No.225 - Şıklıklar...

-
Aa
+
a
a
a

Merhaba kâinat!..

Cumhuriyet Bayramı’nın ardından Cumhurbaşkanlığı resepsiyonunda olanlar, hemen bütün gazetelerin manşetlerindeydi bugün. Haberlere bakılırsa Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer ile Adalet ve Kalkınma Partisi Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan arasında bir ‘atışma’ yaşanmış. Bu ‘atışma’ yüz yüze cereyan etmemiş mamafih; gazeteciler arada laf taşımışlar. Türk basını böyledir; haber yoksa durumdan vazife çıkarır ve haberin tecessümüne tavassut eder. Efendim, bir gazeteci Cumhurbaşkanı Sezer’e sual etmiş: “AKP’nin belirleyeceği başbakan adayına görev verir misiniz?” Sezer de şöyle cevaplamış: “Seçimden sonra Cumhurbaşkanı hükumeti kurması için bir milletvekilini görevlendirir. Eğer genel başkan bir milletvekili değilse gerisini de siz yorumlayın.” Gerisini yorumlamakta herhalde müşkülat çekmiş olacak ki gazeteci(ler), hemen koşturup bunu yorumlasa yorumlasa Sayın Erdoğan yorumlar, deyip muhavereyi nakletmişler. Erdoğan da, “Şık olan benimle müzakere etmesidir,” demiş.

Bu “çarpıcı mesajlar”ın gazetelerde çarşaf çarşaf yer tuttuğuna bakılırsa yaklaşık bir hafta sonra şıklığımıza özen göstermemiz gibi bir sorunla karşı karşıya kalacağız demektir. Tabii, Cumhurbaşkanı ile AKP liderinin şıklık anlayışları tetabuk ediyor mudur, onu da bilebilmek mümkün değil. Göreceğiz.

Tabii, bir de, Sayın Erdoğan’ın çağdaş hukukla zerre kadar uyuşmadığı bütün siyasiler tarafından tesbit edilen mevcut mevzuat gereğince milletvekili olamamasına rağmen önce kanuna uyup sonra o kanunu değiştirmeye niyetli olanlarla işbirliğine gitmeyi tercih etmemesi de ne kadar şık duruyor, bilemiyoruz. Çünkü, Cumhurbaşkanı Sezer’in baştan beri her konuda ısrarla vurguladığı tek bir husus var: O da Anayasa hükümleri ile bağlı olduğu. Sezer’in yukardaki -şık- soru karşısında çok farklı bir cevap vermesi mümkün değil zaten... Velhasıl, bugünkü manşetler kurtulmuş oldu ve biz de biraz daha vakit kaybetmiş olduk.

Halbuki, Türkiye’yi yakından ilgilendiren (ya da öyle olduğunu sandığımız) bir konuda; Avrupa Birliği ile ilgili önemli gelişmeler yaşanıyor şu günlerde. Fransa’nın eski cumhurbaşkanlarından Valéry Giscard d’Estaing, uzun zamandır üzerinde çalıştığı Avrupa Birliği için anayasa taslağını açıklamış bulunuyor. Açıklamanın hemen arkasından, başta Britanya olmak üzere çeşitli ülkelerden soru işaretleriyle dolu sesler yükselmesine rağmen girişimin tarihsel önemi olduğunu söylemeden geçmemek gerekiyor.

Britanya öncelikle isme itiraz etmiş. Öneriler arasında Avrupa Birliği, Avrupa Cemiyeti, Avrupa Birleşik Devletleri ve Birleşik Avrupa bulunuyor. Avrupa Birleşik Devletleri ismi söz konusu bile olamaz, diye buyurmuş Britanyalı yetkililer; Avrupa Birliği isminin nesi var ki?.. Daha da önemlisi, Britanya’nın asıl sıkıntısı, bu anayasa girişimiyle beraber ulus-devlet modelinin öneminin iyiden iyiye azalacak olması. Ancak, bu hassasiyeti gözeten incelikli maddeler de yok değil taslakta: “Anayasa uyarınca birlik kapsamında müzakere edilmemiş bütün yetkiler, üye devletlerde kalacaktır.”

Valéry Giscard d’Estaing tarafından sunulan taslakta, AB’nin temel taşlarının öncelikle ifade edildiği belirtiliyor ki hatırlamakta yarar var: “İnsan onuru, temel haklar, demokrasi, hukukun üstünlüğü, hoşgörü.” Bu temel değerlerin ifadesi, birliğin sadece ‘piyasa’ ve ‘para’ konularına teksif olmakla kalmayan bir oluşum olduğunun, yani çok-boyutluluğunun bir yansıması olarak kabul ediliyor.

Şık, değil mi?

Kulağa ve göze pek de şık gelmeyen haberlerle geçen bir haftanın ardından Moskova’daki Çeçen isyancıların saldırısını dağıtmak için hangi gazın kullanıldığı tartışıladursun yüzümüzü ekşiten bir başka yazıyla karşılaşmış bulunuyoruz, maalesef.

Buffalo State College’da, gazetecilik ve medya araştırmaları dersi veren Dr. Michael I. Niman, AlterNet.org sitesinde dün yayımlanan yazısına , geçen günlerde bir uçak kazasında ailesiyle birlikte yaşamını yitiren Demokrat Senatör Paul Wellstone’u anlatarak başlıyor:

“Paul Wellstone Amerikan Senatosu’ndaki tek ilericiydi. Mother Jones dergisi bir vakitler onun hakkında, ‘1960’ların radikallerinin ilki Senato’ya seçildi’ diye yazmıştı. Aynı zamanda sonuncusu da oldu. Cumhuriyetçi Senatör Rudy Boschowitz’i 12 sene evvel yendiğinden beri Wellstone en kuvvetli, en ısrarlı, en net ve en yüksek sesli muhalif oldu Bush yönetiminin.

Cumhuriyetçiler’in kontrolünden kılpayı uzakta bulunan bir Senato’da, Wellstone herhangi bir Demokrat değildi. Gerek Demokratlar’ın, gerek Cumhuriyetçiler’in statüko politikalarının karşısına olanca sertliğiyle dikilen tek sesti. Öyle ki, Bush yönetimi ile Cumhuriyetçiler’in özel nefretini kazanmıştı ve onlar da Wellstone’nu yenmeyi partinin birinci önceliği haline getirmişlerdi bu sene.

Beyaz Saray’dan sayısız isim, Minnesota’da bilhassa mola verir ve Wellstone’un Cumhuriyetçi muhalifi Norm Coleman’ın tek ayağı çukurda kampanyasına destek vermeye çalışırlardı. Gene de, Wellstone’un popülaritesi, Senato’da Başkan Bush’a savaş yetkisi verilen oylama sırasında hayır oyu kullanmasının ardından yükselmeye devam ediyordu. Coleman’ın önünde gidiyor ve öyle bir zafere doğru yaklaşıyordu ki bu hem Bush yönetimi için, hem de ‘başkan’a savaş yetkisi verilmesi için oy kullanan Hillary Clinton gibi Demokratlar için ciddi bir karın ağrısı olacaktı.

Sonra, öldü.

Wellstone küçük uçak kazalarında ölen Amerikalı politikacılar listesinde yer alıyor artık.”

Dr. Niman’ın yazısı, ‘Paul Wellstone Öldürüldü mü?’ başlığını taşıyor.

Ve şöyle bitiyor:

“Böyle bir zamanda, hükumetimizin inandırıcılığını sürdürmesi için Paul Wellstone’un ölümüyle ilgili, uluslararası katılım da içeren, açık ve hesap verebilirliği olan bir soruşturma başlatılmalıdır. Herhalde, her türlü gölge ve kuşkunun ötesinde, bunun gereçekten de zamansız bir kazadan başka bir şey olmadığını anlayacağız, ama ülkemizin iyiliği için bunu bilmeye ihtiyacımız var.”

Gene de, şık bir final, değil mi?

Devamı yarın...