Ömer Madra: Mehmet Hasgüler’le beraberiz, kendisi Çanakkale 18 Mart Üniversitesi İktisadi ve İdari İlimler Fakültesi Uluslararası Bölümü Başkanı. Daha önce de Kıbrıs’la ilgili pek çok önemli yazısı ve çalışması var. ‘Kıbrıs’ta Enosis ve Taksim Politikalarının Sonu’, ‘Kıbrıs’ta Tüketim Kooperatifleri’ adlı kitapları var. Bir de yeni ‘Kriz Üçgeninde Türkiye’ başlığı ile aynı üniversiteden Bülent Uludağ ile beraber Ortadoğu, Avrasya ve Kıbrıs üzerine 1997-2003 arasındaki yazılarını derlemişti. Tam da soracak zaman, yani önümüzdeki günlerde, iki gün içinde başlıyor Kıbrıs’ta görüşmeler. Başlıyor mu başlamıyor mu bilmiyoruz ama en azından görüşmeler yapılmak üzere gidiliyor. Annan planı referansı ile masaya oturulacak mı oturulmayacak mı? Haberlerde KKTC Cumhurbaşkanı Rauf Denktaş’ın biraz gönülsüz gittiği, hatta masadan hemen kalkabileceği, bir mektup götürüp “ben bu cenazeyi kaldırmam” dediği belirtiliyor. Neden cenaze? Kıbrıs Türkleri ölüyorlar mı?
Mehmet Hasgüler: Tabii özetle zaten 2003’ün sonunda ve seçim döneminde, Kıbrıs’ta yapılan son seçimlerde de helvasını yaptılar; Annan planının tabutunun kaldırıldığı, öldürüldüğü, gömüldüğü söylendi. Dolayısıyla Denktaş beyin bu açıklaması sürpriz değil. Ama tabii bu cenaze ise eğer, şu sorunun da sorulması lazım: 1968’de Denktaş’la Klerides Beyrut’ta toplumlararası görüşmelere başladılar ve hiçbir Kıbrıslı Rum lider bu görüşmeleri kopuksuz bir biçimde sürdürmüş değil. Denktaş bey 68’den beri bu sorunu görüşmek üzere bu çabaları gösteriyor ve ortada bir cenaze varsa, bu cenazenin baş sorumlusu kendisidir. 1968’den şu güne kadar bu sorunu çözememişlerse ve çözümsüzlüğün çözüm olduğunu uzun yıllar söylemişlerse -ki Denktaş bey bunu yıllarca söyledi, her görüşme öncesi, sonrası söyledi, ‘çözümsüzlük çözümdür’ siyasetini sürdürdüler- üzerinde düşünmek lazım. Tabii özellikle 3 Temmuz 1990 tarihinde Rumlar artık o Üçüncü Dünyacı, yani bağlantısızlık hareketi politikalarının artık onlara yetmediğini ve uluslararası koşullarda birtakım değişiklikler olduğunu sezdiler ve bütün güçleriyle -ki Yunanistan üyeliği de artık oturmuş duruma gelmişti- AB’ye tam üyelik başvurusu yaptılar, Türkiye’den üç yıl sonra. Türkiye de Özal ile birlikte yapmıştı bunu.
Tabii orada çok ilginç bir şey oldu; 93 Temmuz’unda Rumlar başvuruyorlar ve 6 ay kadar sonra Özal bunu seziyor biraz ve 4’lü zirve önerisi yapıyor, yani inisiyatifi ele almak istiyor. Hemen Körfez krizinin ardından. Tabii “Özal, sattı, satıyor” vs. şeklinde bir yığın tepkiler ortaya kondu. Halbuki orada sorulduğu zaman “niye böyle bir 4’lü zirve yaptınız?” diye, Özal dedi ki “bugün biz güçlüyüz, biz bu sorunu bugün çözer isek, istediğimiz gibi çözme şansımız vardır. Ama bir süre sonra bir gün gelecek ve güçsüz durumda olacağız ve o zaman bu sorunu istedikleri gibi çözdürürler.”
Ama o 4’lü zirve maalesef yapılamadı, çünkü Türkiye’deki bütün kurumlar Özal gibi düşünmüyordu. Yani Özal biraz sezgileri yüksek biriydi, o anlamda bazı sezgileri vardı gerçekten. Ama tabii bunun arkası gelmedi ve Türkiye’nin AB üyeliği ile Kıbrıs’taki çözüm örtüşmeye başladığı 2000 yılının başlarından itibaren Türkiye’de herkes Kıbrıs’ı keşfetti. Belki de çok geç kalınmıştı. Bugün de aslında o geç kalınmışlığın izlerini görüyoruz Denktaş’ın yaklaşımlarında. Benim görebildiğim kadarıyla, Türkiye’de ilk defa siyasal iktidarlar doğruları ve yanlışları ile birlikte bir inisiyatif arayışında, bu da Denktaş’ın hoşuna giden bir şey değil tabii. Daha önceleri Türk Dışişleri Denktaş’a çözümsüzlük çözümdür siyaseti perspektifini veriyordu ve Denktaş da bu görüşmeleri kendi yöntemleri ile çözüyordu, yani çözmüyordu aslında, devam ettiriyordu. Böylece sorun çözülmüyordu, tabii bu Rumları çok da fazla rahatsız etmiyordu, çünkü onlar açısından süreç zaten işliyordu.
ÖM: Zaman bir şekilde onların lehine gelişmekteydi diyorsun?
MH: Tabii. Rumlar bütün bu değişiklikleri seziyor ama tabii onların da başka düşünceleri var. Mesela Papadopulos Eoka içerisinde bulunmuş ve soğuk savaşın etkisinde olan bir politikacı, fakat bugün AB perspektifinden ötürü tabii ki kendi ulusal çıkarlarını düşünerek belki de Kıbrıs Türkleri ile bu işi paylaşmak istemiyorlar. Öyle de bir şey var: niye paylaşsınlar bu devleti? Biz de tabii onların bu anlamdaki düşüncelerini, duygularını Denktaş’ın görüşmelere gitmemesiyle, müzakere etmemesiyle desteklemiş oluyoruz. Ama tabii bunun üzerinde çok fazla da kafa yormuyoruz “niye böyle oluyor?” diye. Luizidu davaları arka arkaya geliyor, yarın AB müktesebatı işlemeye başlayacak, 1 Mart’tan sonra. Belki de Türkiye, karşısında AB’nin, AB içerisinde Yunanistan’ın, Kıbrıs Rumlarının da üyesi olduğu bir aktörler grubu ile karşı karşıya kalacağını düşündüğünden, belki de ABD’yi de devreye sokmak istemekte ve belki de bir öngörüşme -çünkü görüşme değil, müzakere başlamadı henüz- yapacaklar. Belki de çok olumlu şeyler beklememek lazım ama benim görebildiğim, bu görüşmelerin en ayırıcı özelliği ABD’nin de bu işe girmek istediği ve belki de bu görüşmelerle birlikte artık ABD’nin de bir taraf olabileceği düşüncesi ve duygusu var doğrusu.
ÖM: Bu çok önemli. Neden ABD bunu çözmek için bir ağırlık koyma ihtiyacını duyuyor, ABD için bir prestij sorunu mu bu uluslararası anlamda?
MH: Siz de biliyorsunuz, sonuçta ABD gerek Afganistan, gerekse Irak’la olan sorunlarında ciddi olarak bir batağa saplandı ve bu sorunları istediği gibi çözemedi. Aslında öteden beri söyleniyor, Kıbrıs Hıristiyanların, Müslümanların kolayca anlaşabilecekleri bir takım ipuçlarına sahip bir yer. İşte 23 Nisan’da kapılar açıldı ve hiçbir sorun yaşamadan insanlar gidiyorlar, geliyorlar. Tabii bu sorunu yaşamamış olmaları işin çok kolay olduğunu göstermiyor, ama bir İsrail-Filistin’e, bir Keşmir meselesine bakıldığında Kıbrıs daha kolay çözümlenebilir görünüyor. Kıbrıslıların aralarındaki o yumuşak ilişkileri, Akdenizliliğe, vs. baktığımızda, iki toplum arasındaki görüşmeler başladığında, örneğin İsrail-Filistin’de insanlar kendilerini bombalarla havaya uçuruyorlar, vs. Kıbrıs’ta öyle bir şey yok. Aksine insanlar mitingler yapıyorlar, daha çok da kuzeyde, Kıbrıslı Türkler özellikle son dönemlerde tepki gösteriyorlar, görüşmeler sonuçlansın diye.
Dolayısıyla, ABD böyle bir problem üzerinde 1990 yılının başından beri ‘conflict resolution’ (uyuşmazlıkların çözümü) diye çok ciddi yeni bir disiplin alanı açtı. Bu alanla ilgili, iki topluma dönük bir takım projeler ortaya koydular. Bu projelerin altında yatan daha çok böyle pozitif yaklaşımlarda, doktorlarla doktorların, avukatlarla avukatların, değişik meslek gruplarından insanların biraraya getirilmesi ve buradan bir takım inisiyatifler alınması konusundaydı. ABD’nin Kıbrıs sorunuyla öteden beri ilgisi var ama aktör durumuna gelmesi artık belki bu dönemde başlayacak. Bunun yanısıra ABD bu başarısızlıklara, özellikle seçimlerin olacağını düşündüğümüz 2004’ün sonunda belki de dış politikasını Kıbrıs’la, Kıbrıs başarısı ile süslemek istiyor.
ÖM: Başarıya susamışlık durumu herhalde belirgin bir şekilde var. Çünkü ortada dünyadaki gerilemeleri, kriz var ve ayrıca Irak’ta çok sayıda Amerikalı asker de ölüyor yani.
MH: Tabii bu alanda çok ciddi yatırımlar da yapıyorlar, Kıbrıs’la ilgili çok çabalar gösteriyorlar, ciddi arayışları var. Kıbrıs bir şekilde AB’ye girecek. Irak meselesinde gördük, AB ile ABD arasında çekişmeler oldu; belki de AB’ye girecek olan ve Ortadoğu’da çok önemli bir yere sahip olan Kıbrıs’la bir takım arayışlar içerisine girdi. Sonuçta böyle arayışlara girmesi de normal.
ÖM: ABD’nin böyle bir aktör olarak devreye girmesi, AB açısından hem Yunanistan hem de özellikle AB açısından pürüz doğurabilecek bir şey değil mi? AB’nin kendine bağımsız bir alan yaratmak istediği şüphesiz. Özellikle Irak savaşının öncesinde bu ayrım belirdi, bu eski Avrupa, yeni Avrupa, vs. hikayeleri çıktı.
MH: Kıbrıs’ın garantörlerine baktığımızda, başta İngiltere var; İngiltere ile AB’nin ilişkisi tartışmasız, yani Irak’ta çok uyumlu, hatta Blair için Bush’un arkasına takılan kişi olarak değerlendirmelerde bulunuldu, başta kendi basınında olmak üzere, dünya kamuoyunda böyle nitelemeler vardı. Fakat öte taraftan tabii Yunanistan Türkiye’ye göre biraz daha NATO ve ABD meselesi ile ilgili, ama eninde sonunda 3 garantör ülke de NATO üyesi ve Amerika ile ilişkileri de iyi durumda. Dolayısıyla zaten daha önceleri de İngiltere’nin Kıbrıs’tan çekilmesi, üsleri bırakması gibi bir takım düşünceler ifade edildi. Tabii bunlar hep gayrı resmi ifade edildi, çünkü Kıbrıs, İngiltere’nin kendi imparatorluğunun, o küçülen imparatorluğunun, bir zamanlar üzerinde güneş batmayan imparatorluğunun en son sembolüdür aslında. Kıbrıs İngiltere açısından böyledir, çünkü orada egemen üsleri vardır, oraya pasaportsuz bir şekilde iniyorlardı, %3’e tekabül ediyor toprak parçası olarak İngiltere’nin oradaki üsleri.
ÖM: Aslında muazzam. Peki, bildiğim kadarıyla bu üslerden Rum kesimi de pek memnun değil? Bir kısmı kaldırılmasını istiyor, öyle değil mi?
MH: Orada ilginç olan bir şey var. Komünistler üslere karşı değil, daha çok sağcılar gidiyorlar, kendilerini bağlıyorlar, üslerin etrafına zincirliyorlar, nükleer atıklar vs. meselesi ile ilgili olarak. Biliyorsunuz Irak’a sürekli bomba yağdırırken önemli bir bölümü de Kıbrıs üslerini kullanarak gündeme getirildi ve orada 20 bin askeri var. Mesela Türk askeri tartışılıyor ama İngiliz üsleri hiç tartışılmıyor. Hiç kimse onun üzerinde durmuyor ama Annan planında bence en ciddi eksiklik İngiliz üslerinin pozisyonudur, ki AB için Rumlar katılım anlaşmasını imzaladıklarında aynı zamanda yeni bir anlaşma daha imzalandı ve yine kimse bunu dikkate almadı Türkiye’de, küçük bir satır olarak geçti. İngiliz üslerini yeniden teyit ettiler Katalan anlaşması ile birlikte. Orada çok önemli bir şey var, çünkü İngiltere tartıştırmıyor üslerini ve biz de tartışmıyoruz ilginç bir şekilde İngiltere’nin oradaki pozisyonunu.
ÖM: Hatta anlayabildiğim kadarıyla Amerikalılar da ayrıca yeni bir üsten bahseder oldular orada son zamanlarda.
MH: Hem üsten, hem garantörlükten bahsediyorlar, belki Erdoğan’ın ABD ziyaretinde bu gündeme geldi ve sonrasında da bu yalanlandı resmi olarak. Amerika’nın en büyük özelliğidir, bir şeyler önce medyaya sızdırılır sonra resmi olarak yalanlanır, halbuki bir süre sonra onun gerçekleştiğini görebiliyoruz.
Rauf Denktaş, Kofi Annan, Tassos Papadopoulos
İngiltere, ki Annan planında da İngiltere önemli rol oynadı. Yani aslında benim görebildiğim bu Kıbrıs işinde İngilizler ilgili konumda. Türkiye biliyorsunuz Lozan’da 20. maddeyle İngiltere’nin 5 Kasım 1914 tarihli tek taraflı ilhak kararını tanımıştı. İnönü Musul meselesine verilen çabanın milyonda birini bile Kıbrıs’ı savunmak için göstermedi. Hatta Mustafa Kemal’in kendisini bu konuda ciddi olarak azarladığı söylenir. Bunları bilemiyoruz ama günün sonunda Türkiye Lozan’da Kıbrıs’ı terk etti ve 1955’e kadar Kıbrıs’la ilgili hiçbir resmi politikası yoktu Türkiye hükümetlerinin. Aksine, orada, Lozan’da 21. maddeye dayanarak 1925’e kadar Larnaka’da konsolosluk açıldı; 1923 koşullarında 62 bin Türk nüfusu, Kıbrıslı Türkler Türkiye’ye göç etsin istendi. 9 bine yakın başvuru oldu, Tarık Zafer Tunaya gibi isimler o dönemde geldiler. Kıbrıslı Türkler niye İngiliz sömürgesine karşı tavır almadılar? Çünkü aydınlanma içerisinde olan, okuyan, eli kalem tutan insanlar Türkiye’ye göçmüştü, köydeki adamın ise haberi yoktu Türkiye’de bir ulusal devlet kurulduğundan, bağımsızlık olduğundan. Aydın insanlar “İngiliz bayrağı, İngiliz marşı altında yaşacağıma Türkiye’ye giderim, yerleşirim” dediler. Sonra aslında 50’lı yıllarda 3. dünyayı sezen Makarios gibi bir insanın bu tarafta ortaya çıkmamasının altında yatan neden, böyle bir aydın grubun oluşmaması. Denktaş o yıllarda henüz İngiliz sömürge savcı yardımcılığı yapıyordu, yani İngiltere’ye karşı tepki gösterenlerin yargılanması konusunda karar veren kişiydi. Dolayısıyla, Türkiye’de bir sıkıntı var, yani 1 Mayıs’tan sonra durum ne olacak? AB müktesebatı işleyecek, sorun çözülmeyecek, Türkiye’nin AB ilişkileri ciddi bir krize girecek ve Türkiye bu noktada bu aktörlere karşı ABD’yi bir dengeleyici unsur olarak belki görmek istemekte. Aslında 1959-60 anlaşmaları yapılırken yine gözden kaçırılmaması gereken bir şey var: 58 Aralık’ında NATO’da Kıbrıs Cumhuriyeti’nin 3’lü garantörlük sistemi olsun, sui generis (kendine özgü) bir yapısı olsun yolunda bir karar verildi. Bu 1958 Aralık’ında biçimlendirildi, sonra hem Türkiye’ye hem de Yunanistan’a benimsetilmeye çalışıldı. Tabii ki
ÖM: Oysa, Kıbrıslı Rumların lideri Makarios o zamanlar bağlantısızlar hareketinin önemli isimleri arasında yer alıyordu.
MH: 1955’de henüz bağımsız değildi Kıbrıs Cumhuriyeti. Makarios Bandung’da bir Ortodoks kilisesi papazı olarak bulunuyor ve hem Ortodoks dünyası adına hem de sömürgeciler adına bir konuşma yapıyordu. Aynı zirvede Çin Halk Cumhuriyeti’nden Çu Enlay var, Hindistan bağımsızlık hareketinin öncülerinden Nehru var, Mısır’dan Nâsır var, vs... Fatin Rüştü Zorlu da Türkiye’yi temsil ediyordu ve şöyle bir yaklaşım sergiliyordu orada: “Siz sömürge olarak kalmaya devam edin, yoksa sonra Sovyetler’in kucağına düşersiniz”. Bu tabii çok ayıplanan bir şey oldu, ki Bandung, bağlantısızlık hareketini hazırlayan bir konferanstı.
Tabii bunun faturası gelir 1964’te, özellikle Semih Günver bağlantısızlığın ikinci zirvesine Şam büyükelçisi olarak gittiğinde, orada Mısırlılar onu almak istemedi çünkü iş 61’de başlamıştı ve Kıbrıs da bağlantısızlar arasında önemli bir yere sahipti.
Mesela biz üniversitelerimizin uluslararası ilişkiler bölümlerinde Makarios’u hep “katil papaz, kızıl papaz” diye nitelendiriyoruz ama onun mikro bir ülkenin makro etkisi bakımından uluslararası yerini araştırmayı hiç düşünmüyor, bu konuda çaba sarf etmiyoruz. Önemli 6 lider arasında yer alıyordu aslında Makarios. Bunlar Mısır’dan Cemal Abdül Nasır, Endonezya’dan Sukarno, Hindistan’dan Nehru, Yugoslavya’da Yosip Broz Tito, Gana’dan Nkrumah, Kıbrıs’tan da Makarios idi... Bu altılı arasında ifade edilen Makarios, küçücük bir ülkede üç tane NATO üyesi ülkenin garantörlüğü, egemenliği sınırlandırılmış bir ülke adına oradaydı ve 55’te Bandung’da olan olay bence bir rezaletti. 64’teki Kahire zirvesinde Türk tezini anlatmaya giden büyükelçiler (aslında daha sonra bunlar ‘loca’ büyükelçisi olarak da ifade edildi), gerillalar arasında izlemek durumunda kaldılar ikinci bağlantısızlık zirvesini. Ben şahsen Semih Günver’le konuştum bu konuyu, doktora tezim bağlantısızlık hareketi ile ilgili olduğu için. Rahatlıkla şunu görebilmek mümkündü: 186 sayılı meşhur karar, yani 1964’teki BM Güvenlik Konseyi kararı sonrasında çıktı sorun ve Kıbrıslı Türkler Kıbrıs Cumhuriyeti’nin yapısından ayrıldıkları için hem parlamentosunu, hem üç bakanlığı terk etti. Sonra bu Kıbrıs Cumhuriyeti’nin o haliyle devam etmesi ve devam ettiği halde de Kıbrıs Türkleri o yapı içerisinde olmadığı için Güvenlik Konseyi bunu öylece tanıdı. 3 Kasım 1990’da AB’ye tam üyelik için yapılan başvuru, aslında 186 sayılı Güvenlik Konseyi kararıyla olmuştur. Tarihi 5 Mart’tır. 6 Mart’ta da İnönü bunu siyasi bir zafer olarak nitelendirmiştir. Yani biz yapıdan ayrıldık, Makarios Türkiye’den Ankara büyükelçiliğinden akreditasyon istediğinde durum buydu: O yıkılmış yapı, Türkler gettolarda yaşarken, tamam Ahmet Zaim bir Türktü ama sonuçta Makarios’un istediği bir büyükelçi idi ve Ankara da bu büyükelçiliği kabul etmişti. Biz bugün “Türkiye’nin ve Yunanistan’ın üye olmadığı bir uluslararası örgüte Kıbrıs üye olamaz” diyoruz ve garanti anlaşmalarına bunu dayandırıyoruz. Hayır öyle bir şey yok. Bu garanti anlaşmasında taksim ve Enosis yasaklanıyor. Evet, anayasanın 50. maddesinde var böyle bir şey, fakat 50. maddeyi de veto edebilecek olan Cumhurbaşkanı Muavini ve Kıbrıslı Türklerin parlamentodaki temsilcileri. Ama gelin görün ki, Cumhurbaşkanı Muavinliğinde de Kıbrıslı Türkler yok, parlamentosunda da yok, bakanlar kurulunda da Kıbrıslı Türkler yok.
ÖM: Neden yoklar?
MH: 1963 Aralık’ında ayrıldılar, orada gönül isterdi ki Makarios’un antidemokratik tutumuna karşı, duyarsız yaklaşımlarına karşı Kıbrıs Türk temsilcileri, Kıbrıs’ın meclisinde, bakanlar kurulunda bulunsunlar, kavga versinler ve gerekirse halk öleceğine orada bir milletvekili ölsün ve dünya da bunu görsün. Fakat bunu yapmadılar, Denktaş beyler yapıyı terk etmeyi tercih ettiler, Kıbrıs Cumhuriyeti’ni Kıbrıslı Rumlara teslim ettiler aslında. Mesela bunu bugün kimse sormuyor, yani Kıbrıs Cumhuriyeti’ni Kıbrıslı Rumlara teslim ettiler aslında, bunun hesabını bugün kimse sormuyor, halbuki çok ciddi bir hataydı bu.
Sonra dönmek için İnönü cesaretlendirmeye çalıştı ama artık fırsat geçip gitmişti, çünkü Rumlar zaten bunu istiyorlardı. O çok zor koşullarda Türkiye taraf oldu 1955’te Londra konferansına, 1959-60 anlaşmalarında garantörlük statüsü kazandı ve Kıbrıs Türkleri de o devletin eşit kurucu ortaklarıydı. Üye %18’lik nüfusa %30 yetki verdiler, biz demokratik yolların hiçbirisini denemeden, zorlamadan, bunları elde ettik. Bugün, müzakerelerde de aynı yöntem var, ama bu kafa yapısını çok da fazla sorguladığımız yok, kaygılar daha çok Türkiye’nin AB üyeliği ile sınırlı.
Bu tabii bir yanlışa başka bir yanlışı eklemekti, çünkü 20 Temmuz 1974’te Türkiye Kıbrıs’a çıkarken garanti anlaşmasının dördüncü maddesi şunu veriyordu: bozulan düzeni, toprak bütünlüğünü ve egemenliği yeniden tesis etmek üzere Türkiye oraya çıkıyordu. Hatta, o dönemde hükümet sözcüsü olarak Orhan Birgit’in yaptığı açıklama da bu yöndeydi. Hatta yüce gönüllü Kıbrıslı Rumlara da biz demokrasi ve barış getiriyoruz dendi, ki bu doğruydu: Onların yaşamlarını korumaya, adaya barış getirmeye geliyoruz şeklinde bir yaklaşım içerisindeydi Türkiye. Fakat gelin görün ki, özellikle 80’den sonra bunlar hep unutuldu. Arkamıza uluslararası hukuku, uluslararası kamuoyunu almayı başaramadığımızda ve tarihte süreklilik arz eden meselelerin işimize geren tarafını görüp, işimize gelmeyen tarafını görmediğimizde elbette ki başarısızlığa uğramak normaldir ve sizin de az önce söylediğiniz gibi ‘bu cenazeyi kimin kaldıracağı?’ sorulur. O zaman, “bunları ben kaldırmam” gibi yaklaşımlarla bu sorunu geçiştirmeye veya perdelemeye çalışacağımızı çok rahat söyleyebilirim.
ÖM: Epey kapsamlı bir tablo çizmiş oldun, teşekkür ederiz. Şimdi bir kere Annan planı üzerinde fazla bilgi sahibi hiçbir zaman tam olunamadı, plan tartışmaya yeterince açılmadı; ikinci olarak, Mehmet Ali Talat’ın Denktaş’ı görüşmecilikten alma planı vardı. Bu pek yürümedi anlaşılan. Şimdi ne üzerinde konuşulacak ve görüşmelerin nereye varmasını bekliyorsun?
MH: Bu öngörüşmelere baktığınızda iki taraf da -eninde sonunda hem Papadopulos hem Denktaş- aslında bu sorunu bu şartlar altında çözmek istemiyorlar, diyebiliriz. Ama Papadopulos’un çözmek istememesini anlayabiliriz, çünkü AB üyesi olacak ve artık çıtayı yükseltecek. Fakat Denktaş’ın müzakerelere gitmemesini, çözüme gitmek istememesini anlamak çok zor. Ama onun da kafasında bir şey vardır, Denktaş bey Kıbrıs’ta çözüme inanmıyor. Bu çok net. Hayatını mücadele ve çatışma üzerine kurgulamış birisi için belki de şunu söylemek lazım: Kıbrıs’ı Türk topraklarına katan, Türkiye topraklarına toprak katan lider olarak tarihe geçmek istiyordur belki.
1931’de İstanbul’da Şişli’de Fevziâti okulunda bir yıl okudu, Ziya Gökalp’ın Türk milliyetçiliğinin o naif halinden çok etkilendiğini düşündüğümüzde (ki babası aslında geri döndürdü kendisini, oradaki bir yıldan sonda döndü) ve kafasının içinde o şiirlerle Kıbrıs’a döndüğünü düşündüğümüzde benim anladığım “siz beni çocuk olarak Kıbrıs’a döndürüyorsunuz, ama ben de Kıbrıs’ı Türkiye veya Türkiye’yi Kıbrıs yaparım” şeklinde kişisel bir serüveni olabilir ve aslında onu hayata geçiriyor. Bir de 67’de Kıbrıs’a bir sandalla falan döndü, Rumlar onu yakaladı, başına silah dayadı, vs. Aslında o başına silah dayanmış Denktaş’ın dramı Kıbrıslı Türklerin ve Türkiye’nin dramıdır. Bütün Türkiye’nin başına silah dayanmıştır Denktaş’ın nezdinde, bütün Türkiye’nin başına silah dayanmıştır. Denktaş, bu duygu ve bu düşünceler içerisindedir 80’inde bir kişi olarak. Bunları çözme konusunda her zaman bir gerekçe buluyordur, çünkü garantörlük de aslında teminat altına alınıyor, Türkiye’nin 650 olan asker sayısını 6 bine çıkarıyor plan ve iki kesimliliği de onaylıyor. Bu üç nokta Türkiye’nin değişmezleriydi; bunlarla yine çözülmüyor Kıbrıs sorunu. Bu noktada Denktaş beyin kendi serüvenini görüyoruz. Fevzi Ati mekteplerindeydi 1931 yılında, orada bir yıl okudu yatılı olarak, daha sonra kardeşi orada kaldı, kendisi buraya döndü. Benim anladığım Denktaş serüveni Türk topraklarına, Türkiye’ye toprak katan bir lider olarak geçmek istiyor.
ÖM: Ama buna kimsenin izin verebileceğini düşünmek çok zor değil mi günümüz uluslararası konjonktüründe?
MH: 1 Mayıs sonrasında kafasında şöyle bir düşünce var, artık Rumlar çıtayı yükseltecekler, Türkiye ile AB arasındaki ilişkiler gerginleşecek; ki zaten öyle olacak, bunu tasarlıyorlar, bu konuda Türkiye’nin AB üyeliğine karşı çıkanlarla Denktaş’ın aynı cephede buluşmuş olması bir rastlantı değil. Yani Türkiye’deki AB karşıtı cephe Kıbrıs’ı, Türkiye’nin AB üyeliğini zehirleyecek, ortadan kaldıracak bir ciddi unsur olarak görüyor; Denktaş da bunlarla birlikte hareket ediyor. Ama bunların ne kadar siyasi etkisi var, Türkiye’de gerçekten bunları yapabilecek durumdalar mı? Bu sorular ortada. Sonuçta işin bir yönü de böyle.
ÖM: Böyle bakıldığında büyük bir ülkenin, Kıbrıs’la kıyaslandığı zaman tabii çok büyük bir ülkenin, nüfus ve coğrafya, ekonomi ve nüfuz olarak çok büyük bir ülkenin kaderini bir biçimde de ipotek altına alma imkanı da yaratılmış oluyor Kıbrıs’ın (KKTC’nin) çok daha küçük bir topluluk olmasına rağmen.
MH: Son ataklara bakın, Fazilet Partisi, DYP, MHP, DSP, hatta CHP bile aynı cephede, Kıbrıs’ın kaderiyle ilgili yani KKTC ile ilgili referandum önerisi yapılıyor!
ÖM: Kıbrıs’ın kaderi için Türkiye’de bir referandum?! Bunu CHP de savundu mu?
MH: Görüşmeler sürüyor, gidiliyor, geliniyor, vs. görüyorsunuz CHP belki resmi olarak ifade etmedi ama sonuçta DSP, MHP, DYP, FP bunu dile getiriyorlar, dün de dile getirdiler. İlk defa ortaya atan FP’den Oya Akgönül, kendisi bir uluslararası ilişkiler hocası, doçent olmasına rağmen böyle bir öneriyi yapabiliyor.
ÖM: Hiç bir ülkenin tanımadığından şikayet edilen bir KKTC’nin kaderi hakkında burada, T.C. sınırları içinde bir referandum yapılmasını öneriyorlar, öyle mi?
MH: Evet.
ÖM: Ama bunu ciddiye almak imkansız.
MH: Suriye’de nasıl bir rejim olacağına Türkiye halkının karar vermesi gibi bir şey, çünkü büyükelçisi ile, herşeyi ile tanıdığınız bir devlet diyorsunuz, ve burada, Türkiye’de bir referandum istiyorsunuz. Tabii KKTC halkının ve Kıbrıs Rumlarının geleceğe dönük yeni bir devlet, yeni bir ülke, yeni bir yapı yaratmak istediklerini biliyoruz ve bu konuda bir referandum doğrudur; fakat Türkiye’de “Kıbrıs’ı verelim mi, vermeyelim mi?” diye soracaklar Türk halkına. Bunlar çok komik kalıyor.
ÖM: Biraz biraz sömürge dönemini hatırlatan bir bakış olduğunu da doğrusu düşündürebiliyor.. Gene de umutlu olmak için pek çok sebep olduğunu da düşünüyorum. Son olarak böyle iyi bir nota ile bitirelim mi bu sohbetimizi?
MH: Tabii bütün iyi şeyler tüketilmedi, Türkiye’deki hükümetin, baskı gruplarının 1 Mayıs sonrasını da hesap ederek bu görüşme ve müzakere aracını çok iyi kullanmaları ve Denktaş beyi gerçekten sebatla zorlamaları ve yine zorlamaları gerekiyor. Çünkü özellikle Kıbrıs’ta Denktaş’ın artık bu konuyu çözmeyeceği konusunda epeyce ilerlemiş bir kanaat var. Yani bu konuda Kıbrıs Türkleri tarafından ciddi olarak tepkiler geliyor.
ÖM: KKTC Kamuoyundaki tepkiler yani?
MH: Evet, Türkiye’de de sorgulanmıyor, dolayısıyla buna sebatla devam etmek lazım. Ama tabii ki bu şu anlama gelmiyor, her ne pahasına olursa olsun bu sorunu çözelim, bitirelim anlamına gelmiyor. Ortaya konan parametreler zaten ‘ne olursa olsun çözelim’in parametresi değil, sonuçta medeni koşullar içerisinde halkın birbirine etkide bulunacağı bir sistem düşünülüyor.
ÖM: Ve Annan planı içinde de bunun ipuçlarını rahatlıkla bulmak mümkün galiba?
MH: Tabii ki. Sonra binleri bulan bu Luizidu davasına benzer bir çok dava kapıda bekliyor. Annan planı bu konuda takas gibi global bir çözüm öneriyor. AB olsun ABD olsun bu konuda çeşitli yardımlarda bulunabileceklerini ima ediyorlar. Bunu tabii sağlam bir takım garantilere bağlamak lazım, özellikle mülk değişimi gibi çok ciddi konularda, insanların bundan ciddi olarak zarar görmemesini sağlamak lazım. 1963’ten itibaren başlayan bu göçmen olma durumunu sona erdirecek bir Kıbrıs barışı. Türkiye’nin de özellikle siyasal iktidarının daha kararlı olarak -ki az çok ipuçları veriyor çözmek istedikleri konusunda ama salt AB’ye endekslenmeden- yüklenmesi lazım. Çünkü bu sorun AB’den bağımsız olarak çözülmesi gereken bir sorundu. Bu parametreler 1980’den sonra değişti, 1977 Denktaş-Makarios, 1979 Denktaş-Kipriyanu doruk anlaşmaları aslında buna işaretti; bunların birisi Demirel, birisi Ecevit döneminde yapılmıştı. Fakat Türkiye’nin 12 Eylül’e gitmesi ile birlikte koşullar çok değişti: batıya ders vermek isteyen bir askeri rejim iktidardaydı. Pakistan’da kardeşi Ziya ül Hak, Romanya’da arkadaşı Çavuşesku dışında Evren’in gidebileceği üçüncü bir ülke yaratmak istemişlerdi. KKTC’yi 15 Kasım 1983’te böylece yarattılar. Ama tabii bu konuda da dönemin Dışişleri Bakanı İlter Türkmen aslında biz hakikaten Rumlara bir şey yapmak için bunu kurmuştuk, çok da böyle ileriye gideceğini düşünmüyorduk”, diyor.
Sonunda da kurulmuş bir devlet var ve böyle şeyler olabiliyor.
ÖM: Bu zemin üzerinde önümüzdeki Mayıs’a kadar epey hararetli şeyler olacak, görüşlerini almak üzere seni belki tekrar rica ederiz...
Mustafa Arslantunalı: Toplantıların iyi geçeceği belli, çünkü Denktaş yanında anayasa hukukçusu Mümtaz Soysal’ı da götürmüş. Çözüme çok yakınız yani.
MH: Evet, “danışmanlarınızı değiştirin” diye Türkiye Başbakan’ına inat, Mümtaz beyden bahsettiği kesindi, yine Mümtaz bey gittiğine göre, hem Mümtaz beyin de bir işlevi var bence, fakat onun daha çok alt komisyonlarda özellikle anayasal konularda, ki kendisi iyi bir anayasa hukukçusu, nasıl bir federasyon daha uzun ömürlü olur konusunda kafa yorması gerekirken, o tam tersine işin başında tutuyor Mümtaz hocayı Denktaş bey. Mümtaz beyin bu konudaki, o akademik derinliğinden yararlanamıyor tabii, çünkü yanlış yerde, yanlış bir şekilde konumlandırıyor. Halbuki daha alt komisyonlarda anayasa maddeleri görüşülürken Mümtaz beyi devreye soksa çok daha doğru olacak.
ÖM: Bir de bu danışman değiştirme, uzman değiştirme konusuna girince Alvare de Soto’yu kaldırdı, onlar de Soto’yu istemiyorlar...
MH: Bir de şu var, BM’den de konuya bakmıyoruz, bıkmış usanmış, o kadar sorun var ki, oraya bir yığın para, bir yığın asker gönderiyor yıllardır, 74’den beri; bir de bu boyutu ile bakalım. Annan da devreye girmek istemiyor çünkü ortada ciddi bir şey görmüyor, yani liderleri onlar da az çok tanıdılar, yani 40 yıldır bu mesele ile ilgili adım atmaya, adım attırmaya çalışıyor ve ortada ciddi bir sorun da olmadığı halde bu konuda cesaretli bir girişim yok ve kendi koşulları içerisinde, buraya yaptığı harcamalarla, vs. düşünüldüğünde BM’nin de bu hassasiyetini anlamak gerekiyor, oradan da bakmıyoruz meseleye. Bir de genel sekreterin özel temsilcisini değiştirmesini istiyoruz. Bunlar hep esaslı konuşmayı engelleyen, perdeleyen arayışlar, esasına bir türlü geçilemiyor.
ÖM: KKTC’de yaşayan halkın seçimlerde çok net bir karar verdiğini de pek kolay söyleyemeyiz doğrusu, ki ciddi bir çözüm arayışını zorlaştıran -bu da benim kanaatim- bir husus bu da.
MH: Tabii şöyle bir şey var, bunun nedenini bilmiyorum ama daha farklı bir sonuç bekliyorlardı doğrusu. Bu çok fazla tartışılmıyor, son bir hafta kala Türkiye ciddi bir şekilde asıldı Kıbrıs’taki seçimlere, belki de çok farklı bir tablo ile karşı karşıya kalınacaktı aslında. Bunda tabii Annan planının da biraz rolü oldu, Annan planı aslında tartışılmamış olsaydı Denktaş’ın cephesinin oy oranının çok aşağılarda kalacağı söyleniyor. Tabii halk küçük bir toplum, 120 bin kişilik bir halk, orada Kıbrıs’taki seçimlere baktığınızda hep böyle ateşkes koşulları altında seçim yaşanıyor ve Türkiye her zaman belirleyici oldu Kıbrıs’taki seçimlerde, fazlasıyla müdahalede bulundu. Bir taraftan 15 Kasım’da KKTC’yi kurarken aslında 6 ay sonra, şu anda CHP’de milletvekili olan İnal Batu’nun o dönem Türkiye büyükelçiliğinde Türkiye’den getirilmiş vatandaşlarla Yeni Doğuş Partisi, yani Türkiyeliler partisi kurdurduğunu da biliyoruz elçilik içerisinde. Bu tabii normal koşullarda, yani bir devlet içerisinde çok ciddi sorunlara yol açması gereken bir durumdu ama maalesef bu büyükelçilerimizi de bu ciddi katkılarından dolayı daha sonra ödüllendiriyoruz, meclise alıyoruz, milletvekili yapıyoruz, vs. ama bunları da bir türlü sorgulayamıyoruz.
ÖM: Yine de olumlu sonuçla biteceğine inanıyoruz.
(9 Şubat 2004 tarihinde Açık Radyo’da Açık Gazete programında yayınlanmıştır.)