Siyasal Partilerin Konumu: Sağ/Sol Ekseni Üzerinde Sıralama

-
Aa
+
a
a
a

16 Temmuz 2007

 

Siyasal partileri, sağ/sol ekseni üzerinde konuşlandırarak değerlendirmek alışageldiğimiz bir düşünme biçim. Bu bağlamda sol dediğimizde, piyasa tökezlemelerinin (market failure) toplumsal açıdan yarattığı sakıncaları gidermek için devletin müdahale etmesini ön plana çıkaran siyasal görüşü anlıyoruz. Sol görüşün belirleyici özelliği, toplumsal adalete verdiği önem biçiminde ortaya çıkıyor. Çünkü, piyasanın kendiliğinden toplumsal adaleti sağlayan bir dağılım vermesi olasılığının düşük olduğu düşünülüyor. Gerçi piyasa tökezlemesi bununla sınırlı değil. Kamusal mallar, dışsallıklar, bakışımsız (asimetrik) bilgi vs. gibi pek çok konu daha var. Ancak, gelir/servet dağılımındaki dengesizlikler, genelde, bunlar arasında toplumların en önem verdiği sorun. Sağ görüş ise, devletin tökezlemesinin (government failure) toplumsal açıdan daha sakıncalı olduğunu düşünüyor, onun için serbestlikten yana.

 

Kabaca 1960ların sonunda Türkiye’deki bakış açısı böyleydi diyebilirim. Siyasal partilerin programlarını biçimlendirmeleri de buna pek ters düşmüyordu. Böyle olunca da sağ/sol ekseni bir basitleştirme aracı olarak oldukça işe yarıyordu. Kişiler hem kendi, hem de siyasal partilerin konumlarını çıkarsayabiliyor, hangi partiye ne kadar yakın oldukları konusunda bir fikir edinebiliyorlardı.

 

Arada geçen süre içinde bir şeyler değişti. Her şeyden önce Türkiye’de piyasanın hem etkilediği alan genişledi ve hem de  piyasa daha etkin çalışır hale geldi. Böyle olunca, daha önce piyasa tökezlemesi olarak algıladığımız bazı sorunların piyasanın gelişmemiş ya da iyi çalışmıyor olmasından kaynaklandığını görmeye başladık. “Piyasa çözemez, o halde devlet müdahale etmeli” denilen pek çok konunun, rekabetin olduğu (mükemmel olmasa da) piyasalar söz konusu olduğunda, bir türlü, çözülebildiğine tanık olduk.  Ama piyasa geliştikçe daha önce bilmediğimiz, görmediğimiz yeni sorunlar ortaya çıkmaya başladı. Örneğin kurlar dalgalanmaya başladı, faiz riski yükseldi. Algılanan belirsizlik arttı. Bu durumda karar alıcılar, bilgi yetersizliği sorunuyla karşılaştılar; ne yapacaklarını bilemez  duruma düştüler. Yani asıl piyasa tökezlemesi ile 1980lerden sonra tanışmaya başladık. Bu defa da, piyasanın az gelişmişliğinin toplumsal sakıncalarını girmek üzere tasarlanan devlet müdahelesi programları da derde deva olmamaya başladı. Sonuçta, piyasanın gerçekten işlemeye başlaması karşısında, geleneksel çizgilerini sürdürenler, deyim yerindeyse, çağ dışı kaldılar. Her iki tarafta da... Serbestlikten yana olan görüşler, hem bu konumlarını sürdürüp hem de toplumsal gelişme yönünde verdikleri sözleri nasıl yerine getirecekleri sorununu çözemediler. Devlet müdahalesi yoluyla toplumsal sorunları azaltacağına söz verenler de müdahalenin maliyetinin sandıklarından çok olduğunu gördüler. Üstelik bu durumda devletin nereye ve nasıl müdahele etmesinin gerekiği de artık eskisi gibi apaçık olmaktan çıkmıştı. Ama, her iki grubun da, yollarına devam etmekten başka seçenekleri de yoktu. Böylece amaçları ile olan ilişkisi iyice zayıflamış hatta kopmuş olarak serbestlikten yana olma (sağ) ve devlet müdahalesinden yana olma (sol) kavramları ortada kalakaldı.

 

Özetle piyasa ekonomisinin etkinliğini artırmaya yönelik reformların başarısı, siyasal konumu ne olursa olsun, siyasal partilerin kendilerine özgü iktisat politikaları geliştirip, yürütebilmesini son derece zorlaştırdı. Bu nedenle Türkiye’de 1990ların ikinci yarısından bu yana, tutarlı iktisat politikası uygulamaları sadece krizden kurtulma aşamasında ortaya çıktı. Onlar da zaten “IMF politikaları” olarak  anıldığı için, siyasal partilerle özdeşleşmedi. Onlar da bunu zaten pek istememişlerdi, doğrusu.

 

Tabii bu arada bize geçmişten birer anı olarak kalan “sağ” ve “sol” kavramlarını da ne yapacağımızı bilemedik. Özde bu kavramların anıştırdığı politikaların neyi hedeflediğini pek görüp değerlendirme fırsatımız da olmadığı için, işin bu kısmını zaten unutmuştuk. Geriye ise devlet müdahalesinden yana olmak ya da olmamak kalmıştı. Toplum tarafından ciddiye alınmak isteyen hiç bir siyasal parti, kayıtsız şartsız “devlet müdahalesine karşıyım” ya da “her akla gelen yere devlet müdahale etsin” diye ortaya çıkmayacağına göre, bu ayrım da anlamını yitirdi. Bu anlamda “sağ/sol” ayrımı siyasal tartışmalarda yol gösterici olmaktan çıktı.

 

Oysa, demokratik bir toplumda sağ/sol düşünce farkı, konunun özünü anımsarsak, halen anlamını korumaya devam ediyor. Ama daha adil toplumsal düzen kurmak isteyen bir siyasal partinin programının piyasaya müdahale dozunun, özgürlükleri ön planda tutan bir partiden daha fazla olması gerekir diye bir kural yok. İktisat politikası yazınının söylediği, devlet müdahalesinin dozunun değil biçiminin değişeceğidir. Bu nedenle de Avrupa’daki “sol” partilerin piyasanın etkinlik alanının genişmesine yardımcı tutuma girmeleri, kategorik olarak dudak bükülecek, “sol olmaktan çıktılar” diye küçümsenecek bir davranış değildir. Öte yandan bu yaklaşımı “piyasa dostu” (market friendly) diye takdim etmek de bana pek anlamlı gelmiyor. Piyasa bir araçtır. Onunla dost olunmaz. Ondan yararlanılır. Siz hiç “kerpetenin dostu” olduğunu iddia eden bir usta gördünüz mü? Ama gerçekten ustaysa kerpetenden iyi yararlanır, onunla iyi iş çıkarır ve onu kırmaz.

 

Piyasanın etkinliğinin arttığı, artmaya da devam edeceği anlaşılan bir ortamda iktisat politikasının nasıl yapılabileceğinin öğrenilmesi gerekiyor. İktisat politikası kararlarının daima toplumsal maliyetleri vardı. Piyasa mekanzimasının kaynak dağılımında oynadığı rolün artması, bu maliyeti bir yandan, hiç olmazsa bazı alanlarda, artırdı; öte yandan da, genelde, daha görünür kıldı. İşte bu nedenle iktisat politikasını yürütebilmek çok daha fazla bilgi ve beceri gerektiriyor.

 

Doğrusu, siyasal partilerin 2007 seçimleri için yayınladıkları dokümanlar, bana, bu açıdan pek umut verici gelmedi. Bende “Piyasanın kaynak dağılımında etkin olduğu bir ekonomide, partimizin temel amaçlarına ulaşabilmek için, nasıl bir politika izlenmesi gerekir? Bu politikanın maliyeti nedir? Bunu uygularken, bazı ikincil olarak düşündüğümüz hedeflerden (hatta temel hedeflerimizden de) ne kadar taviz vermek durumundayız?” biçiminde soruların sorulmadığı ve dolayısıyla yanıtlanmadığı izlenimi uyandı. Öyle olduğu için hedefler arasında bir öncelik sıralaması da yok. Dolayısıyla, bu siyasal partilerin serbestliğe mi denkserliğe mi ağırlık verdiğini saptamak olanaklı değil. Bu da partileri sağ/sol ekseninde sıralamaya kalkışmanın pek anlamı olmayacağını gösteriyor.

 

Oysa, bu sorunun yanıtının kafamızda belirlenmiş olması ve bunu aşıp daha ilginç bir soruya yönelmiş olmamız gerekiyor. O da sağ/sol ekseni üzerinde sıralama yapmanın siyasal yaşamı anlamak için yeterli olup olmadığı sorusu. Perşembe günkü yazımda bu konuyu ele alacağım.