Vapura son dakikada atlamak, trene son dakikada yetişmek... Zevklidir. Kaybetmenin sınırına gelip, kaybetmediğimiz anlar, korkutucu bir o kadar da, zevkli...“İnsan böyledir” saptamalarından bir tanesi daha, diyebilirsiniz. Her şeyi son dakikaya bırakma adeti sadece bize, halkımıza özgü sanmayın. Yalnızca, zorlandığında, zora geldiğinde performansı artan, “şahlanan” bir milli takımımız var; tamam. Becerilerini kullanabilmesi için tehlikeyi gerçekten hissedebilmesi gerekiyor. Dünyanın sonunun, eğer gerekenleri en hızlı şekilde yapmazsak, pek yakın olduğunu söyleyenlere inanmamız için, buzulların eridiğini gözümüzle görmemizi sağlayacak filmleri görmemiz gerektiği gibi... Yerküreyi daha fazla ısıtmayı azaltıcı önlemleri şart koşan Kyoto Protokolü’nü vaktiyle imzalamamız için bu da yetmeyebilir. Son dakikaya kadar bekleyip, “bizim durumumuz başka,” diyerek, hem imzalayıp, hem de imzalamamış olmak (sorumluluk taşımamak) bizim siyasi tarzımız olur. Hiç şaşırtıcı değil.
İlkemiz şu: Tehlikeyi bizzat görmedikçe, gerçekleşmedikçe hedefe yönelik davranışları gös-ter-mi-yo-ruz. “Küresel ısınma kutuplarda, bize dokunmaz” diye düşünmek de fena fikir değil. Üstelik küreyi biz ısıtmadık (bakın bu kesinlikle doğru, ısıtacak enerjiyi bile üretemedik), o zaman soğutmasını da başkası yapsın. Yerde gördüğümüz çöpü, “eh, biz atmadık ya...”, kaldırıp çöp kutusuna atmadığımız gibi. Ne demişler, “sofrayı da kuran kaldırsın.”
Küresel ısınmaya karşı bir şey yapabilir miyiz?
İnsanları dünyaya ve geleceğe bakış açılarına göre kabaca gruplandırırsak, iyimserler ve kötümserler olarak iki uç küme elde edebiliriz. Bir de, aradakilerden oluşan üçüncü bir grup var ki, onlar çoğunlukta olsalar da, sesleri pek duyulmayabilir. İyimser deyince hani “yarısı dolu, yarısı boş” bardağa “yaşasın, yarısına kadar dolu bir bardak su” diyenler kastediliyor. Kötümserler ise, “neden bana yarısı içilmiş bir bardak su verdiniz?” diyorlar. Üçüncü gruptakilerin yaklaşımı ise basit, genellikle fazla bir yorum yapmaksızın, bardaktaki suyu içiyorlar. Çok rasyonel olanları, “100 mililitre su içtim” bile diyebilir (1 su bardağı = 200 ml). Her neyse, bu iyimserler küresel ısınma konusunda, “ya bir şey olmaz merak etmeyin, yine birilerine ihale filan yapacaklardır” diyerek bir şey yapmamaktan yanalar. Kötümserler ise, “ne yapsak boş, nasıl olsa her şey çoktan bitti” tonunda, bir şey yapmamaktan yanalar. İyimserler ile kötümserlerin buluşma noktası, hiçbir şey yapmama, oluyor. Başka bir deyişle hiçbir şey yapmıyorsanız, ya iyimsersiniz, ya da kötümser.
Gelecek var mı?
Varlığına inanıyorsak, tabii ki, var. Ülkemizin insanlarının çoğunun geleceğe bakış açısı ne? İyimser, kötümser, orta... Çocuklarınki iyimser başlıyor, gençlikte kötümser devam ediyor, sonra ortada bir yerlerde kalıyor. Ama önemli olan, bu bakış açıları arasındaki gidip gelmeler, hangi tarafa, hangi “aşırı uç”a daha çok savruluyor olması. Geleceğinin nasıl seyredeceğini merak edenler, bugün işler iyi gözüküyorsa, daha iyimser, bugün, bu an, pek iyi gözükmüyorsa, daha ziyade kötümserler... hava yağmurluysa, kuraklık geçti diye düşünenler gibi. İstanbul’un bugünkü su sorununu çözmek için gelecekte (çocuklarımızın geleceği kadar yakın gelecekte) kullanacağımız su kaynaklarını borularla getirmeyi “çözüm” diye tanıtanlara inanıyoruz. Çünkü, bugünümüzü kurtarmak, geleceğimizi aydınlatıyor. O zaman bugünümüzü kurtaranların geleceği satarak yok ederek bunu yapmalarını kabullenmekte birbirimizden pek farklı değiliz. İyimserleşmek istiyoruz. Bugünümüzün iyi olması, ihtiyacımızın giderilmesi de yetiveriyor. Gelecek bugünden öte bir zamanı içermediğinde, kolayca feda edilebiliyor. Belki de, kendimize pek öyle uzun bir gelecek biçemiyoruz. İyi ya da kötü, bir gelecek düşünemiyor, düşünmek istemiyoruz.