İklim Kuşağı Konuşuyor'da Atlas Sarrafoğlu, geçtiğimiz Pazar gününün dünya genelinde bugüne kadar kaydedilen en sıcak gün olduğu haberine odaklanırken, aynı zamanda dünya genelindeki diğer çarpıcı iklim haberlerini de dile getiriyor.
Merhaba sevgili Açık Radyo dinleyicileri, ben Atlas Sarrafoğlu. İklim Kuşağı Konuşuyor programına hoş geldiniz.
Bugünlerde gezegenimizde insanlar yürümeye başladığından bu yana yaşanan en sıcak günlerdeyiz ama gelecek yılların da en soğuğunu yaşıyoruz. Bu çok sarsıcı değil mi? Defalarca tekrar ediyorum ama yine de insanlığın karşı karşıya olduğu en büyük varoluşsal kriz ama hani manşetlerde olması gereken haberler?
Avrupa Birliği'ne bağlı Copernicus İklim Değişikliği Kurumu, 21 Temmuz Pazar gününün dünya genelinde bugüne kadar kaydedilen en sıcak gün olduğunu açıkladı. Avrupa'daki Copernicus İklim Değişikliği Servisine göre, Pazar ve Pazartesi günü Dünya, küresel olarak kaydedilen en sıcak iki günü gördü. Copernicus direktörü Carlo Buontempo, "Artık gerçekten keşfedilmemiş bir bölgedeyiz ve iklim ısınmaya devam ettikçe, gelecek aylarda ve yıllarda yeni rekorların kırıldığını göreceğiz," dedi.
Geçtiğimiz Temmuz ayında belirlenen eski dönüm noktasını aşan kayıtlar, ağaç halkası kayıtlarına, buz çekirdeklerine ve paleoiklim verileri olarak adlandırılan diğer verilere göre büyük olasılıkla binlerce yılın en sıcak günü olarak duruyor. Geçtiğimiz 13 ay, tarihteki en sıcak dönem oldu ve okyanuslar, art arda 15 ay boyunca rekor sıcaklık seviyelerinde kaldı. Bu, özellikle dikkat çekici çünkü gezegenin okyanusları, atmosferde insan kaynaklı sera gazlarının birikmesinden kaynaklanan hapsolmuş ısının yaklaşık %90'ını emiyor.
Copernicus'a ve dışarıdan araştırmacılara göre, yeni veriler başlangıç niteliğinde ancak güvenilir. Günlük küresel ortalama sıcaklık, 21 Temmuz'da 17,09 °C'ye ulaştı; bu, 6 Temmuz 2023'te kaydedilen 17,08 °C'nin biraz üzerindeydi. Ardından Pazartesi günü de sıcaklık 17,15 °C'ye ulaşarak Pazar gününün rekorunu kırdı.
Veriler, gemilerden, şamandıralardan, yüzey hava durumu istasyonlarından, uydulardan ve diğer kaynaklardan gelen verilerin neredeyse gerçek zamanlı olarak hesaplandığı ve ‘yeniden analiz’ olarak bilinen bir teknikten geliyor. Avrupa verileri doğru olarak görülüyor; başka yerlerde kullanılan diğer ‘yeniden analiz’ veri setleri, bağımsız yöntemler kullanılmasına rağmen birbirleriyle yakından eşleşme eğiliminde.
2023 yazından bu yana küresel ortalama sıcaklıklar, kendilerinden önce gelenlerden çok daha yüksek ve bilim insanları hala bunun nedenini araştırıyor. Geçen yıl tropik Pasifik Okyanusu'nda meydana gelen El Niño iklim döngüsü, küresel ortalama sıcaklıkları bir miktar artırma eğiliminde idi. Ancak bu faktör, gözlemlenen ısınmanın tamamını açıklayamıyor.
Copernicus araştırmacıları, günlük ortalama sıcaklıkların en yüksek olduğu 10 yılın 2015 ile 2024 yılları arasında gerçekleştiğini söylüyor. Listedeki en soğuk yıl olan 2015'teki en yüksek günlük ortalama sıcaklık ile 2024 rekoru arasındaki fark oldukça büyük; yaklaşık 0,3 °C.
İklim, iklim değişikliğini sanayi öncesi seviyelerin 1,5 °C üzerinde tutmayı amaçlayan Paris İklim Anlaşması kapsamındaki en katı ısınma sınırına hızla yaklaşıyor. Varsayımlar, farklı deniz taşımacılığı yakıtlarına geçişten, aerosol emisyonlarının azaltılmasından 2022'deki volkanik patlamaya ve ayrıca küresel ısınmanın hızında insan kaynaklı rahatsız edici bir hızlanmaya kadar uzanıyor. Evet, ancak yıllık maksimum küresel ortalama sıcaklığın Haziran sonu ile Ağustos başı arasında meydana gelme eğiliminde olması nedeniyle 21 Temmuz rekoru önümüzdeki günlerde kırılabilir.
Copernicus'tan Carlo Buontempo, "Gerçekten şaşırtıcı olan, son 13 ayın sıcaklığı ile önceki sıcaklık kayıtları arasındaki farkın ne kadar büyük olduğudur," dedi. İklim bilimci Zeke Hausfather ise, "Bu, art arda rekor kıran 13 ayın ardından gelen kesinlikle endişe verici bir işaret." açıklamasında bulundu.
Buna göre, yılbaşından bugüne kadarki sıcaklıklara göre 2024'ün, kayıtlardaki en sıcak yıl olarak 2023'ü geçme ihtimali %92 civarında; ancak önümüzdeki aylar tropik Pasifik'teki okyanus ve atmosfer koşulları nedeniyle bazı soğuma işaretleri gösterebilir. Ocean Stripe iklim araştırma lideri Zeke Hausfather, iklim bilimcilerinin günlük dalgalanmalara kıyasla uzun vadeli sıcaklık değişikliklerine çok daha fazla önem verdiklerini söyledi. Gezegeni ısıtan sera gazlarının devam eden emisyonları nedeniyle yüzyılın ortalarına doğru daha fazla ısınma bekleniyor. Ancak enerji, ulaşım, gıda sistemleri ve ormansızlaşma konusunda küresel liderlerin ve sıradan vatandaşların şimdi vereceği kararlar, bundan sonra dünyanın ne kadar ciddi oranda ısınacağını belirleyecek.
Küresel ısınma, günlerin uzamasına da etki ediyor. Buzulların erimesiyle Ekvator'a yakın su miktarı artarak, dünyanın dönüş hızını yavaşlatıyor. Bu durum ise günlerin uzamasına neden oluyor. Araştırmalar, milisaniyelik farkların geçen yüzyıla göre arttığını söylüyor.
Küresel ısınma, sıcaklığı artırdığı kadar hayatın işleyiş sistemine de etki ediyor. Öyle ki, bu durum günlerin uzamasına bile neden olabiliyor. Proceedings of the National Academy of Sciences dergisinde yayımlanan çalışmada, 1900 yılından bu yana dünya yüzeyindeki kütle değişimleri gözlemler ve yeniden yapılandırmalar kullanılarak izlendi. Araştırmacılar, 20. yüzyılda iklim değişikliği nedeniyle gün uzunluğuna yüzyıl başına 0.3 ile 1 milisaniye arasında bir sürenin eklendiğini buldu. 2000 yılından bu yana ise bu sürenin yüzyıl başına 1.3 milisaniye hızlandığı tespit edildi.
Peki, nasıl oluyor?
Birçok doğa olayının birbirini etkileyen domino etkisi, küresel ısınma nedeniyle başlıyor. Öncelikle ısınma, Dünya genelinde buzulların ve kutup buz tabakalarının erimesine neden oluyor. Bu erime sonucu oluşan büyük miktarda su, Ekvator bölgesine doğru hareket ediyor. Buzulların erimesiyle suyun Ekvator'a doğru hareket etmesi, gezegenin şeklinin biraz da olsa değişmesine yol açıyor. Dünya, bu durumda daha 'şişkin' bir hale geliyor. Bu, Dünya'nın kutuplarda daha dar, Ekvator'da ise daha geniş olmasına neden oluyor. Dünya'nın dönüş hızı, kütlenin dağılımına bağlı olarak değişiyor. Kütle, Ekvator'a doğru hareket ettiğinde, Dünya'nın dönüşü yavaşlıyor. Bu, bir buz patencisinin kollarını açtığında dönüş hızının yavaşlamasına benzetilebilir. Bu fiziksel prensip, 'açısal momentumun korunumu' olarak biliniyor.
Dünya'nın dönüş hızı yavaşladıkça, bir tam dönüş için geçen süre yani bir günün uzunluğu artıyor. Küresel ısınma nedeniyle eriyen buzulların gün süresine etkisini İstanbul Aydın Üniversitesi Öğretim Üyesi Meteoroloji Mühendisi Dr. Güven Özdemir ile konuştuk. Özdemir, öncelikle, Dünya üzerindeki buzulların önemli bir kısmının Antarktika'da bulunduğunu ve Antarktika'nın karasal alanlarının yaklaşık %98'inin buzullarla kaplı olduğunu anlatıyor. Bu buzulların ise Dünya genelindeki tatlı suyun yaklaşık %69'unu barındırdığını söylüyor. Ancak, bu tatlı suyun büyük bir kısmı kullanılabilir durumda değilken, gerçekte sadece küçük bir kısmı doğrudan kullanılabilir. Bu nedenle, buzulların erimesinin okyanus seviyelerinde ciddi artışlara yol açacağına işaret ediyor.
Dr. Güven Özdemir, buzulların erimesiyle birlikte okyanusa karışan su miktarının artacağını ve okyanus seviyelerinin yükseleceğini de ifade ediyor. Kıyı şehirler ve bölgeler için su altında kalma riski doğuracağına dikkati çekiyor, “Örneğin, İstanbul'un sahil kesimleri, Venedik ve diğer kıyı şehirleri ciddi şekilde etkilenecektir. Buzulların erimesi, ekosistemlerin ve iklimlerin değişmesine neden olacaktır. Golf akıntısının hızı azalabilir ve bu da iklim değişikliklerine yol açabilir." Özdemir ayrıca, Dünya'nın dönüş hızında milisaniye düzeyinde değişiklikler olabileceğini de söylüyor ve bunun da gün ve saatlerde küçük farklılıklara yol açabileceğini belirtiyor. Ayrıca, buzulların erimesiyle birlikte Dünya'nın ağırlık dağılımının ve yerçekimi etkilerinin de değişebileceğine de dikkatleri çekiyor ve bütün bu sistemin değişmesi için yüzyılların, belki de daha fazlasının geçmesi gerektiğini sözlerine ekliyor.
Sırada mercanlardan bir haber var.
Mercanlar, dünya denizlerinin biyoçeşitliliğinin %25’ini oluşturuyor. Ancak küresel ısınma nedeniyle deniz sıcaklığının artması, aşırı avlanma ve kıyıda artan faaliyetler mercanları yok ediyor.
Mercan resiflerinin ekosistem için hayati önem taşıdığına dikkat çeken Orta Doğu Teknik Üniversitesi Deniz Bilimleri Enstitüsü ve İklim Merkezi Müdürü Prof. Dr. Barış Salihoğlu, “Mercanların yok olması ciddi çevresel, ekonomik ve sosyal etkilere yol açabilir. Sıcaklık artışıyla ‘mercan beyazlaması’ oluyor. Deniz suyu sıcaklıkları normalden 1-2 derece yükseldiğinde, mercanların içindeki renk veren simbiyotik algler ölüyor. Ayrıca iklim değişikliğine bağlı deniz ve okyanus asitlenmesi de var. Atmosferdeki karbondioksidin artması, asidifikasyona yol açar. Asidifik sular, mercanların kalsiyum karbonat olan yapılarını bozuyor. İklim değişikliğiyle ilgili bir diğer tehdit de deniz seviyesinin yükselmesi. Seviye yükseldikçe kıyıdaki mercanlar daha derinde kalıyor, besin ve ışık alamadıkları için ölüyorlar. Küresel ısınmayla artan fırtınaların şiddeti de resiflere zarar veriyor. Bunların hepsi birleşince resifler tehdit altına giriyor. Türkiye’de deniz koruma alanları oluşturulması, sürdürülebilir balıkçılık uygulamaları ve kirliliğin kontrol altına alınması, aşırı avlanmadan kaçınılması mercanların korunmasına yardımcı olabilir,” açıklamasında bulundu.
Çevre Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı eski müsteşarı Prof. Dr. Mustafa Öztürk ise, “Deniz yüzey sıcaklığı anormal arttı, 30 derece üzerinde. Sular ısındıkça oksijen azalır. Oksijeni yeterli olmayan su canlı yaşamı kötüleştirir. Bu da deniz yaşamı için felakettir,” diye belirtti.
Denizlerden bir başka haber de karanlık oksijenle ilgili.
Bilim insanları, okyanusların derinlerinde bulunan metalik nodüllerin içerdiği elementler sayesinde 'doğal pil' gibi davranarak 'karanlık oksijen' ürettiğini keşfetti. BBC'nin haberine göre, Geoscience dergisinde yayınlanan bir makale, okyanus tabanının güneş ışınlarının erişemediği beş kilometre derinliklerinde, fotosentezin mümkün olmadığı alanlarda bulunan metal yumruların deniz suyunu elektroliz yoluyla hidrojen ve oksijeni ayırdığının tespit edildiğini açıkladı.
Bugüne kadar canlıların soluduğu oksijenin yarısının deniz bitkilerinin fotosentez yapmasıyla oluştuğu düşünülüyordu ancak yeni keşfedilen 'karanlık oksijen' ışığın ulaşmadığı okyanus derinlerindeki yaşama dair ipuçları sundu. Deniz suyunda çözünen metallerin kabuk parçaları veya diğer döküntüler üzerinde birikmesiyle milyonlarca yılda oluşan söz konusu nodüller, batarya yapımı için gerekli olan lityum, kobalt ve bakır gibi metaller içeriyor. Bu nedenle de derin deniz madenciliği şirketleri, bunların çıkarılmasına yönelik projeler geliştiriyor.
İskoçya Deniz Bilimleri Derneği Baş Araştırmacısı Prof. Dr. Andrew Sweetman ve ekibi, Hawaii ile Meksika arasındaki Clarion - Clipperton Bölgesi adı verilen metal yumrularla kaplı geniş bir alanda araştırma yaptı. Sweetman, metalik nodüllerin pil gibi davranarak oksijen ürettiğini kaydederek, "Bir pili deniz suyuna koyarsanız köpürmeye başlar. Bunun nedeni, elektrik akımının deniz suyunu kabarcıklar halinde oksijen ve hidrojene ayırmasıdır. Bunun doğal ortamda bu nodüllerle gerçekleştiğini düşünüyoruz yani nodüller deniz tabanında birbirleriyle temas halinde durduğunda birden fazla pil gibi uyum içinde çalışıyor," dedi.
Bilim insanları, patates büyüklüğündeki metalik nodülleri kullanarak her bir parçanın bir kalem pilin ürettiği voltaja yakın elektrik ürettiğini belirledi. Bulgunun, deniz tabanındaki yumruların deniz suyu moleküllerini parçalarına ayırmaya yetecek kadar büyük elektrik akımları üretebileceği anlamına geldiği belirtildi. Araştırma ayrıca, ışık ve biyolojik süreçler gerektirmeyen oksijen üretiminin gezegenlerde, gezegenlerin uydularında da gerçekleşebileceğini ve yaşamın gelişebileceği oksijen açısından zengin ortamlar oluşturabileceğini de ortaya koydu.
Clarion - Clipperton Bölgesi, metalik nodüllerin batarya yapımı için gereken elementleri içermesi nedeniyle derin deniz madenciliği şirketlerinin ilgi odağında. Bilim insanları ise metal yumruların deniz dibinden çıkarılmasının yeni keşfedilen oksijen üretimi sürecini sekteye uğratacağına ve oksijene bağlı deniz yaşamına zarar vereceğine dair uyarıda bulunuyor.
Bu yaz Türklerin de çok rağbet ettiği Yunan Adaları'ndaki su krizine bakalım şimdi.
Pastoral kasabaları, engebeli manzaraları ve güneşte kavrulan plajlarıyla tanınan Yunan Adaları, ciddi bir krizin pençesinde. Birçoğunun suyu endişe verici derecede azalıyor; turist sezonu tam kapasiteye ulaştığında ve sıcak, kuru hava devam ettikçe bu sorun daha da kötüleşecek. Geçen hafta size benzer bir su krizinin İtalya, Sicilya’da yaşandığının haberini vermiştim.
Leros, Sifnos ve Girit ile Kefalonya'nın bazı kısımları da dahil olmak üzere çok sayıda ada, yıllar süren çok düşük yağışlar ve anormal derecede sıcak kışların rezervuarlar ve yer altı su kaynakları üzerinde olumsuz etkisi olması sebebiyle su kıtlığı acil durum olarak ilan edildi. Adalar, önümüzdeki haftalarda milyonlarca turistin gelmesine hazırlanırken, yetkililer deniz suyunu içme suyuna dönüştürmek de dahil olmak üzere çözüm bulmak için çabalıyor.
Ege Denizi'ndeki uzun kumsallarla çevrili dağlık bir ada olan Naxos'ta rezervuarlar önemli ölçüde küçüldü ve kurumuş göl yatakları ortaya çıktı. Adanın yağmurla beslenen iki rezervuarı, şu anda toplu olarak yaklaşık 200 bin metreküp su tutuyor; bu, geçen yıl sahip oldukları miktarın yalnızca üçte biri. Naxos Belediye Başkanı Dimitris Lianos, "Durum kesinlikle kötü. Yaşadığımız su kıtlığının sorumlusu iklim değişikliğidir," derken, turizmin talebi artırarak sorunu daha da kötüleştirdiğini de sözlerine ekledi.
Yunanistan, sıcaklıkların 40 derecenin üzerine çıktığı acımasız bir sıcak hava dalgasının sancıları içinde. Çok sayıda orman yangını kasıp kavurdu ve aralarında İngiliz televizyon sunucusu ve doktor Michael Moseley ile bir Amerikalı turistin de bulunduğu en az altı turist, Yunan Adaları'nı kavuran yüksek sıcaklıklar nedeniyle hayatını kaybetti.
Su tüketimine farklı bir açıdan bakmanın zamanı geldi.
Su, hayatımızın vazgeçilmez bir parçası ancak günümüzde su kaynaklarının değerinin farkında olmamız gereken bir dönemdeyiz. Suyun sınırlı bir kaynak olduğunu ve doğru bir şekilde yönetilmesi gerektiğini unutmamalıyız. Her birimiz, günlük yaşamında su kullanım alışkanlıklarını gözden geçirmemiz ve israfı önlememiz gerekiyor. Küresel nüfus artışı, iklim değişiklikleri ve çevresel baskılar su kaynaklarını tehdit ediyor. Bu nedenle, suyun sürdürülebilir bir şekilde yönetilmesi ve korunması her zamankinden daha fazla önem kazanıyor. Sadece bireysel çabalar yeterli değil. Toplumsal düzeyde de suyun adaletli bir şekilde dağıtılması ve herkesin suya erişiminin sağlanması gerekiyor. Bu, suyun toplumların refahı için kritik bir kaynak olduğunu anlamamızı sağlar.
Sonuç olarak, bugün burada aldığımız bu bilinçli adımların gelecekteki su kaynaklarının korunması ve sürdürülebilir bir yaşam için önemli olduğunu unutmamalıyız. Hepimiz suyun değerini anlamalı ve sorumlu bir şekilde kullanmalıyız. Gelecek nesillere daha sağlıklı bir dünya bırakabilmek için harekete geçmek şimdi bizim elimizde.
Bu hafta sizin için Linkin Park’tan "Waiting For The End" adlı şarkıyı seçtim. Gelecek hafta İklim Kuşağı Konuşuyor programında tekrar buluşana dek kendinize, sevdiklerinize ve gezegenimize lütfen iyi bakın.