Türkiye'de Gündelik Hayatın Olağanı: Faşizm

-
Aa
+
a
a
a
Firat DinçBianetKapitalizm’den söz etmek istemeyen kişi faşizm kelimesini ağzına almamalıdır”                                                          Max Horkheimer  
“Faşizm, talihini biraz da, hasımlarının ilerleme adına onu tarihsel bir norm gibi görmelerine borçludur. Yirminci yüzyılda bu yaşadıklarımızın ‘hâlâ’ nasıl mümkün olduğuna şaşmak, felsefi bir bakış değildir”                                                           Walter Benjamin

Bu yazıda amaçlanan yukarıdaki epigramlardan hareketle kapitalizm-faşizm arasındaki derin bağları anlatmak değil. Yine bu yazıda amaçlanan tarihin belli momentlerinde istisnai durum olarak karşımıza çıkan faşizmin, sosyal hareketleri bastırmak adına devlet’in ve finans kapital’in maşası olarak kullanıldığını anlatmak da değil.

Yukarıdaki epigramların yazarları faşizmin tırpanından geçmiş, biri (Horkheimer) kaçarak kurtulmayı başarmış, diğeri (Benjamin) ise kaçma yolunda nazi’lere yakalanacağını düşünerek intiharı seçmiş kişiler.

Ama yine de bu yazıda amaçlanan yukarıdaki yazarların hayat hikayelerinin aslında faşizmin birer belgesi olduğunu söylemek ya da Türkiyeli aydınların bahsi geçen yazarların yaşamlarına paralel yaşamları yıllardır faşist tepkinin en çıplak öznesi olarak toplum tarafından yetim bırakılarak sürdürdüklerini (ya da sürdüremediklerini) anlatmak da değil.

Günlük faşizmin somutlaştığı masumane anlar 

Bu yazı sadece Türkiye’deki gündelik hayattan bir kesiti anlatmayı amaçlıyor. O açıdan bu yazıya masum bir yazı da denebilir. Yazarın amacı da zaten en masum gözüken ve hiç yönlendirmesiz deneyimini aktararak gündelik faşizmin en masumane anlarda dahi ne denli somut olduğunu gösterebilmektir. Yukarıdaki iki epigram ise anlatılacak olan deneyimi açıklamada belki okura yardımı dokunur diye seçilmiştir.

Osmanbey Caddesi üzerindeki bir simit evinin üst katında ertesi gün için bitirmem gereken bir makaleyi okurken ve bir yandan da birşeyler atıştırırken hemen yan masadaki 60 yaş üstü, iyi giyimli, makyajlı ve fularılı iki kadın harertli konuşmaları ile dikkatimi dağıttılar.

Kadınlar ellerinde bir turizm şirketinin Kurban bayramı için hazırladığı tatil paketlerine göz atarken sarı saçlı ve biraz daha yaşlıca olanı diğerine sabah yaşadığı olayı anlatıyordu heyecanlı bir biçimde. Sabah uyanır uyanmaz telefonuna kızından bir mesaj gelmişti ve mesajda “16 askerimiz şehit, acımız büyük” yazıyordu. Kadın bu mesajı görünce yaşadığı fiziki travma’yı simit evin’de mizansenleştiriyor ve ayılıp bayıldığını anlatmaya çalışıyordu.

Üç Kürt öldürdük diye... 

Ama sonra mesajın tarihine bakmıştı ve mesajın bir gün öncesinin mesajı olduğunu görüp yüreğine su serpilmişti. Mesaj neyse ki eskiydi, neyse ki bugün şehit yoktu.

Tam o sırada o ana kadar gözü elindeki tatil paketlerini anlatan broşürde olan diğer kadın lafa girdi ve karşısındakinin yarı mutluluğunu tamlamak adına “bugün neyse ki 33 Kürt’ü öldürmüşler” dedi ve kouşmaya devam etti: “Ermenistan yıllardırca Azerilere yapmadığını bırakmadı ama kimse sesini bile çıkarmadı şimdi bizde şurda üç Kürt öldürdük diye kıyameti koparırlar.”

Benim bu son sözlerden sonra kanım donmuştu, karşısındaki kadın ise bu sözleri onaylar biçimde kafasını salladı. Ardından bu konuda söyleyeceklerini tükettikten sonra referandum’un sonucuyla ilgili memnuniyetsizliklerini paylaştılar ve yüzeysel bir Baykal eleştirisinde mutabık oldular. Bu arada benim de kendileri hakkındaki CHP taraftarı olduklarına dair öngörümü haklı çıkarmış oldular...

Tam o esnada kaldırımın karşı tarafından, yani Agos’un binasının olduğu taraftan bir grup Mecidiyeköy tarafından Taksim tarafına doğru yürüyordu. Genelde lise öğrencilerinin oluşturduğu 80-100 kişilik grubunun etrafında dört-beş tane yaşça daha büyük “abi” direktifleri ile grubu yönlendiriyordu.

Grup önce “Şehitler ölmez vatan bölünmez”, ardından “PKK şaşırma sabrımızı taşırma” Agos binasının tam altına gelince ise “hepimiz Türk’üz hepimiz Mehmetiz” sloganları attılar. O anda Hrant Dink'in hatırası canlandı zihnimde ve bir yandan da Agos binası içindeki çalışanların haleti ruhiyesini tasavvur etmeye çalıştım. Bu “tesadüf” hiç hoşuma gitmedi, sinirli ve üzgün bir biçimde derhal ayrıldım oradan kaldırıma yürümeye başlarken tam karşıma gelen kalabalık “ya allah bismillah allah’ü ekber” diyordu.

"Bugün çok insana bayrak sattım" 

Tüm sinirimi ayaklarıma boşalttım ve hızlı adımlarla Nişantaşından Beşiktaş’a inmeye karar verdim. Çok sinirlenmiş olmalıyım 10 dakika içinde kendimi Teşvikiye Camii’nin önünde buldum.

Caminin tam önünde aslında korsan CD satan bir amca vardı, baktım o da modaya uymuş Türk bayraklarıyla donatmış normalde korsan CD’lerle donattığı tezgahını, ve bayrağın kutsallığının verdiği güçten olacak çekingen işportacı edası yokolmuş, sanki dükkanı gibi kullanmış caminin önünü. Geçmişteki hukukumdan dolayı cesaret edip soruyorum “dayı işler nasıl bugün” diye , hiç duraklamadan yanıtı veriyor “hamdolsun yeğenim, işler çok iyi, bugün bayağı insan bayrak aldı”, ironik bir gülümseme ile hayırlı işler diliyorum, anladı mı bilmiyorum.

Milliyetçiliğin nasıl da önce popülerleştirilip ardından metalaştırıldığını düşünüyorum. Merkez medya kuruluşlarından işadamı, sanayicilere ve esnaflara kadar herkesin bu süreçten nemalandığını görüyorum. Faşizm bu yolla gündelik hayatımıza sızıyor ve “toplumsal hassasiyetler” çıkar amacıyla manipüle edildikçe, sıradanlaşıyor faşizm, olağanlaştırılıyor.

Bunları yazma fikri ile iniyorum arnavut kaldırımlı yokuştan aşağı Beşiktaş’a doğru. Kulağımda simit evi’ndeki iki kadının sohbetinden kalma son hatıra çınlıyor “AA bak ! dört yıldızlı bir otelde, Mısır gezisi. Geceleri çöl eğlenceleri, İskenderiye kütüphanesine ziyaret ve Piramitler bölgesi gezisi, üç gece dört gün uçak bileti dahil sadece 590 euro, çok ucuz!" (FD/NZ)