle yaptığı konuşmada, “İslam da Almanya’ya aittir” dedi. Böylece, Merkez Bankası yönetim kurulu (eski) üyesi Thilo Sarrazin’in “Almanya Kendini Yok Ediyor” başlıklı kitabı üzerine bu yaz yoğunlaşan tartışmaları iyice alevlendirdi. Bu konuşma, kendi partisi CDU’da tepkiyle karşılandı. Nihayet Başbakan Merkel’in “çokkültürlülük öldü” manşetiyle duyurulan açıklaması geldi. (Bu tartışmalarla ilgili gayet iyi bir değerlendirme için Ahmet İnsel’in Radikal İki’de bu hafta yayımlanan “Çokkültürlülük dışarı mı?” başlıklı yazısına bakılabilir.)

 

Bu tartışmaların özünü nerede aramak gerekiyor? Bu sorunun en iyi cevabını, Hıristiyan Sosyal Birlik’in (CSU) Bavyera’daki bakanlarından Christine Haderthauer’dan aldım. 7 ekimde Alman Parlamentosu’nda bu konuyla ilgili “özel rapor”un tartışıldığı oturumda Haderthauer, Cumhurbaşkanı’nın konuşmasını eleştirdi ve “din özgürlüğünü din eşitliğine dönüştürme çabalarına karşı uyarı”da bulundu. Demek istiyor ki, din özgürlüğünü tanıma bağlamında düzenlemeler yapılabilir; ama bunu bütün dinleri eşit sayma noktasına götürmek kabul edilemez.

 

İlginçtir, bunca yıllık tartışmaya rağmen, Haderthauer’ın bu konuşmayı yaptığı parlamento oturumuna sunulan “özel rapor”, “Almanya’daki Yabancıların Durumu” başlığını taşıyor. “Göçmen arka plana sahip” insanların, hâlâ bu toplumun “aslî ve eşit” unsurları olarak görülmediğinin hazin bir itirafıdır bu.

 

Esasen farklı tonlamalarla da olsa, sağ cenahın en hassas olduğu husus, “egemen kültür”ün (Leitkultur) mutlak önceliğinin korunmasıdır. Bu anlayışa göre, hiçbir kültür ve özellikle İslam, bu “egemen kültür” karşısında eşitlik talebinde bulunamaz. Bu üstünlük ve öncelikten vazgeçilirse, Almanya yok olur.

 

Kimlik ve çoğulculuk eksenli sorunları çözümsüzlüğe veya çıkmaz sokaklara sürükleyen anlayışı bundan daha iyi özetlemek çok zordur. “Mutlak üstünlük ve öncelik iddiasına dayalı egemen kültür paradigması”, başka kültürleri eşit kabul etmenin önündeki en büyük engeldir. Böyle bir paradigmanın geçerli olduğu toplumlarda, “öteki kültürler”e belli özgürlükler tanınabilir; ama eşitlik asla! Oysa çoğulcu demokrasiye en uygun çözüm, “egemen kültür” iddiasını terk etmek ve bütün kültürlerin eşit katkısına açık “yeni bir birliktelik” modeli oluşturmaktır.

 

Şüphesiz bu söylediklerim, Kürt sorunu için öncelikle ve özellikle geçerlidir. Bu yolun aksine gidildiği takdirde, bilerek ya da bilmeyerek ırkçılık tuzağına düşmek kaçınılmazdır. Thilo Sarrazin, bunun tipik bir örneğidir. Sosyal Demokrat Parti üyesi olan Sarrazin, “Müslümanların genetik olarak daha düşük zekâ düzeyinde”, dolayısıyla da “kültürsüz/cahil” oldukları ve bu durumu eğitimle düzeltmenin de mümkün olmadığı sonucuna varan değerlendirmeler yapıyor. Önerdiği çözüm de, “bu düşük zekâlılar”ın giderek yok olacağı “seleksiyon”dan başka bir şey değil.

 

Bu Sarrazinler bize hiç yabancı değiller; geçmişte de epeyce varlardı, bugün de! Eskilerden bir örnek istiyorsanız, Sarrazin’le pek benzeşen fikirler serdeden dönemin Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü Saraçoğlu’yu zikredeyim:

 

“Kendi (Kürt) davaları açısından kültürel düzeyleri çok düşük, zihniyetleri çok geri, Türkiye’nin genel politik yapısı içinde yer alamazlar... Daha ileri ve daha kültürlü Türkler ile rekabet içinde yaşam mücadelesi vermeye ekonomik olarak uygun olmadıkları için azalıp tükenecekler... Gidebilenler İran ve Irak’a göç edecekler, geri kalanlar ise yalnızca zayıf olanın tutunamaması ilkesine tâbi olacaklar.”