"Susmak yok, anlatmaya devam"

-
Aa
+
a
a
a

İklim Kuşağı Konuşuyor'da Atlas Sarrafoğlu, haftanın iklim haberlerini derliyor.

""
"Susmak yok, anlatmaya devam"
 

"Susmak yok, anlatmaya devam"

podcast servisi: iTunes / RSS

İklim Kuşağı Konuşuyor programına hoş geldiniz, ben Atlas Sarrafoğlu. Daha önceki programlarımı kaçırdıysanız podcast platformlarında İklim Kuşağı Konuşuyor programlarının tümünü bulabilirsiniz. Bu hafta yine iklim değişikliği ve çevre konularında önemli haberleri getiriyorum size.



İlk haberim mikroplastiklerle ilgili. Türk bilim insanlarının yaptığı kapsamlı araştırmada, marketlerde satılan 13 farklı markaya ait ambalajlı sütün içerisinde mikroplastik bulunduğu tespit edildi.

Rize’deki Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi’nden Doç. Dr. Burhan Başaran, Prof. Dr. Ülgen Aytan, Prof. Dr. Hakkı Türker Akçay ve Zehra Özçiftçi, ambalajlı sütlerdeki mikroplastik varlığını araştırdı ve araştırma kapsamında zincir marketlerden temin edilen 13 süt firmasına ait ambalajlı UHT ve bir tanesi de laktozsuz olmak üzere toplamda 42 ayrı süt incelendi.


AA’ya konuşan Prof. Dr. Ülgen Aytan, “İncelediğimiz tüm sütlerde değişen oranlarda ve markadan markaya farklılık gösterecek şekilde, mikroplastiklere rastladık. Bulduğumuz mikroplastiklerin %94’ü fiberlerdi, geri kalan kısmını parçalar oluşturdu. Fiberler hemen akla sentetik tekstili getiriyor,” dedi.

Üretim sürecinde özellikle gıda bulaşınını azaltmak adına kullanılan koruyucu giysiler, maskeler ve eldivenlerin önemli bir kaynak teşkil ediyor olabileceği ifade edilirken, parçaların büyük boyutlu plastik objelerin zamana bağlı olarak aşınmasıyla ortaya çıkan ya da ambalajdan gelen parçalar olabileceği ortaya kondu.

Meksika, İsviçre, Hindistan ve Ekvador‘da da sütlerdeki mikroplastik varlığına dair yapılan çalışmalar olduğunu aktaran Prof. Dr. Ülgen Aytan, elde ettikleri sonuçların Meksika’da aynı konuda yapılan bir araştırmada hesaplanan miktarlara yakın olduğunu fakat İsviçre, Hindistan ve Ekvador’da incelenen sütlerde bulunan mikroplastik miktarlarına göre çok düşük olduğunu ifade etti.


Mikroplastiklerin tespitinde görsel sayım yöntemi kullanıldığını, sütlerin birtakım ön işlemlerden geçirilerek filtre edildikten sonra mikroskop altında varlıklarının araştırılarak her bir süt için mikroplastiklerin tiplerinin tespit edildiğini, boyutlarının ölçüldüğünü ve renklerinin kaydedildiğini anlatan Prof. Dr. Ülgen Aytan, “İncelenen sütlerin litresinde ortalama altı adet mikroplastiğe rastladık ve bu mikroplastiklerin çeşitli yaş gruplarındaki kadın ve erkek bireylerde günlük maruziyet miktarları hesaplandı. Bu, olası riskleri belirlemek adına çok önemli bir gösterge,” diye konuştu.

Rastlanan mikroplastikler arasında en baskın olanların tek kullanımlık plastiklerde yaygın olarak kullanılan polietilen, polipropilen, pet gibi polimerler olduğunu ayrıca poliüretan ve naylona da rastladıklarını kaydeden Prof. Dr. Ülgen Aytan, bunların kiminin paketlemeden, kiminin ise üretim sürecinden kaynaklı olduğunu bildirdi.

Doç. Dr. Burhan Başaran’a göre, bireylerin süt tüketimiyle birlikte alınan mikroplastik miktarı, özellikle genç yaş gruplarında daha yüksek. Araştırma sonuçları, süt tüketiminin mikroplastik maruziyeti üzerinde önemli bir etken olduğunu gösteriyor. Bu nedenle, Başaran ve ekibi, mikroplastiklerin gıda güvenliği üzerindeki potansiyel etkilerini daha ayrıntılı incelemek üzere çalışmalarına devam ediyor.

Meteoroloji Genel Müdürlüğü’nün verilerine bir bakalım; Müdürlük, 1970 yılından 2023’e kadar ki 53 yılın verileri ele alınarak Deniz Suyu Sıcaklığı Analiz raporları oluşturuldu. DHA’nın haberine göre raporlarda Karadeniz, Marmara, Ege ve Akdeniz’in yıllık ortalama deniz suyu sıcaklıkları ve 53 yılın beş ayrı periyottaki verileri karşılaştırıldı. Küresel ısınmanın etkilerinin ciddi düzeyde kendini gösterdiği son 10 yılda Türkiye’de dört denizde, su sıcaklığının 1 derecenin üzerinde arttığı görüldü.

Karadeniz 1,2 °C, Marmara 1,9 °C, Ege ve Akdeniz ise 1,3 °C ısındı. Ülkemizin bulunduğu bölgenin hassaslığı açısından bakarsak bu ısınmalar zaman içinde artarak devam edecek. Science Advances dergisinde yayımlanan yeni bir çalışmanın araştırmacıları, sıcak hava dalgalarının ilerlemesindeki değişikliği tespit etmek için bilgisayar simülasyonu aracılığıyla sera gazı emisyonlarının olmadığı bir dünyayı incelemiş.

AA’nın haberine göre, araştırmacılar, bu sayede sıcak hava dalgalarındaki yavaş ilerlemenin, iklim değişikliğinin nedenlerinden kömür, petrol ve doğal gazın yakılmasından kaynaklandığını buldu. Çalışmada, 1979 - 1983’te sıcak hava dalgalarının ortalama sekiz gün sürdüğü ancak 2016 - 2020 yıllarında bu sürenin 12 güne çıktığı tespit edildi.

Sıcak hava dalgalarının dünya genelinde 1979’dan bu yana %20 daha yavaş hareket ettiği kaydedilen araştırmada, bu nedenle daha fazla insanın kavurucu sıcakları yaşadığı belirtildi. Ayrıca sıcak hava dalgalarında görülen en yüksek sıcaklığın son 40 yıla göre daha fazla olduğu ve buna maruz kalan bölgenin de genişlediği belirlendi. Özellikle Avrasya’nın uzun süren sıcak hava dalgalarından daha fazla etkilendiği belirtilirken, sıcak hava dalgalarının en çok Afrika’da yavaşladığı aktarıldı.



Bulaşıcı Hastalıklar Dergisi’nde yayımlanan bir makale, iklim değişikliğinin çeşitli vektör, su ve gıda kaynaklı enfeksiyonların bulaşma etkinliğini nasıl artırabileceğini ve bu değişikliklerin sosyoekonomik açıdan savunmasız popülasyonları ne ölçüde etkileyebileceğini anlatıyor.

Sera gazı emisyonları nedeniyle dünyanın sıcaklığı giderek artıyor. Küresel 10 yıllık ortalama sıcaklık, 2022’de sanayi öncesi seviyelerin 1,15 derece üzerine çıktı. İklim değişikliği sıcak hava dalgalarını, selleri ve kuraklıkları doğrudan etkileyebilirken, birçok bulaşıcı patojenin bulaşma gücünü dolaylı olarak da etkileyebilir.

Bu patojenlerin bulaşıcı doğası ve salgın potansiyeli, özellikle sera gazı emisyonlarına en az katkıda bulunan ancak iklim değişikliğinin zararlı etkilerinden orantısız bir şekilde etkilenen savunmasız nüfuslar için potansiyel bir halk sağlığı sorunu olabilir.

Dang humması, enfekte Aedes sivrisinek ısırığı yoluyla insanlara bulaşan vektör kaynaklı bir enfeksiyondur. Artan kentleşme oranları, insan hareketliliği ve iklim değişikliği nedeniyle küresel nüfusun %50’den fazlası şu anda dang hummasına yakalanma riskiyle karşı karşıya.

Küresel ısınmanın, dang humması vektörlerinin (Aedes sivrisineği) bolluğunu ve küresel dağılımını kolaylaştıracağı tahmin ediliyor. Daha yüksek rakımlarda ve ılıman bölgelerde daha yüksek bulaşıcılık yaşanacağı da tahminler arasındaki bu durum, önceden mevcut bağışıklık ve donanımlı sağlık sistemlerinin bulunmaması nedeniyle bu bölgelerin deneyimsiz popülasyonlarını olumsuz yönde etkileyebilir.

Batı Nil Virüsü de (BNV), enfekte sivrisinek ısırıkları yoluyla insanlara bulaşır. Daha yüksek ortam sıcaklığı, sivrisineklerdeki çoğalmayı artırarak, büyüme hızını hızlandırarak ve kan öğünleri arasındaki aralıkları azaltarak BNV’nin uyumunu geliştirebilir.

Bahar ılımanlığı Avrupa’da BNV bulaşmasının güçlü bir göstergesi. Coğrafi bölgelere ve iklim koşullarına bağlı olarak, 2040 – 2060 yılları arasında Avrupa’da BNV enfeksiyonu riskinin beş kat artacağı tahmin ediliyor. Batı Avrupa ise bundan en çok etkilenecek bölge olacak.

ABD’de Teksas Üniversitesi’ndeki bilim insanlarının 2004’te yaptığı araştırmada 20. yüzyılın ortaları ve sonları arasında çoğu sebze olmak üzere 43 gıdanın besin değerinde belirgin bir azalma olduğu bulunmuştu.

Yeni yapılan araştırma da besin değeri kaybının devam ettiğini ortaya koydu. Artan atmosferik karbondioksit (CO2) seviyeleri nedeniyle bazı temel mahsullerdeki besin değerinin azaldığı kanıtlandı. Uluslararası Gıda Politikası Araştırma Enstitüsü’nün (IFPRI) program lideri Prateek Uniyal, “İklim değişikliği nedeniyle aşırı yağış, soğuk ve fiziksel hasar nedeniyle demir ve çinkonun yüzde 30 - 40 oranında azaldığını,” söyledi.



Haftanın benim için en önemli olaylarından biri de Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı’nın, Türkiye’nin yedi yıllık iklim değişikliğine uyum stratejisini belirlemesi oldu.

Planda iklim değişikliğinin; sıcak ve soğukla, gıda ve su ile ilişkili hastalıklar, hava kalitesindeki değişimlerin yol açtığı sorunlar, yeni ve yeniden ortaya çıkan hastalıklar, ruh sağlığı sorunları üzerinde etkisi olduğu vurgulandı.

Bu kapsamda, Bakanlığın hazırladığı plana göre, enerji, sanayi, ulaştırma ve tarımın yanı sıra iklim değişikliğinin halk sağlığı ve afetlere yönelik etkileri için de çalışmalar yürütülecek. Olası tehlikelerden etkilenebilirliği yüksek nüfuslar belirlenecek, iklime duyarlı hastalık listesi ile kent ve kır sağlığı planları hazırlanacak.

Plana göre; bölgesel ve şehir düzeyinde olası tehlikelerden etkilenebilirliği yüksek mekan ve nüfuslar belirlenecek. İklime duyarlı hastalık listesi oluşturulacak, listede yer alan etkenlere karşı özel savaşım mekanizmaları geliştirilecek. Kent ve Kır Sağlığının İklim Değişikliğine Uyum Planları hazırlanacak. İş Sağlığı ve Güvenliği (İSG) mevzuatı, iklim değişikliği etkileri ve uyumla ilgili iş güvenliği, mesleki hastalıklar ve halk sağlığı açısından gözden geçirilerek, gerekli güncellemeler yapılacak. Afetlere yönelik öngörü ve müdahale eylemlerini içeren Çoklu Tehlike Erken Uyarı Sistemi, Türkiye Kayıp ve Zarar Platformu devreye alınacak. Platform, kayıp ve zarara ilişkin merkezi veri ve bilgi havuzu görevi görecek.

Turizm sektörünün de iklim risklerine karşı direncinin artırılması hedefleniyor. Tesislerin iklim risklerine karşı dirençli inşa edilmesi, mevcutların dönüştürülmesi ve uyum kapasitelerinin artırılmasına yönelik kriterler geliştirilecek.

Özgür Gürbüz’ün uyum stratejisi açıklaması ile ilgili kaleme aldığı makaleyi sizinle paylaşmak istiyorum; “Planda iklim krizinin bir numaralı sorumlusu görülen kömür santrallerinden vazgeçmeye dair bir eylem yer almıyor."

İklim krizine yol açan sera gazı emisyonları artırmaya devam eden Türkiye, açıkladığı yeni eylem planıyla 2030’a kadar yapılacakları özetleyen yol haritasını açıkladı.

Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı’nın desteklediği ‘İklim Değişikliği Azaltım Stratejisi ve Eylem Planı (2024-2030)’ başlığını taşıyan raporda, atmosfere bırakılan sera gazı emisyonlarının baş sorumluları olan petrol, kömür ve gaz gibi fosil yakıtlara dair önemli bir yaptırım yer almıyor. Planın enerji bölümünde yenilenebilir enerji kaynaklarının her türünün ve nükleer enerjinin kapasitesinin artırılması ile nükleer enerjiye teşvik verilmesini de içeren stratejiler öne çıkıyor.

‘Engellenemeyen sera gazı emisyonlarının azaltılması için karbon yakalama, kullanma ve depolama yol haritası oluşturulması’ başlıklı enerji stratejisi maddesi ise Türkiye’nin yoluna fosil yakıtlarla devam edeceğinin ipuçlarını veriyor. Kömür ve gaz gibi fosil yakıtla çalışan santraller kapatmaya ya da sayısını azaltmaya dair bir ibare planda yer almıyor.

Santrallerden çıkan sera gazlarını yakalayıp gömerek atmosfere gitmesini engellemeyi amaçlayan karbon yakalama konusunda ise yol haritasının hazırlanması, ekonomik potansiyelinin araştırılması gibi stratejiler plana eklenmiş. Uzun zamandır bilinen ancak özellikle maliyetlerinin çok yüksek olması nedeniyle dünyada prototip düzeyinin ötesine henüz geçemeyen karbon yakalama ve gömme teknolojilerinin fosil yakıtlarla ilgili tek eylem odağı olması dikkat çekiyor. Karbon yakalama, kullanma ve depolama teknolojilerinin işletme ömrünü tamamlamamış santraller için önerilmesi, fosil yakıt santrallerinin iklim için erkenden kapatılmasına dair bir planın olmadığının da sinyallerini veriyor. Bilindiği gibi Türkiye Avrupa’da kömürlü termik santrallerini kapatmak için henüz tarih vermeyen beş ülkeden biri.



Evet, Türkiye’de bağcılık alanlarının iklim değişikliğinden nasıl etkileneceğinin araştırıldığı yeni bir çalışmaya bakalım şimdi de. Beklenen sıcaklık artışlarının, üzüm verimini ve kalitesini düşürebileceğini öngören araştırma, iklim koşullarında hesaplanan değişimlerin, farklı üzüm türlerinin yetiştirilmesine uygun alanların da değişebileceğinin ortaya koyarken, üretimin, uygun koşulları sunabilecek bölgelere kaydırmanın gerekebileceğini belirtti.


Dünya Gazetesi'nin haberine göre, Boğaziçi Üniversitesi İklim Değişikliği ve Politikaları Uygulama ve Araştırma Merkezi kurucularından Dr. Nazan An ve Dr. Tufan Turp tarafından gerçekleştirilen çalışma ile önümüzdeki 30 yıllık dönemde Türkiye’de artan sıcaklıklar ve azalan yağışların, üzüm üreten bölgelerdeki elverişli koşulları değiştireceği, Türkiye’nin de içinde bulunduğu Akdeniz Havzası’nda gerçekleşen ve giderek artması beklenen sıcaklık aşırılıkları, yağış rejiminde beklenen değişimler ve kuraklık, bağcılık faaliyetlerini olumsuz etkileyebileceği sonucuna varıldı.

Araştırmaya ilişkin değerlendirmede bulunan Dr. Nazan An, “Dünyada 40’ın üzerinde ülkede yaygın olarak yetişebilen üzüm, her ne kadar geniş bir alanda yetiştirilebiliyor olsa da, iklimsel değişimlere karşı oldukça duyarlı. Dolayısıyla iklim değişikliği, üzümün üretim miktarını ve kalitesini belirgin şekilde etkiliyor. İklim değişikliği sonucu yaşanan yaz kuraklığının, kaliteli üretimi kısıtlayarak hem verim kayıplarına hem de kalite sorunlarına yol açması beklenirken, uyum önlemlerinin alınmadığı takdirde bu durum, üzüm üretimi için yüksek risk faktörü anlamına gelebilir,” uyarısında bulundu.

Beklenen sıcaklık aşırılıkları, yağış rejiminde beklenen değişimler ve kuraklığın, bağcılık faaliyetlerini olumsuz etkileyeceğinin altını çizen Dr. An, “Türkiye’deki toplam üzüm üretiminin yaklaşık yarısını oluşturan Sultana üzümlerinin yetiştirildiği Manisa ve Denizli illerinde verim düşüşü bekleniyor. Öte yandan Sultana üzümü için uygun koşulların Batı Karadeniz’in iç kesimlerine ve Doğu Anadolu’nun batısına kayabileceği tahmin ediliyor. Benzer şekilde, Ege Bölgesi’nin kıyı ve iç kesimlerinin, Boğazkere, Öküzgözü ve Şire gibi yüksek sıcaklık isteyen türler için daha uygun hale geleceği öngörülüyor,” dedi.

Carbon Majors Database, Paris Anlaşması’nın imzalanmasından bu yana dünyanın en büyük emisyon salıcılarına ilişkin güncellenmiş verileri içeren yeni raporunu bu hafta yayımladı. InfluenceMap tarafından hazırlanan raporda, dünyanın en büyük petrol, gaz, kömür ve çimento üreticilerinin iklim değişikliğinin başlıca nedeni olan küresel karbon emisyonlarına katkısını ölçüyor.

Raporda şu bulgular öne çıkıyor:

  • 2015’te imzalanan Paris Anlaşması’ndan bu yana üretilen küresel CO2 emisyonlarının çoğunluğu, üretimi yavaşlatmakta başarısız olan küçük bir grup yüksek emisyon salan üreticiden kaynaklanıyor. Paris Anlaşması’ndan bu yana küresel CO2 emisyonlarının %80’inden sadece 57 üretici sorumlu.
     
  • 2016’dan 2022’ye kadar fosil yakıtlar ve çimentodan kaynaklanan küresel CO2 emisyonlarının yüzde 88’i sadece 117 üretici ile ilişkili.
     
  • Çoğu fosil yakıt şirketi, Paris Anlaşması’ndan sonraki yedi yılda, Anlaşma’nın kabulünden önceki yedi yıla kıyasla daha fazla fosil yakıt üretti.

Carbon Majors veri seti, 1854’ten 2022’ye kadar olan emisyon verilerini içeriyor. Tüm veri setinin bu yeni analizine göre, sanayi devriminden bu yana küresel fosil yakıt ve çimento CO2 emisyonlarının %70’inden fazlasının 78 şirket ve devlet kuruluşuna ait olduğunu ortaya koyuyor. Aynı dönemde, sadece 19 kuruluş bu CO2 emisyonlarının %50’sine katkıda bulundu.

InfluenceMap Program Yöneticisi Daan Van Acker, raporla ilgili şunları söyledi, “Carbon Majors veri tabanı, küresel CO2 emisyonlarının artmasında en önemli role sahip fosil yakıt üreticilerine iklim değişikliğinin sorumluluğunu yüklemede önemli bir araçtır. InfluenceMap’in yeni analizi, bu grubun üretimi yavaşlatmadığını ve çoğu kuruluşun Paris Anlaşması’ndan sonra üretimi arttırdığını gösteriyor. Bu araştırma, bu enerji devlerinin faaliyetlerinin sonuçları konusunda hesap vermelerini sağlamada önemli bir bağlantı oluşturuyor.”

Son olarak gelecek hafta 9 Nisan Salı günü Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, dokuz Portekizli gencin insan haklarını iklim eylemsizliği sebebiyle ihlal eden 32 hükümete karşı açtıkları davanın sonucunu açıklayacak! Davalarını açmalarının üzerinden neredeyse dört yıl geçti. Gözümüz kulaklarımız davanın sonucunda olacak.

İşte yine bir hafta boyunca sadece içinden bir kaç tane seçtiğim iklim haberlerinden oluşan bu derlemeye baktığımda, hâlâ ısınan bir dünya, açgözlülüğü bitmeyen şirketler ve geleceğin felaket senaryosunu değiştirmek isteyen bilim insanlarının araştırma sonuçları sayesinde yaptıkları çağrılarını görüyorum. Kimse sesimizi duyuyor mu bilmiyorum. Ama iklim krizinin şu anda insanları ve hayvanları öldürdüğünü görüyorum. O yüzden susmak yok, anlatmaya devam…

Benim gibi düşünen bir çok genç ile birlikte 19 Nisan’da, küreselde Fridays For Future’un duyurduğu, Youth For Climate Türkiye’nin de çağrısını yaptığı küresel iklim grevini İstanbul’da gerçekleştiriyoruz. Detaylar haftaya programımda. O zaman haftaya Cuma tekrar görüşene kadar kendinize, sevdiklerinize ve gezegenimize lütfen iyi bakın.

Sizin için seçtiğim şarkı ise José González'ten "Stay Alive".