Merhaba kâinat!..
“Ben çok iyi bilmem, dedi annem. Sen daha iyi bilirsin. Hep, daha iyi bilirdin zaten. Çocukluğundan beri. Okumayı evvela sen söktün, kerrat cetvelini su gibi yuttun, eşeğin sırtında bile hap kadar kitapları cebinden çıkarır çıkarır okurdun. Cebine sığmayanları heybenle yüksek dallara taşır, altında minder, ağacın tepesinde bitirirdin. Herkes her şeye gülerdi de, senin haline gülen çıkmazdı. İnanırdın yaptığın işe. Büyük adam olacak derlerdi senin için. Yüksek tahsil için niyetlenmene de, niyetlenip gurbete gitmene de babanın kolay razı olması bundandır. Yorulmuştu halbuki. Sanatı alırsın diye ümitleniyordu -bakma, ona da iyi oldu; çalışmanın ihtiyarlamaya mani olduğunu gördü, paslanmadı hiç, ama yaşlandı tabii, ne olacak? Neyse, ne diyorum, ben siyasetten anlamam. Sen anlıyorsun. Anlayacaksın elbet, işin bu. Ben, sen bazen televizyona çıkıyorsun, diye seyrediyorum haberleri. Seni görünce ağlıyorum her zaman. Analık böyle; hep ağlıyorsun. Siyaset okurken anarşiye karışacaksın, diye korkardım, ağlardım, o zaman hiç televizyona bakamazdım. Sen takım elbisenle Meclis’te yemin ederken baktım ilk. Hepimiz baktık, bütün köy. Muhtar başı çekti, bi de güzel alkışladık. Herkes, ben söylemiştim o büyük adam olacak diye, dedi. Sen televizyonda yemin ederken söylediler. O güne kadar içlerinde tutarlarmış meğer. Bakma sen. En son, Meclis’te büyük bir toplantı vardı, yine baktım televizyona, ama kapalıydı toplantınız. Sonra bir daha göremedim. Bir daha bakmak aklıma da gelmedi. Duyduklarımdan sonra içimden de gelmedi. Burada herkes sıkıntılı oğlum. Savaş korkusu var. Savaş korkusu dediysem yanıp yıkılmaktan korkmuyoruz da, ne bileyim, sıkıntıya düşeriz, diye; yetiştirdiğimiz gitmez; giden de para etmez, diye korkuyoruz. Askerde olanlar var köyden. Onların sıkıntısını anlatıp ağzının tadını bozmayayım hiç. Savaş berbat çünkü. Sen görmedin. Yok, sıkılma dediğimden; vallahi görmedin. Çocuktuk, radyo bile yoktu doğru dürüst; şehre gidip gelenler söylerdi. Çok uzaktaydı savaş, ama kolumuz kanadımız kırıktı. Korkuyoruz, yine öyle olur, diye. Televizyonda demişler, gazeteler de yazmış, savaşa galiba itirazınız olmamış o kapalı toplantıda. Komşuların durgunluğu da o sebepten. Ben, gene, yok, dedim. Yapmazlar, dedim, ama oralı olmadı kimse. Asıl sebep borçmuş. Öyle mi? Ecnebi borç. Ödenmez mi bu evladım? Çok fazlaymış... Neden bu kadar birikti? Sen bilirsin, ben anlamam. Sen bi de ecnebide tahsil gördün, bak gözlüksüz de okuyamıyorsun artık; dillerini, huylarını, adetlerini bilirsin. Dönüp söyleyemez miydin, borcumuz borç da üstümüze gelmeyin, diye. Diklenemez miydin? Yiğit çocuksun sen. Biz de öyle. Hep beraber diklenirdik evelallah. Paranın gözü kör olsun, nasıl bir diyettir bu evladım, muma çevirmiş sizi? Yürüyüşünüz değişmiş. Gözlerinin feri kaçmış, yere bakıp bakıp susuyorsun habire. Ben bu sene hiç beğenmedim yüzünü oğlum. İçime hiç sinmedi bu bayram. Ne diyeyim ki?..
Öyle, bir müddet sustu annem. Ben de yere bakıp sustum.”