Merhaba kâinat!
Milliyet ve Akşam gazetelerinin ilk sayfaları, Marmara depreminin çok da uzakta olmadığını tekrar hatırlatan, kocaman haberlerle doluydu. TÜBİTAK Marmara Araştırma Merkezi Başkanı Prof. Naci Görür, aynen şöyle diyor: “İstanbul’da her 250 yılda bir büyük deprem oluyor. En son büyük deprem 1766’da olduğuna göre, aradan 236 yıl geçmiş. 14 yıl kalmış. Kimseyi korkutmak istemiyoruz, ama gerçek bu.” Prof. Görür bunları söylerken İstanbul’un afet planında, 24 saat dolu otoparkların helikopter pisti, pazar kurulan caddelerin ise acil ulaşım yolu olarak belirlendiğini Milliyet gazetesinden öğreniyoruz. Tekrarlaya, tekrarlaya yorulduğumuz, bıktığımız, hatta artık tekrarlamaktan utandığımız bir mesele; ‘hazırlıksızlık’ meselesi, büyük bir aymazlık ve vurdumduymazlıkla yeniden çıkıyor karşımıza. Akşam gazetesine baktığımız zaman da DİE’nin araştırmasına göre Türkiye genelindeki 7 milyon 800 bin binadan en az 700 bininin ‘hemen yıkılması’ gerekliymiş. Araştırmada, kalan binaların da 2 milyon 233 bininin tadilattan geçmesi gerektiği belirtiliyor. En çürük binalar nerede, diye sual edilirse: İstanbul, İzmir, Bursa, Manisa, Antalya ve Denizli gibi, birinci derece riskli şehirler başı çekiyor. İstanbul’daki 123 köprü ve viyadüğü inceleyen ve Japonlardan oluşan bir tetkik heyeti de Boğaziçi, Fatih Sultan Mehmet ve Haliç köprüleri ile 4 viyadüğe sismik takviye yapılması gerektiğini söylüyor.
Bütün bunları önce 6, sonra 6.2 ve en sonunda 6.5 büyüklüğünde (USGS) olduğu belirtilen Sultandağı depreminin ardından bir daha konuşmaya başladık. Ama Sultandağı depremi sahiden ‘Sultandağı depremi’ mi? Aykut Barka’nın cenazesinden çıkıp koşarak deprem bölgesine giden İTÜ Avrasya Yer Bilimleri Enstitüsü Öğretim Üyesi Prof. Okan Tüysüz, Açık Radyo’nun ‘Altın Saatler’ (Real Player) programına yaptığı açıklamada, bunun beklenen Sultandağı fayından değil; yeni ve bilinmeyen bir faydan kaynaklandığını söyledi. Tüysüz ayrıca, 17 Ağustos depreminden hemen hiç bir ders çıkarılmamış ve bunun yanı sıra, yapılmaması gereken her şeyin Afyon’da yapılmış olduğunu da net bir dille belirtiyor. Görür’ün, Tüysüz’ün, DİE araştırmasının söylediklerinden ve Barka’nın bıraktıklarından çıkan sonuç: Yapılmaması gerekenleri yaparak muhtemel Marmara depremini bekliyoruz!
Anadolu Ajansı’nın bildirdiğine göre, Uyum Yasa Tasarısı’nın TCK 159. Maddesi’ni değiştiren birinci maddesi TBMM’de değiştirildi. Mevcut madde metni aynen korundu. Sadece, cezalarda değişikliğe gidildi. Hapis cezaları aynen korundu. Madde’de öngörülen ve ikibin lira ile onbin lira arasında değişen para cezaları ise artık uygulanmayacak. TCK’nın 312. Maddesi’nde değişiklik yapan madde TBMM’de değiştirildi:
“...kişileri” kelimesi yerine “halkı” kelimesi getirildi.
“...insanları” kelimesi yerine de gene “halkı” kelimesi getirildi.
“...kamu düzenini bozma olasılığını” ifadesi yerine, “kamu düzeni için tehlikeli olabilecek” ifadesi getirildi.
Mütevazı bir sözlük taraması “halk” kelimesinin “insanlar” kelimesi ile eşanlamlı olduğunu ortaya koyarken ‘olmak’ fiilinin ‘olabilecek’ çekimi de içinde ‘olasılık’tan başka bir şey barındırmıyor. Peki, o zaman, Radikal neden bu kadar sevindi? Neden, “Demokrasi mücadelesi sonuç verdi, özgürlükler kısılmadı” diye başlık attı? MHP neden red oyu verdi? Ve neden Avrupa Birliği idare hukukunun mimarı Prof. Guy Braibant, gene Radikal’in ilk sayfasından duyurulan söyleşisinde, “Türkiye böyle yasalarla AB’ye giremez," dedi?
Yeni binyılın belki de en önemli metinlerinden birini kaleme alan, Kudüs İbrani Üniversitesi öğretim üyesi, İsrailli sosyolog Baruch Kimmerling’in, Kol Ha’ir dergisinde yayımlanan “İtham Ediyorum!” başlıklı yazısını aşağıda sunuyor ve kenara çekiliyoruz:
İTHAM EDİYORUM
"Ariel Şaron’u, sadece karşılıklı kan dökülmesini şiddetlendirmekle değil, aynı zamanda “İsrail toprağında” bölgesel bir savaşı ve Araplara karşı kısmî ya da neredeyse topyekûn bir etnik temizliği kışkırtan bir süreci yaratmakla itham ediyorum.
Hükümetteki bütün İşçi Partili bakanları, sağ kanadın aşırılıkçı, faşist İsrail “vizyon”uyla işbirliği yapmakla itham ediyorum.
Filistin liderlerini, en başta Yaser Arafat’ı, Şaron’un planlarının işbirlikçisi olacak kadar miyop olmakla itham ediyorum. Eğer ikinci bir Nakba (Filistin’e yönelik ‘holocaust’) gerçekleşirse Filistin yönetimi de bunun sebeplerinden biri olacaktır.
Silahlı Kuvvetler yönetimini, ulusal yönetim tarafından mahmuzlanan Silahlı Kuvvetler yönetimini, kamuoyunu tahrik ettiği ve bunu sözde profesyonel ordu kisvesiyle Filistinliler’e karşı kullanmakla itham ediyorum. İsrail’de tarihte hiçbir zaman bu kadar çok üniformalı general, emekli general ve bazen “akademisyen” kılığında da gezen eski ordu istihbarat servisi üyeleri toplumun beynini yıkama sürecine katılmamışlardı. 2002 felaketini soruşturacak hukuk komitesi kurulduğu zaman bu andıklarımın da sivil suçlularla beraber sorgulanmaları gerekecektir.
İsrail’in elektronik medyası yöneticilerini, ordunun muhtelif sözcülerine, saldırgan ve kavgacı üslûbun bütün kamu söylemine egemen olmasını sağlayacak fırsatı vermekle itham ediyorum. Ordu sadece Cenin ve Ramallah’ı değil, İsrail radyo ve televizyonunu da denetim altında tutuyor.
Tepelerine kara bayrak çekilmesini emreden ve onların hukuk dışı emirlerine itaat eden, her kademeden, herkesi itham ediyorum. Merhum Filozof Yeşayahu Leibovitz haklıydı: İşgal, İsrail toplumunun bütün iyi yanlarını ve toplumun üzerinde varolduğu ahlakî altyapıyı yerlebir etti. Bu sersemler ordusunu artık durduralım ve toplumumuzu militarizmden, baskıdan ve başkalarını sömürmekten temizleyerek yeniden inşa edelim.
Herkesi, bütün bunları gören, bilen, ama yaklaşan felaketi önlemeye yönelik hiçbir şey yapmayan herkesi itham ediyorum. Sabra ve Şatila olayları, başımıza gelenler ve geleceklerin yanında hiç kalacak. Sadece şehir meydanlarına değil, kontrol noktalarına da çıkmalıyız. Rusların Kızıl Meydan’da hakimiyeti tekrar eline alacak tank ve zırhlı araçlardaki askerlerle konuştukları gibi biz de Filistin şehirlerini kanlı bir savaş alanına çevirecek tanklardaki askerlerle konuşmalıyız.
Ve son olarak, kendimi itham ediyorum. Her şeyi bilmeme rağmen az tepki gösterdiğim ve çoğunlukla sessiz kaldığım için. "
Devamı yarın...
Ömer Madra – Şerif Erol