Rahmi Aksungur’un “İşkence Mağdurlarına Saygı Anıtı”'nın hikâyesi ve ona ek olarak, Askeri Darbelerin Asker Muhalifleri Derneği'nin eski üyelerinden, Kıdemli Üsteğmen Faik Güleçyüz'ün Türkiye Hikâyelerini Anlatıyor programında yayınlanan "Bir Köşk Varmış" başlıklı hikâyesi.
“Türkiye 1970’li yıllara girdiğinde meclis, insanlar arasındaki artan kutuplaşmanın yol açtığı yerel ihtilaflarla mücadelede yetersiz görünmekteydi. Adalet Partisi (AP) lideri ve başbakan Süleyman Demirel’in kendisi ise saygınlığını ve siyasi gücünü kaybetmekten mustaripti… Subaylar, 1960 öncesinde olduğu gibi, toplumsal huzursuzluğu bastırmak adına polis gücü olarak kullanılmaya gönüllü değillerdi. Bu huzursuzluğu AP’nin ve partinin beceriksiz liderinin getirdiği ekonomi politikalarının bir sonucu olarak görüyorlardı . Ayrıca üst düzey askeri yetkilileri de içinde barındıran radikal sol bir hizibin iktidara el koyması da engellenmek isteniyordu. 12 Mart 1971 geldiğinde gerçekleşen darbe ile verilen muhtıra dengeleri değiştirmişti. Muhtıra devleti ‘milleti anarşiye sürüklemekle’ suçluyor ve generaller ‘güçlü ve güvenilir bir hükümet” talep ediyorlardı. Aksi hâlde, silahlı kuvvetler Türkiye Cumhuriyeti’ni ‘koruma ve kollama’ görevine binaen devletin ‘idaresini ele geçirmek’ durumundaydılar”[1].
73’e kadar askeri müdahale yönetimi bırakmamış olsa da, bilhassa 12 Mart Darbesi ve onu takip eden süreçte sol görüşlü ve liberal eğilimlere sahip pek çok insan gözaltına alındı, ailelerine haber verilmeksizin sorgulandı ve işkence gördüler. MİT ve kontrgerillanın başını çektiği oluşumlar tarafından gerçekleştirilen bu şiddet eylemleri, tam olarak yerleri tespit edilememiş birçok mekânda gerçekleştiriliyordu. Bu mekânlardan biri de basında Ziverbey Köşkü olarak da bilinen Erenköy’deki Zihnipaşa Köşkü idi.
Öğrencilerden askerlere pek çok kişinin getirildiği bu köşkte işkence görenler arasında İlhan Selçuk,Uğur Mumcu ve Murat Belge gibi isimler de vardı. Bu isimlerden İlhan Selçuk, 1986’da Tercüman gazetesinde yayınlanan, sonra da kitaplaştırdığı savunması ile yapılan işkenceleri tüm açıklığıyla kamuoyuna duyurmuştu.
Söz konusu yapı bugün fiziksel olarak aramızda bulunmuyor olsa da, köşkün konumunu Uğur Mumcu ve Talat Turhan’ın araştırmaları ve Kadıköy belediyesinin yer tespit çalışmaları yoluyla işaret edebiliyoruz: Erenköy, Kozyatağı’nda bulunan üç bloklu bir site ve çocuk parkının yer aldığı alan.
Köşkün Tarihçesi
Köşkün bilinen tarihçesine göre bu binanın sahibi, Sultan II. Abdülhamid’in Maliye, Ticaret ve Ziraat, Evkaf nazırlıklarını yapmış Mustafa Zihni Paşa idi. Zihni Paşa’nın 1911’deki vefatının ardından köşkte yaşayan paşalardan birinin yaktığı ateş ahşap köşkün yanmasına neden olmuştu. Yangından sonra köşk onarılmış, bir villaya dönüştürülmüştü. İleriki yıllarda, Zihni Paşa’nın torunu Behin hanım, köşkü yakın dostları olan ve 1953 yılında Nazım Hikmet’in yurtdışına kaçışına yardım ettikten sonra gözlerden uzak ve sakin bir hayat arayışındaki Refik Erduran’a kiraya vermişti. Erduran birkaç yıl villada yaşadıktan sonra çıkmış, Bihan hanım bir şekilde binayı askerlere vermeyi kabul etmişti. (Kaynak: Levent Civelekoğlu, 12 Mart: "Geçmişe Saygı Geleceğe Hatırlatma")
Küçük bir gezintiye çıkarak köşkün bir zamanlar ikamet ettiği mahalleye gidecek olursak, geçmişin giderek susturulan seslerinin bugün çevreden ‘neredeyse’ silinmiş olduğunu göreceğiz. Buradaki mesele ise, unutmanın bir kültür hâlini aldığı şu günlerde, bu ‘neredeyse’ sözcüğüne parmak basmak. ‘Neredeyse’ diyoruz çünkü 12 Eylül 2013’ten beri, burada bastırılan seslere kulak vermek adına diktirilmiş bir anıt mevcut; Kadıköy Belediyesi tarafından heykeltıraş Rahmi Aksungur’a yaptırılan “İşkence Mağdurlarına Saygı Anıtı”.
ADAM-DER’in (Askeri Darbelerin Asker Muhalifleri Derneği) eski üyelerinden kıdemli üsteğmen Faik Güleçyüz’ün sunduğu fikir ve derneğin ön ayak olması ile gerçekleştirilen bu proje işkence mağdurlarının kendileri tarafından başlatıldığından hafızalaştırma konusunda önemli bir yere sahip. İşkence gördüğü sürede “bir dava için mücadele ediyorsan nasıl olsa işkence de göreceksin” anlayışına sahip olduğunu belirten Güleçyüz fikrinin SODEP’in (Sosyal Demokrasi Partisi) 1983 yılında düzenlediği bir gösteri sırasında nasıl değiştiğini ve bu değişen görüşün yıllar sonra nasıl anıt fikrine dönüştüğünü şöyle anlatıyor:
“Orada bir şey duydum: ‘insanlık onuru işkenceyi yenecek’ ben bunu hayatımda ilk defa duymuştum. O etkilenmeden sonra işkenceyi başka türlü düşünmeye başladım. O ana kadar devlet yapar işte yapıyor bunlar yani öyle bakıyorduk biz, yani yakalanırsak işkence de var hapiste her şey var. Birden mantığım başka türlü çalışmaya başladı. Sahiden onuruma dokunmuş bir şey varmış farkında değilim yani… O zaman bunun hesabını devletten sormak lazım… beni yakalarsın sorgularsın… ama işkence yapamazsın, kendi anayasana göre suç… Bir gün bunun hesabının sorulması lazım… Özlük haklarımızı alma meselesi nedeniyle ADAM-DER’le bir araya geldik… Bir gün başkan telefon açtı biz Erenköy’deki kontr-gerillanın karargâhına çıkacağız 12 Mart’ta ADAM-DER olarak diye, 2012 senesi. Biz de de Ayvalık’ta oturuyoruz, çok uzak mesafe, aralarında olmadım. Sonra 2012’nin sonlarında İstanbul’a döndük, 2013’ün Mart’ında başkandan telefon geldi. Biz gene karargâha gideceğiz… ama biz 12 Eylül’den geldik sen 12 Mart’tan geliyorsun anlatır mısın diye…. Tamam, çıkacağız oraya ama benim de kafamda bir şey var, tamam oraya gideceğiz ama kalıcı bir şey yapalım… geliyoruz, bir anıt dikelim diye…”
Bu fikirden oldukça etkilenen ADAM-DER üyeleri vakit kaybetmeksizin Kadıköy Belediyesi ile iletişime geçince anıt, 12 Eylül 2013’te hem 12 Mart hem 12 Eylül’deki işkence mağdurlarına ithafen açıldı. Anıtın kamuoyunda bir bilinç yaratmayı hedeflediğini belirten ADAM-DER eski başkanı Tuna Atalay gözleri bağlı, elleriyse arkadan kelepçeli iki erkek ve bir kadından meydana gelen heykelin şekline nasıl karar verildiğini anlattı:
“Prototipler üzerine fikir belirttik. Başlangıçta orada işkence görenlerden birkaçının büstü gibiydi anıt, örneğin İlhan Selçuk gibi. Biz böyle olmasının doğru olmadığını söyledik burada işkence görenler sadece gazeteciler değil askerler başka kimseler de olduğunu, bu yüzden soyut bir anıtın hepsini, herkesi temsil eden bir anıtın daha doğru olacağını söyledik. Sonuçta da iki erkek ve bir kadın figürü, gözleri bağlı, profesör Rahmi Aksungur tarafından yapıldı.”
***
– 12 Mart’taki durumunuzdan ve işkenceyi hazırlayan süreçten bahsedebilir misiniz?
Murat Belge: Falaka gibi şeyler ben doğduğumdan beri işitilir. 12 Mart da bu konuda bir hamle yaptı. Muhtemelen daha önce de benzeri bir güç vardı, belki adı değişikti ama o dönemde kontrgerilla diye bir isimle harekete geçti bu güç. Bizler de ilk misafirleriydik. Orası olduğundan yüzde yüz emin değilim, şaşırtmaca da olabilir. Maltepe taraflarında bir inzibat karakolu ihtimali de var. Tabii görmeye imkân yok, gözün bağlı gidiyorsun. İşittiğin yalnızca sesler. Tren yolunda bir yerdi. Bir okul ve camii vardı yakında. Ben mesela 12 Eylül’de işkence görmedim ama bir arkadaşım şöyle anlatıyor; 12 Mart’ta hücrene geliyorlar konuşmazsan seni şimdi asacağız kollarından diyorlardı. 12 Eylül’de kolundan asıyorlardı, konuşursan indiririm diyorlardı. Sadistik bir ruh haliyle işkence yapmadan duramayan adamlar henüz değillerdi. Ama yavaş yavaş oraya doğru kapı açıldı.
-Anıtın günümüzde dikilebilmiş olmasının anlamı ne?
M.B.: Yerinden kolay kolay esnemeyen bir iktidar var bu toplumda. Onun için bir sürü şey bekliyor, başta demokrasi olmak üzere. Onun dışında yadırganacak bir şey değil bu. Aslında olmuş olması daha şaşırtıcı. Biz hafıza sevmeyiz pek. Hatırlanacak şeyler pek sevimli değildir.
-Peki bu anıt fikrinin devletin kendisinden değil de mağdurların cephesinden gelmesi ne ifade ediyor?
M.B.: Bu gayet beklenen bir şey. Böyle tekliflerde devletin rolü reddetmek, engellemektir. Burada olmamış.
-Öyleyse anıt bir sus payı yerine mi geçiyor?
M.B.: Olabilir ama artık iyice tarihe karışmış bir olay. Vazife yapanlar da işkence yapanlar da hayatta değildir. Bizden de epey kaybolan oldu. Sus diyecek adam da sus denilecek adam da çok kalmadı.
-Bu dört ifadeden hangisi anıtı en iyi şekilde ifade ediyor: Yüzleşme/ Farkındalık/ Tedavi /Uzlaşı
M.B.: AKP iktidarında yapılmış anladığım kadarıyla, Kadıköy belediyesi de CHP’nin. AKP kendisini zaten bu gibi şeylerden sorumlu saymıyor. İşkenceyi Kemalistler yaptığı için onu çok fazla ilgilendirmez, hatta işine bile gelebilir. CHP’li belediyenin de bunda bir suçu yok. Bu dört kelimeden çok kayıtsızlık belki.
***
Her yıl 12 Mart’ta ve 12 Eylül’de anıtın bulunduğu noktada (Sultan ve 23 Nisan sokaklarının kesişiminde) bir araya gelen ADAM-DER üyeleri törenlerini gerçekleştirirken işkencenin hesabının sorulması gerektiğini bir kez daha dillendiriyorlar.
"İşkence gören ve işkencede yaşamını yitirenlerin anısına saygıyla' Bu anıt; kamuoyunda Ziverbey Köşkü olarak bilinen ve tarih sayfalarına kara bir leke olarak düşen Zihni Paşa Köşkü'nde 12 Mart 1971 askeri darbesi döneminde işkence edilerek hayati organlarını kaybeden, sakat bırakılan ve öldürülen yurttaşların anısına, Kadıköy Belediyesi tarafından heykeltraş Rahmi Aksungur'a yaptırılmıştır. 12 Eylül 2013"
Yıl içinde suskun kalan anıtın kendine ait bir ses kazandığı bu iki gün, yalnızca konu komşunun mu dikkatini cezbediyor, görünürlüğün derecesi ve bir sonraki aşaması ne gibi sorular bu yazıyı sonsuzluğa uzatabilecek gibi görünse de, yeni düşünce pratikleri için burada yer almayı hak ediyorlar. Hem şunu belirtmek gerek ki, mağdurun dilinde takdir edilesi bir tını olduğu kesin, ne de olsa bazen yalnızca susmamış olmak bile çok şey anlatıyor.
***
Faik Güleçyüz’ün, 12 Mart’ta Zihnipaşa Köşkü’nde gördüğü işkenceyi konu edinen “Bir Köşk Varmış” hikâyesi, Açık Radyo’da Türkiye Hikâyelerini Anlatıyor programında yayınlandı:
[1] Ulus, Ö. The Army and the Radical Left in Turkey: Military Coups, Socialist Revolution and Kemalism. Londra: I.B.Tauris. 2011, s.17