28 Ocak 2007Hasan Bülent Kahraman
Yeri doldurulmaz arkadaşımız Hrant Dink'e kurşunları bir örgütün mü yönlendirdiği yoksa bunun kişisel bir girişim mi olduğu sorusu basında iyi kötü soruldu. Kişisel derken bunun salt bir kişinin aklından, elinden çıkmış olmasını kastetmiyoruz. Gene birkaç kişi vardır işin içinde, şimdi ortaya çıktığı üzere. Ama bu birkaç insan tekinin birarada bulunuşu bir 'örgüt' oluşturmaya yetmiyor. Niyetleri, yöntemleri ve anlayışları bir, benzer ve ortak insanlardan teşekkül etse de örgüt daha kapsamlı, ayrıntılı, geniş bir şey. En azından ve öncelikle daha sistematik bir yaklaşımı var örgütlerin ve daha yoğun bir ağ ilişkisi içinde hareket ediyorlar. Örgütte yer alan kişilerin davranışı da bu sistemin işleyiş mekanizmasına doğrudan bağlı; onu doğrudan yansıtıyor. Bugün, öyle görünüyor ki, bu türden bir örgütle karşı karşıya değiliz. Daha gevşek yapıda, daha kişisel tepki düzeyinde ortaya koyulmuş, çıkmış bir ilişki ağı yönlendirdi Dink cinayetini. Asıl kötü olanı da bu!
Örgüt ve şebeke Örgüt sonunda bir politik kuruluştur. Ne derecede gizli olursa olsun kendisini bir noktadan başlayarak belli eder. Mevcudiyetinin anlamı odur çünkü. Veya bir noktadan sonra deşifre olur, tanınır ve kovuşturulur. 'Meşru şiddet kullanma aygıtı olan devlet'le çatışır. Tarihsel bir momentum yakalarsa devleti alt eder, değilse onun tarafından çökertilir. Bu bakımdan paradoksal olarak söylemek gerekirse gizliyken de açıktır. Giderek, korkulacak bir şey değildir, denebilir. Siyasal tarihin başından beri bir biçimde gerçekliği olmuş, onu korumuş bir pratiktir. Elbette göreli bir kavramdır ama öyle tavsif etmek gerekirse bu tür örgütlerin 'tehlikesi' daha sınırlıdır. Oysa öteki, şebeke diyelim ve bir benzetmeyle söyleyelim, 'serseri kurşun' gibidir. Nerede, nasıl infilak edeceği belirsizdir. Önceden kestirilemez bir mekanizma içinde çalışır. Belli bir tahribatta bulunduktan sonra ortadan kalkar, kaldırılır. Devlet, kendi meşruiyet ve hükümranlık anlayışı içinde, sistematik örgütleri hedef alarak ama bu tür örgütlerin her an ortaya çıkacağını da gözönünde bulundurarak koruma-savunma refleksini geliştirir. Ama bu tür ağların vurucu gücünün kontrolsüzlük içinde çok daha etkili olacağını bilmek zorundadır. Kötü olan da budur: Beklenmedik, aniden ortaya çıkan büyük bir tahrip gücü! Dink cinayetini, geriye doğru tarihi nereye giderse gitsin, bu tür bir şebekenin işlediğini varsayalım. İşi daha vahim hale getiren bu şebekenin sahip olduğu spontanite boyutunu kuran tepkinin tanımıdır. Bu tepki, artık iyice anlaşıldı ki, milliyetçi bir tepkidir. Phillipe Petit'nin tanımıyla 'kötü milliyetçilik'. İçedönük, sınırlı bir algılama kapasitesine sahip, tabanı itibarıyla lümpenliği öncelikle barındıran, onu asıl muharrik gücü olarak gören, ona yaslanan, tepkilerini duygusal bir muhakemeyle oluşturan, şiddete açık ve onu kullanmayı asal işlev edinmiş bir milliyetçilik anlayışı. Buradaki milliyetçilik, daha iddialı bir şey söylemek gerekirse, ideolojik-siyasal olmaktan çok sosyolojik bir örüntü için kullanılıyor: Bir vurucu gücün aracı olarak söylemsel-simgesel milliyetçilik.
Faşizm ve faşizm Bu tanım tarihsel olarak yaşanmıştır. 1930'ların Nazi Almanya'sındaki "Hitlerjugend" örgütleri tastamam budur. Bütünüyle burada kabataslak biçimde dile getirdiğimiz model, anlayış ve metot etrafında biçimlendiler. Ama beni ilgilendiren ve işin daha da ürkütücü bulduğum yanı, bu kesimi de kapsayan hatta tutsak eden "faşizmdir". Ona 'faşist duygu' demek daha doğru olur. Bu gençlik örgütleri de içinde olmak üzere her gün artan sayıda insanı cezbeden, mahpus eden, hatta mefluç eden oydu, dikkat edilirse küçük harfle yazdığım faşizm. Bugün Türkiye'de de hızla büyüyen ama ne yazık ki, üstünde hiç durulmayan ve mesela Dink cinayetinde 'örgüttü-değildi' tarışmasında değinmemeye bilhassa dikkat edilen faşizm. Biraz genişletelim. Çok uzun bir süredir ben faşizmin giderek yükselen, gitgide kuvvet toplayan ve yaygınlık kazanan bir ideoloji olduğunu yazıyorum. Yayınladığım iki kitap, 'Kitle Kültürü Kitlelerin Afyonu' ve 'Tarih Kültürü Affetmez' bu gelişmenin kültürel, parakültürel boyutlarını göstermeyi amaçlıyor. Hepsinde de, burada da faşizmi, sistematik siyasal ideoloji olan ve kendisine özgü bir tarihi bulunan Faşizmden ayırıyorum. Bizde etkinleşen faşizm, öteki büyük ideoloji olan Faşizmin (şimdilik) bir alt kültürü olarak gelişiyor. Faşizm analistlerinin öğrettiğine göre bu her zaman böyle başlar. Mesele başlangıçtaki yangının kontrol edilip edilmemesiyle ilgilidir. Daha doğrusu onu kontrol etmeyi isteyip faşizmden her zaman medet umar. Çünkü, alt kültür olarak faşizmin üzerine oturduğu unsurlarla iktidar arasında daima yoğun ve etkileşimli bir ilişki vardır. İktidar bu tür faşizmi daima sever. (Bu iktidarın doğasından kaynaklanan bir husustur.) Söz konusu faşizmin parametreleri arasında milliyetçilik, onunla tümleşik etnik temel vurgusu (bunu biraz büyüterek ırkçılık demek gerekir), Türkiye gibi dinle milliyetin iç içe geçtiği toplumlarda dinsel eğilimler vardır. Fakat bundan daha fazlası da modern faşizmde gösterilebilir.
Popüler hayat ve faşizm İçinde bulunduğumuz dönemin asal kültürü olan kitle kültürü ve onun her gün biraz daha banalleşen, vulgerleşen örnekleri faşizmin en besleyici damarıdır. Eleştirel, analitik, sorgulamacı bir kültürün yerini alan magazin kültürü, televizyonlar aracılığıyla yayılan, yaygınlaşan ucuz, basit, sıradan ve zaman öldürmeye dayalı kitle kültürü örnekleri ile faşizm iç içe geçiyor, bugün. Kullanılan dilin içeriğinden boşaltılması, sokakta üreyen her türden kültürün benimsenmesi ve önerilmesiyle beraber televizyon ekranlarından fışkıran, oluk oluk akıp her yeri saran, basan sıradan şiddete veya şiddetin sıradanlaşmasına dönük görüntüler elbette bu yatağı oymaya devam edecek. Bunu biraz abartma pahasına uzatalım ve vurguyu şiddet üstünde tutalım. Türkiye şiddetle çok iç içe bir toplum. Devlet tarihsel anlamının ötesinde de Türkiye'de doğrudan bir şiddet aracı. Evde dayak yiyen kadınlar, okulda öğretmeni tarafından şiddete maruz bırakılan öğrenciler, amirin tahakkümünü yaşayan memurlar şiddetin doğrudan muhataplarıdır dersek, Türkiye'de şiddetten muaf kimsenin kalmayacağını söyleriz. Bunu soyut planda genişletelim: Sosyal güvenliği olmayan insan, mahkemede hakkını alamayan davacı, siyasal görüşünü parlamentoya aktaramayan yurttaş şiddetin gizli çeşitlerine maruz kalanlar. Biraz daha farklı yörüngeden bakalım: Anadilinde konuşamayan, kültürünü baskı altında tutmaya zorlananlar, kimliğini ifadeden mahrum bırakılanlar. Eğer biraz da 'fantezi' katacak olursak ama gerçekçiliği elden bırakmazsak, mesela üstüne sürülen jipten kaçanlar, rüşvetle hakkı yenenler de şiddetle iç içedir demekte ne beis olabilir? Kısacası, sistematik ve düzenleyici anlamda hak ihlalinin olduğu her noktada şiddet var demektir ki, bu tanıma Türkiye'den daha uygun bir ülke bulmak zordur.
Meşrulaştırma Bir de tarihsel plana göz atalım: Azınlık haklarının hiçe sayıldığı, yurttaşlık kavramının ve bilincinin geniş ve özgürlükçü anlamıyla hiç oluşmadığı, dolayısıyla eşitlik pratiğinin hiç bulunmadığı, dışlamanın, tahkir etmenin (daha da beteri) bütün gizli formları içinde ortaya çıktığı bir toplumda ve sanki gerçekten öyle bir tehlike varmış gibi dominant etnik kültürün tehlikedeymiş gibi gösterilerek bu duyguların zımnen kabartıldığı bir toplumda, faşizmden bahsetmek değil, bahsetmemek büyük bir yanılgı olacaktır. Üstüne üstlük televizyonlar hem kurmaca düzeyinde (dizi filmler aracılığıyla) hem günlük pratik düzeyinde (mahkemelerde çıkan kavgalar, trafikte ölmek, can çelişmekte olan insanlar, dayak yiyenler) şiddeti 'gösteriyor'. Unutmayalım ki, televizyon kamusal bir araçtır ve onun bir şeyi göstermesi 'meşrulaştırma' anlamına gelir. Bütün bunlar insan ilişkilerinden doğan bir faşizmin göstergeleridir. Siyaset bunu açıkça milliyetçilik kalıpları içinde büyütüyor. Bayramda dağı taşı saran 'kurban olam ayına yıldızına' sloganı artık bütün siyasetlerin milliyetçilik temelinde yapıldığını ispat ediyordu. İstanbul Emniyet Müdürü sokakta linç girişiminde bulunanlar için 'halk iyi/doğru yapmıştır' derken sıradanlıktan sistematik olmaya yönelmiş faşizmin dönüm noktasını belirliyordu. Kısacası, ortada faşizm alevini canlı tutmak için habire taşınan odunlar var. Bu durumda milliyetçilik temelinde bir şiddet kullanımının, ucu cinayetlere varan tepkilerle ve gerektiğinde bütünüyle spontan bir biçimde oluşmasından daha doğal ve korkunç ne olabilir? O bakımdan örgüt değil, şebeke düzeyindeki faşist pratik çok daha büyük bir tehlikedir ve Türkiye şimdi bu tehlikeyle yüz yüzedir. Arendt'in meşhur tanımı artık herkesin malumu: 'Kötünün sıradanlaşması'. Hırant Dink tam da bunun kurbanı oldu!