5 Eylül 2006Ayşe Hür
'Fındık mevsiminde Kürt olmak' başlıklı yazımı Bülent Uğur Bal, son derece soğukkanlı ve nazik bir dille eleştirdi, resmin bütününü görmemiz için yeni bilgiler verdi, ardından yazımın eksiklerini, kusurlarını dile getirdi. Kendisine teşekkür ederim. Gerçi yer darlığından örtük kalan meseleleri kendisi de yüzeysel geçmiş, ayrıca Fransız köylüsü benzetmesi de aşırı olmuş ama itirazının özünü anladım. Ama onun beni tam anlamadığını düşündüm. Her şeyden önce fındık toplayıcısı Kürtlerle Doğu Karadenizli küçük toprak sahiplerinin yoksulluğu mukayese kabul etmez. Birinciler mutlak anlamda mülksüzdürler. Bu yoksulluğun derecesini anlamak için bir çadır kente ziyaret yapmak yeterlidir. Ama anlaşılan ateş düştüğü yeri yakıyor, herkes kendi yarasının daha derin olduğunu sanıyor. Olabilir, ama Bülent beyin yazısında görmediğim bir başka boyutu daha var olayın. Bu yoksullar, 80 yıllık ciddi etnik gerilimin de parçası. Bu gerilimin sonucu olan büyük ihmalin, toplumsal dışlamanın, giderek de kitlesel cezalandırmanın hedefi. Hani "parçaları birleştirmek lazım" diyoruz ya, haydi gelin birleştirelim. Ama resmin tamamını görmek için biraz geriden başlamalıyız. Milli mücadelenin ilk yıllarında Kürtler de aynen biz Türkler gibi ulusal bir uyanış içinde idiler ama onlar bizim gibi mutlu sona eremediler. Çünkü, Seyyid Abdülkadir gibi kanaat önderleri Osmanlı İmparatorluğu'na bağlı kalmış, Sevr'de bağımsız bir Kürdistan uğruna Anadolu'da bağımsız bir Ermeni devletini bile kabul eden Şerif Paşa veya Botan Emiri Bedirdan Bey'in torunu Emir Ali Bedirhan gibi unsurlar Batı'yla işbirliğine yönelmişti. Cibranlı Halit Bey ya da Bitlisli Yusuf Ziya Bey gibi önderler, önce Kemalist ekibe dahil olmuşlar, ardından Ermenilerin Anadolu'ya dönmesine izin verilmeyeceği kesinleştikten sonra bağımsızlık için uğraşmaya başlamışlardı. Nitekim Koçgiri İsyanı bu ayrışmanın işareti idi. İngilizlere karşı Ankara ile askeri ittifaka bile yanaşan Şeyh Mahmud Berzenci veya 1922'de İranlılara yenildikten sonra Türkiye'ye sığınmak zorunda kalan Şekak aşiretinin reisi Simko İsmail Ağa gibi unsurlar ise Kürt ulus-devletinden çok kendi feodal beyliklerini kurmayı hedefliyordu. Bunlara, aşiretler arası çatışmalar, Alevi-Sünni ayrılığı ve yerleşik unsurlarla göçebe unsurların arasındaki farklılıklar gibi iç faktörlerle, bölgenin kaderini çizen İngilizlerin önceliği Arap coğrafyasına vermesi, tarihi boyunca Hıristiyan azınlıkların hamiliğini üstlenmeyi görev bilen Fransızların İngiltere'ye karşı güçlü bir Türkiye için bu Müslüman grubun kaderine ilgisiz kalması, yeni doğan Sovyetler Birliği'nin kaypak politikaları gibi dış faktörleri de eklersek, Kürtlerin neden sahadan (kasten değil ama hükmen) yenik ayrıldıklarını anlayabiliriz.
İlk ciddi kapışma Milli mücadeleyi başarı ile tamamlayan Kemalist hareket, bu tablodan da cesaret alarak Kürtlerle ittifaktan ilk geri adımı 1924 Anayasası ile attı. O yıllarda ulus-devlet modeli revaçta olduğu için, bu anlaşılır bir tutumdu aslında. Aynı yıl Hilafet'in kaldırılması, Türklerle arasındaki en güçlü bağı Müslümanlık olarak gören Kürtlerin kopuşunu hızlandırdı. İlk ciddi kapışma milli-dini-sosyal motiflerin iç içe geçtiği Şeyh Said İsyanı ile oldu. Ülkeyi ulus-devlet modeli içinde modernleştirmeyi hedefleyen Türk siyasi elitleri, Kürtlerin merkezi otoriteye karşı direnişini kırmak için baskıyı yoğunlaştırdı. Kürtlerin tepkisi daha çok isyan etmek oldu. Ancak bu isyanların çoğu yerel kaldı. Örneğin Koçgiri, Alevi Kürtlerin isyanıydı, Sünniler desteklememişti. Şeyh Said Sünni Zazaların isyanıydı, ne diğer Alevi ve Sünni Kürtleri ne de Diyarbakır, Elazığ gibi şehirler desteklemişti. Ağrı isyanları İranlı Kürt gruplarının desteğini alamazken, Dersim isyanı Sünnilerin desteğini sağlayamadı, vs. Bu kalkışmaları güçlü Türk ordusunun ezmesi pek kolay olmadı ama 1940'lara gelindiğinde, nice ölümler, tehcirler, acılar pahasına asayiş (!) sağlanmış görünüyordu. Hatta Demokrat Parti dönemi, Kürtlerin sisteme entegre olduğu ümidini yaratacak kadar sakin geçti. Lakin durum 1980'lerden itibaren radikal şekilde değişti. Kürt aydınlarının yenilgilerle dolu bu tarihçeyi unutmadıkları anlaşıldı, ki zaten niye unutmaları gerektiği de belli değildi. Kürtlerin durumunda hiçbir düzelme olmadığını savunan PKK, Türkiye Cumhuriyeti'ne karşı korkunç bir saldırıya geçti. Devletin tepkisi de eskisi gibi oldu. Sonuç olarak 1984-2000 arasında Türk tarafı 5,555'i güvenlik güçlerinden, 5,302'si sivil halktan olmak üzere 10 bin şehit verdi. Bir o kadar da yaralı. PKK mensubu ve yandaşı diye adlandırılan 40 bin kişi de devletin deyimiyle "etkisiz hale getirildi". Herkes kendi ölüsüne ağladı, kendi yarasına baktı, diğerinin acısını hissetmedi. Devletin beş yıllık eylemsizlik döneminden sonra PKK geçen yıl yeniden saldırıya geçti. Bu da Türk tarafının yarasını yeniden kanattı. 2005 yılı Nevruz kutlamaları sırasında iki Kürt çocuğunun Türk bayrağını yakması üzerine Genelkurmay Başkanlığı eylemciler için "sözde vatandaşlar" dediğinde, Türk tarafı olarak milli mücadelenin başındaki noktadan ne kadar uzağa düştüğümüzü anlamıştık.
Kimler döndü? Peki Kürt tarafının yaraları ne alemde? PKK mensubu ya da yandaşı diye "etkisiz hale getirdiğimiz" 40 bin kişinin dışında, İnsan Hakları Derneği'nin rakamlarına göre söz konusu dönemde 5,000 kişi kayboldu, 5,000 kişi gözaltında öldü, 3,800 köy yakıldı. İçişleri Bakanlığı'na göre Güneydoğu ve Doğu'da, terör gerekçesiyle 3.688 köy ve mezra boşaltıldı, toplam 353,288 kişi göçe zorlandı. Peki kayıplar bulundu mu? Olayların failleri tespit edildi mi? Yakılmış köyler, otlaklar yeniden ihya edildi mi? Mesela şu habere bakalım: "2. Taktik Hava Kuvvetleri Komutanlığı Askeri Savcılığı, Şırnak Gabar Dağı'ndaki Kuşkonar ve Koçağılı köylerinin 26 Mart 1994'te havadan bombalanması sonucu 38 köylünün öldüğü, 13 köylünün de yaralandığı yönündeki iddialarla ilgili soruşturmada görevsizlik kararı verdi. Kararda, olay sırasında bölgede görüldüğü öne sürülen uçak ve helikopterlerin menşeinin belirlenemediği, bu tarihte Türk Silahlı Kuvvetleri'ne ait uçuş yapılmadığı belirtildi." (24 Ağustos 2006 Radikal) Bir tane daha: "Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, 2001 yılında, Türkiye'yi 1993 yılında Kulp'un Alaca köyünde öldürülen 11 köylü ile ilgili olarak mahkum etti. Mahkeme katliamın faili olarak Bolu Tugay Komutanlığını gösterdi. Fakat o günden bu yana komutanlık hakkında bir soruşturma açılmadı." Bolu Tugay Komutanlığı'nın orada işi ne derseniz, bu tugay sınırsız yetkiyle donatılmış, psikolojik harp eğitiminde uzmanlaşmış hareketli bir birlik olarak, söz konusu yıllarda Muş, Bingöl, Tunceli ve Diyarbakır gibi yerlerdeki olaylara müdahale etmiş. (Express, 2005/05 Özel Sayı) (AKP milletvekili Cavit Torun, Şemdinli'deki bombalama olayının zanlıları olan Ali Kaya ve Özcan İldeniz'in Bolu Tugay Komutanlığı'ndan Diyarbakır'a geldiğini belirtmişti.) Eve dönüşe gelince, İçişleri Bakanlığı'nın iddiasına göre 127,820 kişi, Köye Dönüş Projesi kapsamında evlerine döndü. (23 Mayıs 2005, Radikal) Ama bu bilgiler maalesef doğru değil, binlerce aile hâlâ büyük şehirlerin varoşlarında çile dolduruyor. Zaten dönseler nereye yerleşecekler, ne iş yapacaklar, neyle doyacaklar? 2004'te kabul edilen Terör ve Terörle Mücadeleden Doğan Zararların Karşılanması Hakkındaki 5233 Sayılı Yasa uyarınca bugüne kadar 69,832 başvuru yapıldı ama bunların sadece 1,595'i incelendi, 1,253'ü reddedildi, 342'si kabul edildi. Ödenen tazminatlar ise komik düzeyde. Aynı konuda AİHM'ye yapılan 1,500 başvurudan sadece 24'ü için karar verildi, başvuru başına ortalama 200 bin YTL ödendi. Zaten halk devlete dava açmaya korkuyordu, bu sonuçlar iyice cesaret kırdı. Son bir örnek daha: AB'ye uyum yasaları kapsamında Kürtçe yayına izin veren 2002 tarihli yasa ancak 24 Mart 2006'da hayata geçti. O da, yüzlerce koşulun, belgenin tamamlanmasıyla, binbir kısıtlamayla, mesela radyoda günde 60 dakikayı, televizyonda 45 dakikayı, haftada dört saati aşmamak kaydıyla. Ancak belirli tip programların sunulması kaydıyla, her programa anında çeviri ya da altyazı yazmak şartıyla. Üstelik bölge halkının rahatlıkla Roj, Mezopotamya, Kürdsat, Kürdistan, Zagros, Botan, Rojhilat gibi onlarca Kürt televizyonunu rahatlıkla dinlediği bir ortamda... Daha anlatacak binlerce trajik, traji-komik, komik hikâye var, ama yerimiz yok. Aslında sadece yoksullar hiyerarşisinin en altında olmaları yetmeli onlarla ilgilenmemize. Ve elbette yoksulluk Kürt, Türk, Laz, Çepni, Çerkez, Arnavut, Roman ayrımı yapılmadan ele alınması gereken bir insanlık trajedisidir. Ama ne yazık ki ülkemizde ancak bölünme tehlikesi yaratıyorsa, toplumsal sorunlarla ilgileniliyor. O halde alın size bölünme tehlikesi yaratacak ciddi bir toplumsal sorun! Bugün Diyarbakır'da 20 bin çocuk sokaklarda çalışıyor. Mersin ve Adana'da on yıldan fazladır çadır kentlerde yaşayanlar var. İstanbul'da, İzmir'de, Ankara'da çöp toplamak gibi en alt düzeyde işler için bile Kürtlerle diğer talihsiz grup Romanlar kıran kırana savaşıyorlar. Ömrü, Adana'dan Sakarya'ya uzanan dev bir coğrafyada parya statüsünde istihdam edilerek yüz binlerce Kürt naylon çadırlarda boğuluyor. 1980'lerde doğan bir kuşak bir gözünü Kuzey Irak'a, bir gözünü kentlerdeki zenginlerin hayatına dikmiş bakıyor. Ne görüyor, ne düşünüyor bilemiyorum. Tekirdağ'da, Sakarya'da, Düzce'deki bir grup insan ise Kürt gördü mü cin çarpmış gibi oluyor. Ve ben bu tepkilerin bir sivil çatışmaya dönmesinden korkuyorum. Bilmem Bülent bey ve arkadaşlarına derdimi anlatabildim mi?