Ali’yi, içinde yaşadığı zamanlar biçimlendirmişti. Ama onun ölümü bize şunu hatırlatmalı: Ali de içinde yaşadığı zamanları biçimlendirmişti.
3 Haziran 2016
Yankılar. Naralar değil, yankılar. Muhammed Ali’nin ölümü, insanların akıllarına hemen onun Joe Frazier ve George Foreman’la yaptığı efsane boks maçlarını getirecektir şüphesiz; ya da attığı ırkçılık ve savaş karşıtı “nara”lar hatırlanacaktır. Ama bize kalan Muhammed Ali’yi tam olarak görebilmemiz, yani onun dünyanın gelmiş geçmiş en önemli sporcusu olduğunu kavrayabilmemiz için asıl onun yarattığı yankılanmaları kavrmamız gerekecek. Gerçek zamanda siyasi dişlerini söküp onu kitlelerin tüketimine elverişli zararsız bir put ya da ikon haline dönüştürme girişimlerine karşı en iyi savunmamız da işte bu yankılanmalar olacaktır.
Dr. Martin Luther King 1967’de Vietnam savaşına karşı çıktığında, hem yerleşik medya hem de kendi danışmanları tarafından eleştirilmiş, “dış” politikaya odaklanmaması gerektiği söylenerek uyarılmıştı. Ama Dr. King yoluna bildiği gibi devam etti ve bu yeni duruşunun haklılığını ortaya koymak için de halkın önünde açıkça şunu söyledi: “Muhammed Ali’nin dediği gibi hepimiz –yani siyahlar, koyu renkliler ve yoksullar– aynı baskı sisteminin kurbanlarıyız.”
Nelson Mandela Robben Adası’nda hapis yatarken, Muhammed Ali sayesinde kendisini sanki etrafında hiç duvar yokmuş gibi hissettiğini söylemişti.
John Carlos ve Tommie Smith Mexico City’de madalya töreni için çıktıkları podyumda yumruklarını kaldırdıklarında dile getirdikleri taleplerden biri de “Muhammed Ali’nin Şampiyonluk Unvanının İadesi” idi. Onlar Ali’ye “Kara Atlet İsyanı’nın savaşçı azizi” diyorlardı.
Öğrencilerin Şiddet Kullanmadan Koordinasyonu Komitesi (SNCC) kuruluşunun gönüllüleri 1965’te Alabama Eyaleti’nin Lowndes İlçesi’nde bağımsız bir yeni siyasi parti kurduklarını açıklarlarken, kara panteri sembol olarak ilk kullananlar, onların yeni kurdukları grup oldu. Orman kedisinin kapkara siluetinin altında da, doğrudan doğruya bizim şampiyonun bir sloganı okunuyordu: “En Büyük BİZİZ.”
Billie Jean King sporda kadınlara eşit haklar verilmesi için mücadele ederken Muhammed Ali ona “Billie Jean King! SEN KRALİÇESİN!” diyecek, King de bu sözlerin kendisini oracıkta gayet cesur hissettirdiğini söyleyecekti.
Soru şu: Neden? Muhammed Ali acaba neden kültürün boylu boyunca içinden geçen ve dünyayı çepeçevre dolaşan böyle radikal bir dalgalanmayı yaratabildi?
Muhammed Ali’nin – spora ve şiddete tapan ve fakat aynı zamanda bir yandan kara derilileri suçlu ilan ederken bir yandan da siyah sporcuları putlaştıran bir kültürde – sert ve dirençli olmanın tanımını yeniden yapmak, bizatihi cesaret fikrini de kolektifleştirmek idi. Şampiyon’un sokaktaki söylemi ve ringdeki eylemi aracılığıyla şu ortaya çıktı ki, cesaret yalnızca Sonny Liston’a kafa tutmaktan ibaret değildi. Cesaret, harbi konuşup doğruyu daima egemen kılmak demekti – bunun bedeli ne olursa olsun. Muhammed Ali, bundan elli yıl önce, bizatihi varoluşu ile basit ve tehlikeli bir ders verdi herkese: “gerçek erkekler” barış için kavgaya girişir, “gerçek kadınlar” da seslerini yükseltir ve kavgaya karışır. Ya da, Bryant Gumbel’ın yıllar önce söylediği gibi: “Muhammed Ali korkmayı reddetti. Böyle yapınca da, başkalarına cesaret aşıladı.”
Ali’nin ünlü sözleri arasında benim favorim olan “Bir kayayı hastanelik ettim. Bir tuğlaya dayak attım. O kadar kötüyüm ki, ilaçları bile hasta ederim” ve bunlar gibi sözler değil aslında. Benim favorim, Vietnam Savaşı’na gitmesi için askere alınmayı reddettiği zaman söyledikleri. Memleketi Louisville’de adil barınma hakkı konusunda bir toplantıya katıldığında şu sözleri söylemişti:
“Neden bir üniforma giyecekmişim de evimden 10 bin mil öteye gidip Vietnam’daki kahverengi derili insanların üstüne bomba ve kurşun yağdıracakmışım ki? Hem de burada, Louisville’de Zenci dedikleri insanlara köpek muamelesi yapılır, en basit insan hakları onlardan esirgenirken? Hayır efendim, evimden 10 bin mil uzağa gidip, sırf beyaz köle sahiplerinin dünya yüzündeki koyu derili insanlar üzerindeki egemenliği sürüp gitsin diye bir başka ulusun katledilip cayır cayır yakılmasına yardım edecek halim yok benim. Böylesi kötülüklerin sona ermesi gereken gün, işte bugün. Böyle bir tavır koymak sana milyonlarca dolara mal olur diye beni uyardılar. Ben de buna bir kere vermiştim cevabımı, ama şimdi bir kere daha söyleyeyim: Benim halkımın gerçek düşmanları işte burada. Kendi adalet, özgürlük ve eşitlik kavgalarını yürüten insanları köleleştirmek için bir araca dönüşerek dinimi de, halkımı da, kendimi de rezil rüsva edecek değilim. ... Savaşın benim 22 milyonluk halkıma özgürlük ve eşitlik getireceğini düşünseydim, beni askere almalarına gerek olmazdı zaten, ben kendim hemen yarın askere giderdim. İnandığım şeyleri savunmak bana hiçbir şey kaybettirmez. Yoksa hapse girermişim. Ne olmuş yani? 400 yıldır hapisteyiz zaten.”
Lanet olsun. Yalnızca kara iktidar (black power) hareketinin bir bildirisi değil, bir tebliğ bu: Uluslararası dayanışmanın bir tebliği. Ezilen halkların bir toplu direniş eylemi içinde bir araya gelmesi. Ülke dışındaki savaşları ülke içindeki siyah, kahverengi derili ve yoksul insanlara yapılan saldırılarla bağlantılandıran bu tebliğ, toplumumuza o dönemde sunulan en yüksek platformdan ifade ediliyordu üstelik: Şampiyon’un platformundan.
Lûtfen şunları hatırdan çıkarmayalım ki bu görüşler Ali’ye yerleşik medyanın ve bu ülkenin (ABD’nin) nefretini kazandırmakla kalmadı sadece. Bu görüşler onu medyadaki ve yerleşik sivil haklar mücadelesindeki liberallerin de hedefi haline getirdi: Onlar İslam Ulusu (Nation of Islam) hareketine üye olduğu ve [Başkan] Lyndon Johnson’un savaşına karşı çıktığı için Ali’ye çok bozuluyorlardı.
Ne var ki, ırkçılığa her yolla son verilmesini talep eden yeni bir hareket için ve yeni yeni ortaya çıkmakta olan çok taze bir savaş karşıtı hareket için Ali, dönüşüm yaratan bir figürdü. 1960’ların ortalarında savaş karşıtı hareket ile ırkçılık karşıtı hareket paralel ilerliyorlardı. İşte birdenbire ağır sıklet şampiyonu da orada belirivermişti. Ya da, şair Sonia Sanchez’in, yürek burkan güzellikte sözlerle dile getirdiği gibi:
“O dönemin duygularını bugüne aktarmak çok güç. Tanınmış insanlar arasında askerliğe karşı çıkan pek kimsenin adının duyulmadığı bir dönemden söz ediyoruz. Genç kara kardeşlerimizi orantısız ölçüde öldüren bir savaş vardı ortada ve birden karşımızda, başkaldıran ve savaşa hayır diyen bu güzel, komik ve şairane delikanlı beliriverdi! Bir an durup gözünüzün önüne getirin! Ağır sıklet boks şampiyonu, sihirli bir adam, dövüşünü ringin dışına çıkarıp siyaset arenasına sokuyor ve sımsıkı duruyor. Mesaj gönderilmiştir.”
Biz şu anda hâlâ Muhammed Ali’nin göndermek istediği mesajın tamamını işitmeye çalışıyoruz: barış için kavga etmenin gerekliliği hakkında bir mesaj bu.
Ali’nin hayatındaki karmaşık yönler hakkında etraflı makaleler yazılabilir ve yazılmalıdır da: Malcolm X ile anlaşmazlıkları, 1970’lerde depolitize olması, sağlığı bozulduğunda savaş tacirlerinin onu çeşitli yollardan dekor malzemesi olarak kullanmaya çalışmaları. Ama Ali’nin bize bıraktığı mirasın en önemli kısmı, 1960’larda korkmayı reddettiği dönemdi. Yıllar sonra şöyle demişti:
“Kimileri benim bir kahraman olduğumu düşünüyordu. Kimileri yanlış yaptığımı söylüyordu. Benim lider olmak gibi bir niyetim yoktu. Ben yalnızca özgür olmak istedim.”
Dövüş değil, yankılanmaları. Bu yankılanmalar yeni bir kuşak tarafından hâlâ duyumsanmakta. Öyle ki, Şampiyon’un adının hepimizden uzun ömürlü olacağının garantisi var.
En iyisini 1967’de [basketçi] Bill Russell söylemişti aslında: “Ben Muhammed Ali için kaygılanmıyorum. Benim kaygım, geri kalan bizler için.”
Bu sözler, bugün her zamankinden daha doğru.
***
Kaynak: The Nation
(İngilizce örijinalinden çeviren: Ömer Madra)