25 Kasım 2013
[Varşova izlenimlerinin sonuncusunu birkaç gün gecikmeli olarak İstanbul'da yazıyorum. Zirvenin son günü olması gereken Cuma günü Varşova'dan ayrıldım. Ancak zirve Cumartesi gecesine dek uzadı. Bu sürede yaşananları ve çıkan sonucu Cumartesi ve Pazar günü yaptığım haberlerde aktarmıştım. Varşova izlenimlerimin sonuncusunu ise benim zirveyi yerinde izlediğim son gün olan 21 Kasım Perşembe günü Türkiye adına bir sunuş yapılması vesilesiyle Türkiye'ye ayırdım.]
Türkiye’nin uluslararası iklim değişikliği politikalarıyla, daha doğrusu Birleşmiş Milletler zemininde süren müzakere süreciyle ilginç bir ilişkisi var. Bu ilişki tıpkı Avrupalı mıyız, Ortadoğulu mu; Batılı mıyız, Doğulu mu meselesinde olduğu gibi bir tür arada kalma -ya da dilerseniz özgünlük- durumuna işaret ediyor. Yalnız Türkiye, iklim politikaları bağlamında bu özgünlük durumunu artık fazlasıyla abartmış durumda. Bu yüzden de bugün, kendini fazlasıyla “özgün” sanmasının aslında kimseyi ilgilendirmediği bir dönemde, acilen yeni bir iklim politikaları stratejisi belirlemesi ve bu stratejinin de sürece aktif katılımı esas alması gerekiyor. Aksi takdirde Türkiye önemli bir uluslararası politika zemininden büyük bir hızla kopmak ve oluşacak yeni rejime tabi olmak durumunda kalacak.
Peki Türkiye’nin bu durumu nereden kaynaklanıyor ve Varşova’da nasıl bir pozisyon aldı?
Gelişmiş bir gelişmekte olan ülke
Türkiye, Dünya Bankası gelişmişlik sıralamalarına göre gelişmekte olan bir ülke. Ancak aynı zamanda soğuk savaş dönemindeki konumlanmaya göre birinci dünya ülkeleri arasında yer alıyor ve bu nedenle de OECD ülkesi. Soğuk savaşın daha yeni bittiği 1992 yılında imzalanan Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi hazırlanırken, bu ikinci konumu nedeniyle üçüncü dünya dışında kalan ülkelerin yer aldığı Ek 1 listesinde, yani iklim değişikliğinin ortaya çıkmasından birinci derecede sorumlu olan ülkeler arasında yer alan Türkiye, uzun süre Sözleşme’ye ve Kyoto Protokolü’ne taraf olmayarak Ek 1 ülkesi olmasından kaynaklanacak emisyon hedefi yükümlülüğünden uzak durdu. Bu süreçte de Ek 1 üyesi olsa da tarihsel emisyonları az olduğu ve gelişmekte olan ülke durumunu sürdürdüğü için özel koşullara sahip olduğunu taraflara kabul ettirdi.
Türkiye’nin 1990'a göre indirim yükümlülüğü almaması, her ne kadar (emisyonların karşılaştırılması üzerinden bakıldığında) adil gibi görünse de, aslında Ek 1'de yer almasının mantığının zaman içinde daha iyi ortaya çıktığı söylenebilir. Bunun iki nedeni var.
Birincisi Türkiye’nin hızlı büyüyen bir ekonomi olarak emisyonlarını hızla artırması. Türkiye emisyon artış hızında hızlı gelişen Çin, Hindistan gibi ülkelerle aynı ligde yer alıyor. Hatta bildiğiniz gibi sözleşmede bulunduğu yerdeki ülkeler arasında (Ek 1'de) artış hızında her yıl yeniden birinci oluyor.
Ancak Türkiye’nin sözleşmedeki konumu açısından asıl önemli olan ikinci neden. Yani AB adaylığı. Bütün AB ülkelerinin (ve ayrıca AB’nin de) Ek 1 ülkesi olduğu düşünülürse, olası bir AB ülkesinin dışarıda kalması müzakerelerin mantığına uygun olmazdı.
Ancak Türkiye’nin iklim zirvelerindeki davranış biçimi hiçbir duruma uymuyor.
Yalnız ve grupsuz ülkem
Müzakelerde ülkeler (taraflar) kendi adlarına davranabildikleri, yani söz alıp konuşabildikleri ve kendi görüşlerini veya pozisyonlarını ortaya koyabildikleri gibi, ülkeler adına içinde yer aldıkları grupların sözcüsü de konuşabiliyor. Çünkü iklim müzakerelerinde çok sayıda grup var.
Bu ülke gruplarından bazıları BM içindeki konumlanışla ilgili. Örneğin G77+Çin denen grupta 130'dan fazla ülke var. Tamamen eski üçüncü dünya ülkeleri sınıflandırmasına uygun bir gruplaşma bu. Ancak bu grupta yer alan bazı ülkeler, örneğin en az gelişmiş olanlar (49 ülke) LDC diye ayrı bir grupta da bir araya geliyorlar. Ya da küçük ada ülkelerinin (43 ülke) AOSIS diye başka bir grubu daha var.
Üstelik bu gruplaşmalar son yıllarda oluşan daha küçük müzakere bloklarıyla iyice çeşitlenmeye başlamış durumda. Örneğin Latin Amerika ülkelerinden Küba, Bolivya gibi Bolivarcı olanların ALBA diye bir grubu varken, Şili, Peru gibi ABD’ye yakın olanlar AILAC diye bir grup kurdular. Ya da yağmur ormanları ülkeleri veya dağlık bölge ülkelerinin ayrı küçük grupları var.
Tabii 28 ülkeden oluşan Avrupa Birliği bu grupların en resmi ve yapılanmış olanı. Ama zengin ülkelerin başka grupları da var. ABD, Avustralya, Japonya gibi ülkelerin oluşturduğu Şemsiye grubu veya küçük Avrupa ülkeleriyle bazı büyük kapitalist ekonomileri buluşturan (İsviçre, Güney Kore, Meksika gibi birkaç ülkeden oluşan) EIG bunlar arasında sayılabilir.
İklim zirveleri sırasında bu grupların her biri her sabah kendi toplantılarını yapar, ortak pozisyonlar belirler, küçük müzakere gruplarında veya açık-büyük toplantılarda sözcüleri aracılığıyla görüşlerini açıklar, sonuca etkide bulunmaya çalışırlar. Oylama yapılmadığı için de kararlarda hepsi güçleri oranında etkide bulunma şansına sahiptir.
Türkiye ise herhangi bir ülke grubuna dahil değil. AB’ye henüz üye olmadığı için AB grubunda olmadığı gibi, herhangi bir gelişmekte olan ülkeler grubunda veya gelişmiş-gelişmekte olan ülkelerin birlikte oluşturduğu gruplarda da yer almıyor. Kendi adına da (en azından açık toplantılarda) söz alıp sürmekte olan görüşmelerle ilgili pozisyonunu belirtmiyor. Yani Türkiye’nin 2015 anlaşmasının nasıl olması veya kayıp ve zarar mekanizmasının nasıl kurulması gerektiği hakkında, ya da uzun dönemli finansman konusunda veya teknoloji, metodoloji, ormancılık vb. meselelerinde ne düşündüğünü veya nasıl bir pozisyon aldığını bilmiyoruz.
Türkiye belki kapalı toplantılarda veya gayrıresmi görüşmelerde görüş belirtiyor olabilir. Görüş bildirdiği şeylerin de sürmekte olan tartışma noktalarından çok sadece Türkiye’yi ilgilendiren çok spesifik konular olduğunu biliyoruz. (Örneğin bu yıl Sekreterya’nın Türkiye’yi kastederek “özel durumu olan Ek-1 ülkeleri” ile ilgili hazırladığı bir belgeyi tartıştı.) Ancak bu konular genele ilişkin değil ve zaten bunlardan da kimsenin haberi olamıyor.
Birpınar’ın konuşmasına göre Türkiye’nin pozisyonu
Türkiye’nin sesi her yıl olduğu gibi bu yıl da yüksek düzeyli toplantıdaki, yani bakanlar zirvesindeki konuşmalar sırasında duyuldu. Varşova’da Türkiye adına Çevre ve Şehircilik Bakanlığı Müsteşar Yardımcısı Mehmet Emin Birpınar konuştu. Konuşma Türkiye’nin Varşova’daki pozisyonunu açıklayan elimizdeki tek açık veri.
Birpınar’ın konuşmasında öne çıkan noktalar şöyle:
- Türkiye, Filipinler’deki tayfun nedeniyle taziyelerini bildirdi. Ayrıca Filipinler’in tarihsel sorumluluğu az olduğu halde en fazla etkilenen ülke olduğunu söyledi ve Türkiye’nin bu ülkelere yardıma hazır olduğunu, zaten Filipinler’e de bir acil yardım gönderildiğini açıkladı.
Türkiye böylece adını net olarak koymasa da, Haiyan tayfunu ve benzeri felaketlerin iklim felaketi olduğunu söylemiş oluyor. Bu önemli bir nokta. Üstelik bu gibi durumlarda bu gibi ülkelere (yani aslında tarihsel sorumluluğu olmadığı halde iklim felaketlerinden en çok etkilenen ülkelere) yardıma hazır olduğunu söyleyerek kendini gelişmiş ülkelere yakın bir noktada konumlandırıyor. Finans konusuna veya kayıp ve zarar mekanizmasına değinmese de, Türkiye’nin iklim felaketlerinde “veren tarafta” yer alacağını ima ediyor. Bunun ileri bir adım olduğu söylenebilir.
- Oluşacak olan yeni iklim rejiminden bahsederken, yeni dönemde bütün ülkelerin taraf olacağını, hiçbir ülkenin dışarıda bırakılmayacağını vurguladı. Böylece Türkiye’nin de yeni rejimde üzerine düşeni yapacağını söylemiş oldu. Ancak bu noktadan sonra her ülkenin yapacağı “katkının” (dikkat edelim, alacağı “yükümlülüğün” değil, ki Türkiye’nin de bu yeni dili hemen benimsemiş olduğu anlaşılıyor) esnek ve dinamik olması gerektiğini söyledi. Bundan, Türkiye’nin de ABD vb. gibi gönüllü katkı anlayışına yakın olduğunu görüyoruz. Bu konu önemli. Gönüllü katkıyla hiç anlaşma yapmamanın arasında ne fark olduğunu uzun süre tartışmamız gerekecek.
- Konuşmada en az gelişmiş ülkelerin ve küçük ada ülkelerinin haklarına vurgu yapılması ve gelecek kuşakların ihtiyaçlarından bahsedilmesi gibi olumlu, ama yetersiz noktalar da var.
Yetersiz, çünkü bu noktada Türkiye’nin 2011'de İstanbul’da yapılan En Az Gelişmiş Ülkeler Toplantısı’ndan bu yana 10 yıl süreyle BM zemininde en az gelişmiş ülkelerle ilgili çalışmaları yürüten ülke olduğunu hatırlamak gerekiyor. Bu da aslında Türkiye’nin sürekli ve her zeminde En Az Gelişmiş Ülkelerin haklarını savunmasını gerektirir. Varşova’da bu cümle dışında buna dair bir işareti en azından biz göremedik.
- Türkiye konuşmanın son bölümünde ise özel şartlarına vurgu yaparak Durban ve Doha sürecini desteklediğini, ancak desteğe ihtiyacı olduğunu vurguluyor ve konuyla ilgili kendi yaptığı yerel çalışmaları (eylem planı, orman hedefi vb.) sayıyor.
Yapılan onca teknik ve detay tartışmada Türkiye’nin ne düşündüğünü ya da bir pozisyonu olup olmadığını ise bilmiyoruz.
Diplomatik ilgi düzeyi
Daha önce de yazdığım bir konuyu da bir kez daha tekrarlayayım. Türkiye uzun süredir ilk kez uluslararası iklim zirvesinin Bakanlar oturumuna müsteşar yardımcısı tarafından temsil diliyor. Bundan öncesini merak edenlere listeyi vereyim. İşte Kyoto Protokolü’nün yürürlüğe girdiği 2005 yılından itibaren Türkiye’yi yüksek düzey iklim zirvelerinde temsil eden isimler:
- 2005 Montreal (COP 11) – Çevre ve Orman Bakanlığı Müsteşar Yardımcısı Mustafa Öztürk
- 2006 Nairobi (COP 12) – Çevre ve Orman Bakanı Osman Pepe
- 2007 Bali (COP 13) – Çevre ve Orman Bakanlığı Müsteşarı Hasan Zuhuri Sarıkaya
- 2008 Poznan (COP 14) – Çevre ve Orman Bakanlığı Müsteşarı Hasan Zuhuri Sarıkaya
- 2009 Kopenhag (COP 15) – Cumhurbaşkanı Abdullah Gül
- 2010 Cancun (COP 16) – Çevre ve Orman Bakanı Veysel Eroğlu
- 2011 Durban (COP 17) – Kalkınma Bakanı Cevdet Yılmaz
- 2012 Doha (COP 18) – Çevre ve Şehircilik Bakan yardımcısı Muhammet Balta
- 2013 Varşova (COP 19) – Çevre ve Şehircilik Bakanlığı Müsteşar Yardımcısı Mehmet Emin Birpınar
Demek ki Türkiye iklim zirvelerinde son 9 yılda 1 kez Cumhurbaşkanı, 3 kez bakan, 1 kez bakan yardımcısı, 2 kez müsteşar ve 2 kez de müsteşar yardımcısı düzeyinde temsil edilmiş. Bundan önceki müsteşar yardımcısı düzeyinde katılım çok önce, daha Türkiye Çerçeve Sözleşme’ye taraf olduktan bir yıl sonra, Kyoto’yu ise henüz onaylamamışken, 2005'de olmuş.
Dolayısıyla bu tavrı Türkiye’nin iklim değişikliği politikalarından geri çekildiği şeklinde yorumlamamızın çok doğal olduğu ortada.
Türkiye pozisyonun belirlemek zorunda
Ne yazık ki Türkiye en önemli zamanda, yeni bir iklim rejimi kurulurken, hiçbir ülke grubunda yer almayarak, en önemli tartışma konularında pozisyon almayarak, oturumlarda söz almayarak, yardımcı düzeyde bir bürokratla temsil edilerek iyice görünmez hale geldi. Hızla artan bir emisyon düzeyine sahip, büyük, hızlı gelişen bir ülkenin, 2015'e bu yöntemle hazırlanmasının hem dünya, hem de Türkiye için büyük bir talihsizlik olduğunu söylemek gerekir.
Eğer bu durumun nedeni delegasyondaki ekiplerin tartışılan konulara yeterince hakim olmaması ve ülkenin müzakere kapasitesinin düşüklüğüyse, bunun da en azından yüksek düzeydeki oturuma kimin katılacağını belirlemek kadar politik bir tercih olduğu söylenebilir.
Gelecek yıl yaz aylarında, BM Genel Sekreteri Ban Ki-Moon özel bir iklim zirvesi toplayacak ve ülkelerin liderlerini bir araya getirecek. Bu toplantıda özellikle G20 ülkelerinden pozisyonlarını belirtmelerini isteyecek.
Ayrıca Türkiye 2015 yılında G20'nin başkanlığını devralıyor. 2015'de, Türkiye’de yapılacak olan G20 toplantısı Paris İklim Konferansı’ndan önce olacağı için de ana gündemlerden birinin yeni iklim değişikliği rejimi olması ihtimali yüzde yüze yakın. Yani Türkiye 2015'de iklim politikalarında liderlik yapmak zorunda kalacak.
Bu görünüm ışığında Türkiye’nin politikalarını yeniden değerlendirmesi, aktif bir strateji benimsemesi, teknik hazırlıklarını hızlandırarak, tecrübeli kadrolar kurarak pozisyon belirlemesi gerekiyor. Bir grupta yer alması ya da yeni bir grup kurmayı denemesi de gerekebilir. Ya da AB’ye iklim politikalarında birlikte davranmayı, müzakerelerde AB tarafından temsil edilmeyi talep edebilir.
Tabii her durumda Türkiye’nin alacağı pozisyonun da gezegenden, gelecek kuşaklardan ve az gelişmiş ülkerleden yana, iklim gerçekliğine ve küresel iklim adaletine uygun bir pozisyon olması gerekiyor.
2015'e, Paris’e sadece 2 yıl kaldı. Görünmezlik politikasını sürdürmenin zamanı değil.