Yargıtay Başsavcısı devlet mi?

-
Aa
+
a
a
a

10 Nisan 2010Radikal

Çocukluğumdan beri ‘temyiz mahkemesi’ lafından çekinirim. Babam milli emlak memurluğundan bir sürgün nedeniyle istifa etmiş ve o günün deyimiyle ‘dava takipçiliği’ne başlamıştı.

 

O yıllarda avukatlık henüz yaygın olmadığı için baro kurulamayan yerlerde ‘dava vekilliği’ diye bir kurum vardı. Belli bir eğitim düzeyindeki insanlar davalara girip vekillik yapabiliyorlardı.

 

Bir davanın temyizde (şimdiki deyimle Yargıtay’da) olması o davanın kutsal bir yere gitmiş olduğu anlamına gelirdi. Bu davaların peşinde koşan babam, benim de hukukçu olmamı isterdi. Elindeki dava dosyalarını bana devretmeye niyetli olduğu için böyle bir istek duyuyordu. Babam muradına eremedi, ben hukuk yerine siyasal okumayı yeğledim. Zaten babamı genç yaşta henüz üniversitede okurken yitirdim.

 

Yargıtay Başsavcısı’nın Anayasa değişikliğine ilişkin açıklamasını okurken babamı anımsadım. ‘Oğlum ben sana hukukçu ol demiştim’ sözleri kulaklarımda çınladı. ‘Yarın kapatma davası

 

açacak’ diye muhaliflerin AKP’yi korkuttukları isimden söz ediyorum.

 

Abdurrahman Yalçınkaya, değişikliğe ilişkin görüşlerini açıklamış. Ona kalsa Anayasa’nın

 

hiçbir maddesinin değiştirilmemesi gerekiyor. Deşğitirilecekse bir tek Adalet Bakanı ile

 

Müsteşar, Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu üyeliğinden çekilmeli o kadar. Özellikle de kendi yetkilerine dokunulmasını kesinlikle onaylamadığı, yaptığı açıklamadan anlaşılıyor.

 

“Savcılar kamu davası açmakla yükümlüdür” diyen Yargıtay Başsavcısı, “Kimse de bunu engelleyemez, Avrupa’da böyle bir uygulama yoktur” şeklinde bir değerlendirmede bulunuyor. Avrupa’nın birçok ülkesinde parti kapatma davalarının meclislerin denetimi altında olduğunu biliyoruz.

 

***

 

Türkiye’nin yargıçları ve savcıları, demokrasiye karşı ‘devlet’i savunmaktan asla vazgeçmiyorlar. Çünkü kendilerini devlet olarak görüyorlar.

 

‘Hukukun üstünlüğü’ teorisini, bizim üst yargı mensupları, yargıçların toplumun demokratik taleplerinin üstünde olması şeklinde algılıyorlar. Türkiye’de yargıçlar ve savcılar hukukun üstünlüğünden kendi üstünlüklerini anlıyorlar.

 

İnsan hakları, demokrasi, hukukun üstünlüğü vb. gibi kavramlar onlar için her zaman ‘otoriter devlet’ten sonra gelen kavramlar. Onlar ‘kutsal devlet’ teorisinin uygulayıcıları olarak öne çıkmışlar, bu tercihleri sayesinde bulundukları mevkilere gelmişlerdir. Onlara benzemeyen, hukuk duyarlığı olan, demokrasi duyarlığı olan savcı ve yargıçlar ise daha ilk kademelerde elenerek tasfiye edilmişlerdir.

 

O koltukların sahipleri, olağanüstü özverilerde bulundukları için, büyük bir bilimsel donanıma sahip oldukları için ya da ‘güven veren kimlikleri’ sayesinde sahip olmadılar o koltuklara. Siyasi ve ideolojik tercihleri sayesinde sahip oldular.

 

Yargıçların belirlenmesi sırasında siyasi kriterlerin oynadığı rolün eleştirildiği tek ülke Türkiye değil, hatta gelişmiş demokrasilerde bile bu tarz konular zaman zaman tartışma yaratabiliyor. Ama Türkiye’deki sistemin ‘demokrasiye ne kadar karşı olursan o kadar yükselirsin’ prensibiyle çalışıyor olması, Türkiye’yi demokrasiden çok farklı bir yere koyuyor. Türkiye devleti bugüne kadar, bu tarz yargı mensuplarının, askerlerin, sivil bürokratların ve siyasetçilerin egemenliğinde yönetildi. Onlar devletti, biz ise güdülmesi, yola getirilmesi, gerektiğinde cezalandırılması gereken zararlılardık.

 

Abdurrahman Yalçınkaya’yı anlıyorum. O ‘yüce devlet’in en tepesindeki isimlerden birisi. O hesap sorar, ama ondan hesap sorulamaz. O parti kapatma davası açar, ona kimse engel olamaz. O, bizim hakkımızda neyin iyi neyin kötü olduğuna karar verme yetkisine sahip olan kutsal bir iktidar odağıdır.