"Şimdi ben Açık Radyo'da konuşuyorum. [...] Bir şey gelir mi başıma acaba?"

-
Aa
+
a
a
a

Hüsnükabul'de Dünya Mülteciler Günü'nde İnsan Hakları Derneği'yle gerçekleştirdiği basın açıklaması üzerinden Üveys Hummus'la konuşuyor; Türkiye'deki mültecilerin temel insan haklarına ve hukuki düzenlemelere aykırı uygulamalarla giderek daraltılan konuşma alanlarını ele alıyoruz.

Doğruyu söylememek, Doğruyu saklamak, Doğru olanı ortadan kaldırmak: Demokrasinin Kırılganlığı ve Göçmen hak ihlalleri üzerine değerlendirme
 

Doğruyu söylememek, Doğruyu saklamak, Doğru olanı ortadan kaldırmak: Demokrasinin Kırılganlığı ve Göçmen hak ihlalleri üzerine değerlendirme

podcast servisi: iTunes / RSS

Waseem Ahmad Siddiqui: Merhaba herkese, günaydın! Burası Açık Radyo 95.0. Ferhat Kentel ve ben -Waseem Ahmad Siddiqui- ile birliktesiniz.

Ferhat Kentel: Merhaba, ben geçici ev sahibi olarak, kendimizi misafir alıyorum bugün Waseem.

W.A.S: Evet, ne güzel hafta boyu Ömer Abi'ye eşlik ediyorsun Ferhat, sesini duyuyoruz. 

F.K: Neydi o? Açık Radyo'nun sol alt köşedeki odası.

W.A.S: El Madafah, misafir odası

F.K: Misafir odasından ev sahibi odasına geçtim şimdi, sizi ağırlıyorum.

W.A.S: Ferhat, çok teşekkürler. Bugün bir konuğumuz da var, hemen söyleyelim. Üveys Humus. Merhaba Üveys, bize bugün eşlik ettiğin için çok teşekkür ederiz.

F.K: Merhaba Üveys.

Ömer Madra: Hoş geldin.

Üveys Humus: Merhaba. Hoş buldum, hoş buldum. Teşekkür ederim.

W.A.S: Üveys Humus bağımsız bir araştırmacı. Kendisi Suriye'de doğdu ama Türkiye'de yaşıyor, İstanbul'da yaşıyor. Bağımsız bir araştırmacı ve şehir plancısı. Üveys ile geçen hafta 20 Haziran Dünya Mülteci Günü'nün ilk basın açıklamasında birlikteydik. Dolayısıyla bugün hem o güne dair genel bir değerlendirme yapacak hem de geri gönderme merkezlerinde son dönemde yaşanan hak ihlallarını, bununla birlikte mülteci çocukların eğitim hakkını, çocuk işçiliğini ve mülteci işçi haklarına odaklanmaya çalışacağız. Fakat dilerseniz öncesinde bu meseleyle çok yakından ilgili olan bu durumu açmak adına çok kısa bir giriş, bir analoji yapmaya çalışalım.

Yale Üniversitesi'nde tarihçi Timothy Snyder, 9 Ocak 2021'de The American Abyss adlı makalesinde; doğruyu söylememek -not telling the truth, doğru olanı saklamak, doğru olanı susturmak, doğru olanı inkar etmek gibi çevrilebilir- kavramıyla tüm meselelerin demokrasinin kırılganlığına işaret ettiğini söylüyor. Fragility of democracy diyor.

Demokrasinin dünyanın dört bir yandaki kırılganlığına işaret ediyor. Myanmar, Macaristan, Polonya, Türkiye, Hindistan, İsrail ve Brezilya'daki otoriter rejimlerin hepsinin, tek bir beden olarak, temel saldırısının doğruyu söylememek ve doğru olanı ortadan kaldırmak olduğunu söylüyoruz. Bugünkü yayında niyetim bu doğruyu söylememe durumunu ele almak olacak. Çünkü korkunun da -bu kelimeyi kullanmaktan hâlâ çok rahat değilim- güven, endişe, kaygı ve ürkeklik gibi yaygın olduğu noktada seziyorum. Burada en temel, en elzem soru -başından beri bu programda dile getirmeye çalıştığımız gibi- nasıl konuşabiliriz? "Doğruyu nasıl konuşabiliriz?" gibi sorular ortaya çıkıyor.

Buna benzer Türkiye'den yeni bir haber var. Yine bu doğruyu nasıl söylenebilir? böyle bir haberle ilgili, nasıl bir dille konuşulabilir gibi bir endişe var içimizde. Tunus'a çok benzeyen Türkiye'de de göçmenler üzerine araştırma yapanlar, konuşanlara yönelik yeni bir karar çıktı. Ferhat neydi o karar? Benim doğruyu söyleyememe halim tam da burada ortaya çıkıyor.

F.K: Bir baskı. Yabancı bir ülke adına faaliyet gösterme suçlamasıyla açılma olasılığı olan davalar ve bu tür baskılar... Gürcistan'da da biliyorsunuz böyle bir şey kabul edildi. 

Ö.M: Etki ajanlığı diyorlar.

F.K: Etki ajanlığı, evet. Dolayısıyla, bir şey söylüyorsun ama bunu "dış güçlerin" desteğiyle, emriyle yaptın. Nasıl ispatlanıyorsa böyle şeyler de... Dolayısıyla suçlamalar var, Osman Kavala'ya yapılanları düşünün... Afganistan'da, Irak'ta insanların kafasına bombalar yağdırıyor. Birisi -Julian Assange- bunu ortalığa döken belgeler açıklıyor ve sen bu doğruyu nasıl söylersin deyip içeri atıyorsun insanı! Bir kabus aslında. Bitmeyen bir kabuslardan biri bu.

W.A.S: Bu doğruyu söylememekle ilgili bir durum. Kim doğruyu söylüyor, kim doğruyu söyleyecek? Siyasetçilerin söylediği doğrular, doğru mudur? Dilerseniz hemen Üveys'e söz vermek istiyorum. 20 Haziran'da gerçekleşen basın açıklamasıyla ilgili genel bir değerlendirme alabiliriz. Doğruyu söylememeye atıfta bulunarak, gücümüz yeterse tabii ki. Üveys, mikrofon sende.

Ü.H: Aslında göçmenlerin başına gelen pek çok olumsuz şey var. Sadece Türkiye'de değil, tüm dünyada. Sizin gibi insan haklarına önem veren arkadaşlara sahip olmak bana umut veriyor. Sadece benim için değil, tüm göçmenler için. Bir de, dediğin gibi gerçekleri söylemek gücü veriyor bana.

Basın açıklamasını yapan arkadaşlarımız, STK'lar umut veriyor. Gerçekten böyle bir basın açıklaması yapmak çok önemli. Bir de doğruyu, gerçeği söylemeye bir deneme. Tabii bu basın açıklaması önce İHD tarafından yayınlamış. Biz sonrasında Göç İdaresi önünde, Vatandaş Caddesi'nde böyle bir basın açıklaması yapmaya karar vermiştik.

Ne hakkında peki? Göçmelerin başına ne geliyor, ne oluyor? Geri Gönderme Merkezleri'nde ne oluyor? Çok olumsuz şeyler var. Bir de, Fatih Kaymakamlığı'ndan bir yasaklama geldi. Oysa anayasal hakkımız bu, ifade özgürlüğü kapsamında. Ama bir basın açıklaması yaptık tekrar. Sokakta olmadı, Vatandaş Caddesi'nde olamadı maalesef, Göç İdaresi önünde olmadı. İnsan Hakları Derneği'nde oldu açıklama. 

Türkiye'deki göçmenler hakkında konuşmak... Aslında kimse böyle gerçekler, doğrular duymak istemiyor. Basın açıklaması bu doğruları söylemek isterdi. Oysa medyada bakıyorsun, kimse bunu söylemek istemiyor. Tabii gazeteciler geldi ama kaç kişi geldi oraya? Kim önemsiyor bu doğrular söylemeyi? Kimse ilgilenmiyor. Tabii dediğim gibi birkaç basın mensubu geldiler.

Benim umudum yok... Umudum var tabii de... Bu basından umudum yok ama sizin gibi yayıncılarla, benim de umudum var! Bu gerçekleri duymak bile, söylemek bile çok önemli bir şey.

F.K: Pardon küçük bir şey diyeyim mi? Hatırlıyor musun Waseem? Geçen hangi programdaydı? Salonun ortasında fil var demiştik ya. Biraz sonra onu da konuşuruz. Uluslararası bir rapor yayınlandı. UNHCR'ın uluslararası mülteci kuruluşunun 120 milyon mülteciden bahsediliyor. Bu aslında bu gezegende dolaşan 120 milyon insanlık yeni bir millet demek. Türkiye toplumu dediğimiz toplum da göçmenlerden oluşmuş bu toplum. Hani bir slogan var ya: Hepimiz göçmeniz, hepimiz mülteciyiz. Öyle aslında. Belki bu fili hatırlatmak lazım. Ya sen de bir göçmensin, sen de bir mülteciydin aslında.

W.A.S: Ben tekrar altını çizmek istiyorum. Yine ampirik gidiyoruz, vaka üzerinde konuşuyoruz ama bu vakalar bir tek dört duvarın içinde değil, sadece geri gönderme merkezinde değil. Gündelik hayatta her gün yaşanan olaylar var. Bu vakalar sadece yaşamakla ve ölümle ilgili de değil, yaşanmakta olan bir yığın olay var.

Özellikle etkiler, tesirler, endişe, kaygı, korkular; doğru söyleyebilenler cesaretin, çoğunluğun elinin altında kalıyor. Çoğunluk dediğimde yine Hannah Arendt'in çok derin bir şekilde çalıştığı bir mesele var; etno-milliyetçilikten bahsediyor. Arendt etno-milliyetçilik siyasetinde yani çoğunluğun siyasetinde en az sayıda olan -tabii buradaki bütün kemikleşmiş kavramlar, azınlık, çoğunluk hala çok rahatsız edici- görünmezdir ve bir tehdit olarak hedef alınır diye söylüyor. Doğruyu söylemek artık cesaret istiyor. Bu cesaret sadece çoğunun elinde. Tek doğruyu söyleyen çünkü onlardır o zaman. Çok ironik bir durum var burada.

Ben Üveys'e tekrar dönmek istiyorum. Hem geri gönderilme merkezinde bazı durumlar var. Orada sürekli insan hakkı ihlalleri yaşanıyor. Onun dışında, çocukların eğitim hakkı, çalışma hakkı gibi meseleler var. Okul var ama eğitime erişim yok. Üveys, ne dersin bu konuya? Bunun ile ilgili konuşabilir miyiz?

Ü.H: Şimdi genel olarak Türkiye'de göçmenlerin böyle bir belirsizlik durumu var. Bir de belirsizlik yabancılar ve uluslararası koruma kanununda da ve Geçici Koruma Kanunu'nda bile var, kanunu okuyunca belirsizlik olduğunu anlıyorsunuz. Bu belirsizlik yani hükümetten kaynaklanıyor. Tabii uygulama bir güç veriyor. Bu güç yani 2015'ten önce farklıydı, mesela seyahat yasaklama yoktu. Geçici koruma altındaki insanlar -mesela ben İstanbul'da kaydoldum, kendim kaydoldum, İstanbul'da yaşıyorum, ikametim İstanbul'da- Türkiye'de her yerde gezebiliyordu. Ama sonra böyle bir kural çıkartmışlar; biz böyle yasaklayacağız demişler, bir izin alman lazım. Bu izin verilmiyor aslında. Yani teorik olarak ben izin alabilirim ama pratik olarak almıyorum. Ayrıca bu kanun uygulaması aslında belli değil. Herhangi bir gün bir iktidar değişirse kanunlar değişebilir. Böyle bir belirsizlik var.

Bu belirsizlik aslında bir norm oldu, istisna değil. Belirsizliğin istisna olması lazımdı ama normalleşti. Mesela ben nasıl çalışacağım? Bir Suriyeli olarak, bir Afgan olarak nasıl çalışabilirim? İzin alabilir miyim? Alabilirsin diyorlar ama nasıl alabilirsin? Evrak incelemek için bir randevu almak dert. Randevu ne zaman geliyor dert. Randevu geliyor, saatlerce bekliyorsun. İnceleme olmuyor. Hayat evraka dönüşüyor. Ben evrak istiyorum, olmuyor. Oldu diyelim tamam, şimdi çalışayım: Çalışırsam hangi maaşı alabilirim? Ben mühendisim. İşçiler nasıl çalışabilir? Çok istismar oluyor. 

F.K: En basit, en çok kolay sömürülebilir insan haline getiriliyorsun yani. Herkes seni kullanabilir tepe tepe.

Ü.H: Tabii çünkü güçsüzüz. Türkiye toplumunda en güçsüz kısım şimdi göçmenler. Bir de bazı insanlar -sağcılar- var. Mülteci izin alamıyor, kaçak çalışıyor. Diyor ki o istemedi. Oysa zaten patronu izin vermek istemiyor. Ama diyorlar ki izin almak istemiyor çünkü vergi ödemek istemiyor. İngilizce'de exploitation of working class (emek sömürüsü) denen şey bu. Hem Türkiye'nin işi sınıfı zarar görüyor, hem Suriye zarar görüyor, Suriyeli zarar görüyor, ya da Afgan, herhangi bir göçmen.

Göçmenlerin işi düzenli olursa, inanın ki maaş iki kat artacak. Neden? Çünkü şartlar eşit. Şartlar eşitse artık kim Suriyeli ya da Türkiyeli önemli değil. Ama şimdi patron, Suriyeli alıyor çünkü kaçak olarak çalıştırabilir. Kimse önemsemiyor. Kimse bakmıyor. Hatta İçişleri Bakanlığı, eski İçişleri Bakanı bunu söyledi, itiraf etti.

Bu insanlar çok belirsiz hallerde çalışıyor. Zaten 2018'den, 2019'dan beri geri gönderme konusu da var. Bu konu sosyal medyada falan çıktı. Biz Suriyelileri Avrupa'ya göndereceğiz dediler, gerçekten böyle bir Avrupa etabı açılabilir.  Bu tehlikeli bir durum. Polis bir nesne olarak kullanılıyor hep, obje olarak kullanılıyor. İnsan nasıl yaşabilir bu halde? Çok zor bir durum.

Suç işlemeyen bir insanı bir anda polis durdurabilir, sen ne yapıyorsun burada falan diyebilir halde. Alıyor, geri göndermeye merkezine gidiyor. Bu insan, evrakı olsa bile alınıyor, oraya gidiyor. E avukat tutarsa çok zor. Bu insan ne yapıyor? Bazen Türkçe'yi düzgün konuşmayı da bilmiyor. Belki sadece fabrikada, düşünerek konuşabilir. Ama böyle, kendini savunmak için konuşamaz. Zaten kendini güçsüz hissediyor. Bir de çok zor bir durum bu. Sonra biri orada -Geri Gönderme Merkezi'nde- bilmediği bir evrak, okuyamadığı bir evrak imzalıyor. Diyorlar ki bu, böyle bir gönüllü dönme evrakı.

Ne oluyor orada? Biz mesela STK'lar olarak bilmek istiyoruz. Hukukçu olarak bilmek istiyoruz. Neden açılmıyor Geri Gönderme Merkezleri? Ne oluyor orada? Biz bilmek istiyoruz. Ben yalanlar istemiyorum. Ben gerçekleri bilmek istiyorum. Doğruyu öğrenmek ve söylemek istiyorum. Yani şeffaf olmalıyız. 

W.A.S: Burada konuşmanın kendisi çok önemli bir yerde duruyor. Nasıl konuşabilirim? Nasıl anlatabilirim? Bu mesele çok önemli gibi gözüküyor bana. Çünkü orada az önce bahsettiğim; korku, endişe, kaygı, ürkeklik dışında duran olağanüstü devasa bir cesaret var. Nasıl yapılabiliriz? Bunu birlikte nasıl yapabiliriz? Bu soru hala bana çok can alıcı gibi geliyor. Üveys, lütfen devam et.

Ü.H: Ben bir insan olarak Suriye, Suriyeli, Türkiyeli, Arap, Türk ne olursam olayım bir insan olarak gerçekleri, doğruları, cesaretle söyleyebilirim ancak. Güvenli bir ortamda olmalıyım. Göçmenler yasal olarak o kadar güçsüz ki, gerçekleri ya doğruları nasıl söyleyebilir? Söyleyemez aslında.

Şimdi ben Açık Radyo'da konuşuyorum. Çıkarsam, bu gerçekleri, bu doğruları söylersem... Yani... İnsan soruyor. Tehlike altında mıyım aslında? Yani ben... Bir şey gelir mi başıma acaba? Bu sadece bir korku. Yani Waseem diyor ki korku konusunda, biraz yani sert geliyor, ama bu sadece gerginlik değil. Bazen korku, gerçekten korku oluşturuyor bu. Çünkü insan gerçekleri ya doğruyu söylemek için güvende hissetmeli. Kişisel ilişkilerde böyle ama siyasi ilişkiler, yani kamu alanı da çok önemli bir şey. Bence doğruları söylemekten korkan sadece güçsüz insanlar değil, bence politikacılar, siyasetçiler de korkuyorlar bu doğruları söylemekten.

W.A.S: Evet, yavaş yavaş toparlayabiliriz. Ama lütfen Üveys son cümleler alabiliriz.

Ü.H: Şu siyasetçiler neden göçmeleri obje olarak, nesne olarak kullanıyorlar. Örtbas etmek  için, beceriksizliğini örtbas etmek için Suriye'yi nesne olarak kullanıyorlar. 

F.K: Günah keçisi her zaman işe yarayan politikadır aslında. Birilerini günah keçisi ilan edersen kolaylaşır işler.

W.A.S: Konuşmaya devam edeceğiz. Sanki, yeni doğan çocuğun konuşabilmesi gibi bir analoji yapabiliriz. Yeni doğan çocuk nasıl konuşuyorsa, konuşmaya çalışıyorsa bizim için de galiba o söz konusu. Doğruyu söylemek, doğruyu söylememek değil mesele. doğruyu söyleyebilmek cesaretimiz hep birlikte daim olsun diyelim. Böyle bir cesaretimiz olsun diyelim. Bugünkü yayın bugün burada bitiriyoruz. Herkese çok teşekkürler. Uveys, tekrar çok teşekkür ederiz, bize eşlik ettiğin için.

F.K: Üveys çok teşekkürler.

Ü.H: Ben çok mutlu oldum. Doğruları söylemek cesaretim oldu, sayenizde. Çok teşekkür ederim.

W.A.S: Çok sağol. Haftaya, çarşamba günü yine saat 9.30'da görüşmek dileğiyle. 

Ö.M: Görüşmek üzere, hoşçakalın.

F.K: Görüşmek üzere.