Hikâyenin Her Hâli’nde İzmir Aliağa’da sökülmesi istenen gelen Sao Paulo isimli geminin Türkiye’nin gündemine taşıdığı asbest mevzusunu ve bu konuda yürütülen mücadeleleri konuşmak üzere Türkiye Asbest Mağdurları Grubu’nun kurucusu Çiğdem Yıldız’la konuştuk.
(5 Ağustos 2022 tarihinde Açık Radyo’da Hikâyenin Her Hâli programında yayınlanmıştır.)
“Bir işin mağduru varsa muhakkak faili de vardır”
Aslı Odman: Merhaba Açık Radyo dinleyicileri. Hikâyenin Her Hâli’nde bir programla daha beraberiz. Ben Aslı Odman. Bugünkü konumuz senelerden beri, sanki dolaba sıkıştırılan ve sonra da üstümüze bir gemi vesilesiyle yığılan bir mevzu: asbest. Ufacık bir mevzu gibi gözüküyor. Saç telinin yaklaşık ellide biri kalınlığında lifli bir mineral bu. Ama yarattığı işçi, hak ve çevre sağlığı sorunları ve bunların sonuçları o lifin milyarlarca misli büyük bedeller ödetiyor bizlere ve ekosisteme. Bugün gündemimize çok uzaklardan gelen ve sanki Türkiye'nin kadim sorunlarının, şirket ve devlet eliyle devam edilen yavaş suçlarının sırtına binmiş geliyor gibi gözüken, yola çıkmak üzere olan, yola çıkmamasını sağlamaya çalıştığımız gemi esasında asbesti konuşturdu. Asbestli gemi diye tanınan Sao Paulo’da tehlikeli madde açısından tek sorun asbest değil. Biz meseleye bu gemi üzerinden vakıf olduk. Türkiye'nin kadim sorunu asbest. Biliyoruz ki bir işin mağduru varsa muhakkak faili de vardır. Sevgili Çiğdem Yıldız’la mahallemizde gördüğümüz yıkımları, asbest yüzünden kanser geçiren yakınlarımızı, bu konuda yapılan kampanyaları ve başlatılması gereken hukuk mücadelelerini konuşacağız bugün.
Asbest lifi gibi gözüken bu doğal maddenin nasıl sistem içerisinde şirketlerin ve devletin eliyle koskoca bir katil toza dönüştüğünü, yani failliği toza yüklemekten çok onu işleyip çıkartan, işleten ve bu şartlar altında binalara, su borularına, gemilerin içine sokan üretim sistemini konuşacağız. Arguvan'dan sevgili Çiğdem Yıldız'ın çok sevgili babası Erol Yıldız’ı yaşadığı köyde maruz kaldığı asbest yüzünden kaybetmesinden, asbeste maruziyetle ilgili hastalıklardan, Çiğdem Yıldız’ın babasının yaşadığını başkaları yaşamasın diye verdiği mücadeleden bahsetmeye çalışacağız. Bu, kamu sağlığını ilgilendiren her konuda olduğu gibi ancak örgütlü yürütülebilecek bir mücadele. O yüzden bu öncü çabalar çok önemli. Çiğdem Yıldız'ın hikâyesi babasının çevresel asbeste maruziyetiyle başlamış. Yani doğal olarak maruz kaldığı, topraktan zuhur eden, mineraline maruz kalarak başlayan hikâye daha sonra taşındıkları İzmir'de, deprem sonrası yıkımlarda Bayraklı'da ve Karşıyaka'da da devam ediyor. Ama esas uyuyan devi uyandıran Aliağa’daki gemi söküm faaliyetlerinin kamuya yansıması oluyor.
Kentsel dönüşümün içerisinde yaşayan çocuklarımızın bu çaresizliği yaşamaması için neler yapmalıyız? Hem acının, tehlikenin ve riskin büyüklüğü hem de faillerin işledikleri suçların izlerini silmesi bu konuda farkındalık sağlanmasını çok daha zor hâle getiriyor. Bilenler için tekrar olacak ama asbest dediğimiz şey doğal olarak zuhur edilen bir lif. Bu hâliyle bir risk taşımayabilirdi fakat yüzeye çok yakın zuhur ediyor. Türkiye asbest bölgesinde olduğu için pek çok yerde doğal olarak çıkıyor. Kırsalda yaşayan, bunun içine doğan pek çok insanımız var. Çevresel asbestin olduğu, çıkarılıp kireçli badanaya karıştırılan, pekmeze konan, çocukların zıbınında kullanılan, kap kacak yapılan bölgelerde çok daha dikkatli olmak gerekiyor. Türkiye yalnızca jeolojik nitelikleri gereği asbeste maruz kalsa belki o noktada bunun doğal veya tanrıdan gelen bir sorun olduğunu söyleyebilirdik ama bununla kalmıyor. Türkiye'de asbestin zuhur ettiği en önemli bölgeler Sivas (Hafik, Zara, Divriği), Hatay (Kızıldağ), Amasya (Şeyhzadi), Bitlis (Destumi), Eskişehir (Mihalıççık), Tokat (Çamlıbel, Dodurga), Bursa (Orhaneli), Erzincan (Ilıç) ve Uşak (Gökçebel). Diyarbakır ve Çanakkale'nin bazı köylerinde de yüzeye çok yakın bir maden olarak bulunuyor asbest. Türkiye'de 2014’ten beri asbeste maruziyetten kaynaklı hastalıklar ve bu yüzden hastanelere yatmış onkoloji hastalarıyla yapılan çalışmalar var. Bu alanda çalışan kurucu isimleri de zikredelim. Selahattin Yazıcıoğlu, Diyarbakır’da “çermik hastalığı” diye bilinen bu hastalığın esasında çevrede zuhur eden asbestten kaynaklandığını kanıtladı. Ardından İzzettin Barış’ın çalışmaları geliyor. İkisi de göğüs cerrahı. İzzettin Barış'la da çalışmış olan sevgili Eşref Atabey YouTube kanalında asbestle ilgili pek çok bilgilendirme yapıyor. Bu çalışmaların öncü çalışmalar olduğunu söyleyebiliriz. Peki asbestin lif olmasıyla ilgili sorun ne? Kanserin pek çok nedeni olabilir ama neden kesinlikle belli kanser türlerinin asbestten kaynaklandığını biliyoruz? Çünkü bu lif bedene girdiği zaman çıkabilen bir şey değil ve bu tıbbi görüntülemelerle tespit edilebiliyor. Günde iki üç paket sigara da içseniz, tozlara da maruz da kalsanız, içinde asbest olan bir akciğer zarı veya plevra kanseri olduğunuz zaman plevradaki asbest kalıntılarından anlaşıldığı veya kalbin zarına saplanmış olarak görülebildiği için bir karışıklık olmuyor. Teşhisi esnasında ciddi tazminat süreçleri olduğu için, bu tarz kamu ve şirket sorumluluğu olan durumlarda kişilerin sigara kullanımları gibi bireysel alışkanlıkları öne sürülüyor. Asbest o açıdan Avrupa’da meslek hastalıklarının kralı olarak nitelendiriliyor. Yani, “Bu maden işçisi sigara içtiği için akciğer kanseri olmuştur” denemiyor Avrupa’da. Asbestin hastalığa yol açmasının nedeni esasında bedenin çok sağlıklı bir tepki göstererek onu vücuttan atmaya çalışması. Zarlara saplanan asbest atılmaya çalışılırken kireçlenme veya taşlaşmaya yol açıyor. İlginç olan ya da işleri karıştıran da on ila kırk sene içerisinde ortaya çıkması. Geriye dönük olarak belli oluyor. Çocukluğunuzda maruz kaldığınız asbest sizi otuz kırk sene sonra başka bir yerde yakalayabilir. O yüzden ülkemizde kentsel yıkım süreçlerinde maruz kaldığımız asbest nedeniyle ileride ciddi bir salgın yaşayacağımızı, asbeste maruziyete dayalı hastalıklar, pandemi ve epidemiler yaşayacağımızı ne yazık ki biliyoruz. Doktor Kaan Karadağ bu konu için, “Türkiye'nin gelecek Çernobil'i olabilir” diyor. Bu konuda alarm zillerine basmakta geç bile kaldık. Yani söz konusu olan bizim değil gelecek nesillerin sağlığı. Türkiye'de gemi söken, inşaatlarda izolasyon malzemesi üreten işçiler var, eternit, marley vs. üreten işçiler, bunun depolandığı bölgelerde bekçiler var. Şerit balata üretenler, madenlerde çalışma süresince bu life maruz kalan ve meslek hastalıklarından ölen işçiler var. Bunlar yeni yeni tespit edilmeye başlandı. Asbestli su boruları, binalar, fabrikalar; kentsel dönüşüm furyası, afet kanunu, riskli alan, acele kamulaştırma adı altında apar topar yıkılıyor. Sevgili Çiğdem Yıldız'ın mücadele hikâyesine gelelim. Önce Arguvan'da başlayalım istersen Çiğdem.
Çiğdem Yıldız: Hekimhanlıyız biz. Babam dokuz yaşına kadar burada yaşamış sonra yatılı okulda okumak üzere köyden çıkmış. Yani anladığımız kadarıyla asbeste net olarak sıfır dokuz yaş arasında maruz kalmış. Babam öğretmendi, sonra ilköğretim müfettişi oldu. Haritaya baktığınızda asbestin yoğun olduğu Konya ve Afyon'da yaşadık biz. Bu bize “memleket hastalığı” olarak söylendi doktorlar tarafından. Babamın hastalığı atipikti, literatüre de o şekilde geçti. Bacakları ağrıyordu, romatizma olma ihtimalini düşünüdük. Eve yakın bir polikliniğe gittik, orada tam teşekküllü bir hastaneye gitmemiz önerildi. Hastanede tomografi çekildi ve babama nereli olduğu soruldu. Tomografide asbest liflerine rastlandı ve tanı o şekilde kondu. Biliyorsunuz genelde dördüncü evrede tanı konur. Sonrası tamamen ızdırapla, hemen hemen her gün hastanede, morfin türevi ilaçlarla dindiremediğimiz acılarla geçti. Tedavisi Dokuz Eylül Üniversitesi Hastanesi'nde yapıldı. Şanslıydık çünkü hekimler deneyimliydi. Hastalığın tanısı da tam konulamıyor çoğu zaman. Aliağa’da tersanede çalışan işçilerden kaç tanesine mezotelyoma tanısı konmuştur? Onu da bilemiyorum.
AO: Onun yerine akciğer kanseri gibi jenerik tanılar konuyor.
ÇY: Babamın kanser olduğu anlaşıldığında ilk başta lenfoma ya da akciğer kanseri olabileceği söylendi tomografiden önce. “Dileriz lenfomadır” dediler. Ben yakınımda kanser hastası görmedim. Akciğer kanserinin kötü birşey olduğunu biliyordum. Tomografi çekildiğinde doktor şöyle dedi: “Akciğer kanseri de olabilir, akciğer zarı kanseri de.” Ben anlayamadım. “Akciğer kanserinden daha kötü ne olabilir?” diye düşündüm ve babamın eriyişini her gün gözlerimle gördüm. O çaresizlik karşısında hiçbir şey yapamamak korkunç. Dünyada mezotelyoma hastalarının yakınlarına da psikolojik destek verilir. Çünkü çok zorlu bir süreçtir. Ben bütün bunları internette araştırdığımda gördüm. Babama tanı konduğunda sene 2013’tü. Google'a mezotelyoma, akciğer zarı kanseri, asbest yazdığımda o kadar az veri vardı ki ne yapacağımı bilmiyordum. O dönem Amerika'daki Asbest Mağdurları Derneği’nin Dokuz Eylül Üniversitesi’ndeki temsilcisi Sinem Hanım bize ulaştı. Bu dernek hasta yakınları tarafından kurulmuş. Sosyal sorumluluk projesi kapsamında buradan bir üniversite öğrencisi de derneğin temsilcisiydi.
"Kötücül, yabancı, dış mihraklı bir gemiye bindirildiğini düşündüğümüz asbest sokaklarımızda dolaşıyor"
AO: Tıpçı mıydı kendisi?
ÇY: Değildi ama uyanmamda çok büyük desteği oldu gerçekten. O dönem geldi, babamla ve benimle röportaj yaptı. 26 Eylül 2014’te Dünya Mezotelyoma Farkındalık Günü kapsamında paylaşımlar yapmaya başladım sosyal medyada. 2015’te, 2016’da ve takip eden her yıl yaptım bunu. Tabii ki kimsenin ilgisini çekmedi. Hiçbir tepki alamadım. Kimseye ulaşamadım. O dönem içinde hocalarımızın da olduğu bir mezotelyoma çalışma grubu vardı. Onlara tomografi sonucumuzu gönderdim. Hakikaten ilgilendiler, cevap verdiler. Çünkü kentte yaşayan mezotelyoma hasta sayısı kırsala nazaran az. Daha doğrusu bilinmiyorlar. Aliağa'da hastalanan köyüne, memleketine gidiyor. Kendimce mezotelyoma ve asbest ile ilgili bir sayfa açtım Facebook'ta. Yine olmadı. Bu babama verdiğim bir sözdü. 26 Eylül Mezotelyoma Farkındalık Günü, Türkiye'de anılacak ve Google'a girecekti. 2021’de İzmir Kent Konseyi'nin bir programını dinledim. Zoom üzerinden yapılan bir programdı, ben izleyici olarak katıldım. Bu programla biraz daha aydınlandım. Halk sağlığı uzmanı Ahmet Soysal ve Asbest Söküm Uzmanları Derneği (ASUD) Başkanı Mehmet Şeyhmus Ensari’yi dinleyince biraz daha uyandım ve Mehmet Bey'in verdiği fikirle bir video çektim. O video binlerce kez izlendi. Çünkü asbest denildiğinde insanların aklına sadece Aliağa ve gemi geliyordu. Türkiye'de asbest algısı buydu. Aliağa'daki asbeste tabii ki karşıyız. Ama kentlerde yaşayan insanları, yıkılacak milyonlarca binayı düşününce ben daha çok kentsel dönüşüm tarafında farkındalık yaratmaya çalışıyorum.
AO: Çevresel faktörleri konuştuk. Türkiye'de doğal olarak çıkıyor asbest. Ayrıca gelen ithaller alınıyor, işleniyor. İller Bankası'nın zamanında yaptırdığı bütün su boruları asbestli. Fabrikalarda yalıtım malzemesi olarak kullanılmış. 2012'de Türkiye'de bir afet kanunu çıktı. Bu da kentsel dönüşümün kitlesel olarak başlamasına ve afet kanununa göre riskli binaların yıkım hızının artmasına yol açtı. Esenler'de, 5 Ekim 2012’de “Kentsel Dönüşüm Başlatıyoruz” diye bir etkinlik yapıldı. Dönemin çevre ve şehircilik bakanı Erdoğan Bayraktar'dı. 440 kilo patlayıcı kullanarak Esenler'de bir binayı yıktılar. Türkiye'de başlayan kentsel dönüşüm panayırı kapsamında 2012’den 2020’ye kadar “altı milyon bina yıkacağız” diye bir müjde verildi. Şimdi kentsel dönüşüm yavaşladı ama inşaat sektörü hız kesmedi. Bizi etkileyen de yeniden yapımlar, mega projeler için yıkımlar yapılması. Kırsala müthiş bir yayılma var. Biliyorsunuz artık köyler mahalle oluyor, imara açılıyor. Büyükşehir yasası, bütün şehrin yasası oldu. Esasında kötücül, yabancı, dış mihraklı bir gemiye bindirildiğini düşündüğümüz asbest sokaklarımızda dolaşıyor. Türkiye’nin deprem bölgesinde olduğunu da hatırlatalım. İzmir'de yakın zamanda yaşadık. Bugün Okmeydanı'nda Beyoğlu Belediyesi'nin kentsel dönüşüm, rantsal dönüşüm üzerinden kanunlara aykırı olarak yıkımları devam ediyor. Fikirtepe riskli alan ilan edilerek birkaç gün içerisinde binden fazla bina çevre ve şehircilik bakanlığı eliyle yıkıldı. En güvenlikli sitelerin olduğu, şık bölgelere baktığınızda pek çok eski bina yıkılıyor. Yani bizim sokaklarımızda bu yaşanıyor. Babanın yalnızca doğduğu yerden dolayı maruz kaldığı şey şimdi hızlı inşaat sektörünün baronları ve bunlarla ilişki kuran belediye birimleri, halk sağlığını koruma görevini yerine getirmeyen sağlık bakanlığı ve diğer kurumlar eliyle esasında çok daha geniş bir alana yayılıyor. Sen İzmir’de bu konuyla ilgili neler yapıyorsun?
ÇY: Ben Karşıyaka'da oturuyorum ve sık sık Bayraklı'ya yıkılan binaların fotoğraflarını çekmeye gidiyorum. Hakikaten inanılır gibi değil.
AO: Hala yıkımlar devam ediyor mu?
ÇY: Evet, her gün. Yapabileceğim çok bir şey yok. Twitter'da sürekli bunu yazıyorum. Geçtiğimiz günlerde Çiğli Belediyesi’ni aradım ve zabıta birimine aktarıldım. Konuyu anlattığım kişi beni anlamadı. Bina yıkım yönetmeliğinden bahsettim, ortada bir suç olduğunu ve belediyenin müdahale etmesi gerektiğini söyledim. Bireysel olarak sürekli didiniyorum fakat sonuç alamıyorum. Arşiv olması adına fotoğraflar çekiyorum. Fakat rantın önüne geçmek mümkün olmuyor. Bugün Bayraklı'da, Buca'da asbest soluyan insanlar bunun farkında değiller. Aliağa için direniyorlar, tepki veriyorlar. Farkındalığın yanlış yöne kanalize edildiğini düşünüyorum İzmir'de. Çünkü kentsel dönüşüm kapsamında şu an birçok belediye susuyor. Uzmanların söylediğine göre yıkılan her üç binanın ikisinde asbest var. Fakat yıkım için alınan raporlarda hiç asbest çıkmıyor. Daha da acısı bu molozlar kentin içinden tozutarak, bütün ilçelerden geçerek nihai moloz alanına gidiyor. İzmir, Güzelbahçe'de yaşayan insanlar her gün soluyorlar bunu. Yani o moloz yığınına bugün noter eşliğinde gidilip analiz yapılırsa asbest çıkacak. O yüzden bütün partilerin, siyasetin tavrı bana samimiyetsiz geliyor.
AO: Şimdi bu asbest, bu küçük lif ne olacak? Bir saç telinin ellide biri kadar ama bulaştığı her şey atık hâline geliyor. Bir yıkım esnasında full kontaminasyonla, dışarıya bir lif bile sızdırmayacak şekilde, binalar tamamen kapatılarak, bunları sökecek işçilerin astronot gibi giyinip üç saatte bir kıyafet değiştirmeleri sağlanarak, yıkım başladığında ve yıkımdan sonra asbest ölçümü yapılıp İşkur’a bildirilerek çalışılması gerekiyor. Asbest olan binaların oranlarından da bahsettim. Üç binadan ikisinde asbest olan alanda binanın kendisi görünmeyecek şekilde bir perdeleme yapmak, karantina ortamı yaratmak, ona göre negatif basınç ve oksijen kullanmak gerekiyor. Asbestin bulaştığı her şey tonlarca atık hâline geliyor. Yani bulaştığı bir şeyi yıkayıp kullanmak veya ayırıp atmak mümkün değil. Asbestin bulaştığı bütün molozlar ve hafriyat asbestli atık haline geliyor. Bu lifin ciğere girdiği zaman mutlak kanserojen olduğunu biliyoruz.
Haklarımız, sorumluluklarımız ve örgütlü mücadeleye dair ilk adımlar
Haklarımızdan da bahsedelim. 1 Temmuz 2022’de çıkan bina yıkım yönetmeliğine göre Türkiye'de yıkımı yapılacak herhangi bir binanın önce asbest envanterinin gösterilmesi gerekiyor. Beyoğlu Belediyesi'nin apar topar, bu belgeyi almadan yıkım yaptığını biliyoruz. Yapılmayabilirdi. Burada mücadele alanı kurulmayı bekliyor. 1 Temmuz 2022 çok daha fazla güç verdi bize. O yüzden yanınızda bir bina yıkıldığında, özellikle 2000’e kadar yapılmış bir binaysa, mesela endüstri binası, fabrika, büyük bir kamu binası, cezaevi, havagazı fabrikası, vergi daireleri, bu dönemden kalan okullar, spor salonları, bunlarla ilgili şüpheniz haklı bir şüphedir. Öncelikle yapmanız gereken ilçe belediyesinin asbest raporunu istemek. Verilmiyorsa, erteleniyorsa olmadığı söylenerek devlette bir kayıt bırakmak önemli. Bu kaydı devlete düşürmek ve bunu mümkün olduğu kadar çok insanın yapması önemli. Ancak örgütlü bir mücadele kalıcı bir dönüşüm yaratabilir ama şu aşamada bunların birikmesi bile önemli diye düşünüyorum. İlçe belediyesi asbest raporu ibraz edemiyorsa çalışma bakanlığı, ALO 170 aranabilir. İkincisi, çevre şehircilik bakanlığının ALO 181’ine iz bırakmak. Üçüncüsü de bizim başka türlü şikayetlerle duyduğumuz CİMER’i aramak. Bu haklarımızı kullanmak, hatta daha güzeli mahallede aynı meseleden mağdur komşularla, mahallelilerle beraber seri olarak bunları yapmak. Bilgi edinme hakkına dayanarak ilçe belediyesi, büyükşehir belediyesine ulaşmak. Cezai yetkileri ve aynı zamanda pozitif eylem yükümlülükleri var. Bunları gerçekleştirmezlerse ileride asbeste maruziyetten dolayı kansere yakalanmamız halinde geriye dönük dava açma hakkımız var hepimizin. Çünkü bunlarla ilgili sağlık bakanlığının, çevre şehircilik bakanlığının, çalışma bakanlığının, ilçe belediyesinin ve büyükşehir belediyesinin farklı yükümlülükleri var. Demek ki devlet pozitif eylem yükümlülüğünü yerine getirmiyor diye bu davalar açılmaya başlanacak yakında. Kentsel dönüşüm üzerinden asbeste maruz kalanlar kanser olduğunda bunları da hatırlatalım. Bunu mahalleliler, komşularla örgütlü olarak da yapabiliriz. Özellikle daha kitlesel yıkımlar oluyorsa bununla ilgili birlikler çok önemli olacaktır.
Senin bir de Buca Cezaevi deneyimin var. Bir yandan da bu konuda bir şey yapabilecek olan barolar, tabipler birliği, çevre mühendisleri odaları gibi kurumları mobilize etmek gerekiyor. Yani bu işin bilgisini üreten halk sağlığı uzmanları derneği, kurumlar var esasında. İşçilerin maruz kalması üzerinden yıkımla, inşaatla ilgili sendikalar da olabilir. Bize Buca Cezaevi deneyiminden bahsedebilir misin biraz?
ÇY: Buca Cezaevi yıkımından önce İzmir Barosu ile görüştük, toplantılar yaptık. Baro hakikaten çok ilgilendi. Üzerine de Buca Cezaevi yıkımı başladı. Türkiye'de ilk kez bir baro suç duyurusunda bulundu. Buca Cezaevi'nin yıkımı korkunçtu hatırlarsanız.
AO: Hangi kuruma dair suç duyurusu oldu?
ÇY: Adalet Bakanlığı’na aitti Buca Cezaevi. Buca Belediyesi yıkımın başladığını duyurdu Twitter’da, yıkımın videosu da çekilmişti. Ama herhangi bir önlem alınmamış. Asbest söküm uzmanının giydiği bir kıyafet vardır. Pandemide nasıl sağlık çalışanları tek kullanımlık kıyafet giyiyorsa asbest söküm uzmanının da bu kıyafetlerden giymesi gerekiyor ve ben İzmir'de herhangi bir bina yıkımında böyle bir şeye rastlamadım. Rastlamayı umuyorum. Bu siyasetle değil, tabandan, halk farkındalığıyla, insanların sorgulamasıyla gerçekleşecek. O yüzden asbesti sadece bir gemi üzerinden değil, pek çok alanda soluduğumuzu herkese duyurmamız gerekiyor. Örgütlenmek ancak bu şekilde olacak.
AO: Çok haklısın. Türkiye'de yalnızca mezotelyoma yok. Talk pudraları dediğimiz, çocukların pişiklerinde kullanılan ve hâlen Türkiye'de satılan pudralar da yumurtalık kanserine yol açabiliyor. Bununla ilgili dava açıldı, kazanıldı. Yani başka kanser türleri de var. Yalnızca mezotelyoma değil. Hacettepe Üniversitesi ve sağlık bakanlığı tıpçıları tarafından kurulan Mezotelyoma Çalışma Grubu’nun, altı sene içinde sayıları altı bini bulan katılımcılarından üçte ikisinin maruziyetinin doğdukları yerle ilgili olduğunu buluyorlar, üçte birinin menşei ise tespit edilemiyor. Hayatlarının herhangi bir alanında, çevresel olarak bu lifin çıktığı bir yerde değiller. Demek ki temas mesleki olabilir. Asbest, yıkımlarla Türkiye'ye saçıldığı için bu oran artacak. Altı senede altı bin kişiyle yapılmış çalışma, yani bütünü kapsayan bir çalışma da değil.
Biraz önce asbestin teşhis zorluklarından bahsettik. Akciğer zarı kanseri ya da akciğer kanseri olarak geçebiliyor kayıtlara. Bu boyutu da dinleyicilere hatırlatmak istiyorum. Senin yazdıklarına ulaşabilmeleri, İzmir’de asbest güncelini okuyabilmeleri için Türkiye Asbest Mağdurları Grubu’nun Twitter hesabını da aktaracağım. (@tamg2021) Nasıl destek sağlanabilir? Dava süreçleriyle ilgili ne yapılabilir? Kampanyalar çok önemli. Kazanımı tetikleyecek, bizi güçlendirecektir. Dünyada asbest mağdurları neler yapıyor biraz bundan bahsedebilir miyiz?
Bugünün çocukları yarının mezotelyoma hastaları
ÇY: Bu süreçte yalnız kalınca dünyadaki örneklerini araştırdım. Dünyada asbest kurbanlarının yakınlarının örgütlendiğini ve çok başarılı sonuçlara ulaştıklarını gördüm. “Türkiye'de bu neden olmasın?” dedim. Çünkü hastalar da yakınları da ne yapacaklarını bilmiyorlar. Oysa dava açabilirler. Bunu duyurabilmek gerekiyor. Bunun için de meslek odalarının ve sivil toplum kuruluşlarının desteği gerekiyor. İnsanlar yakınlarını yakınlarını kaybediyorlar, “kader” diyorlar ve kenara çekiliyorlar. Kentsel dönüşümle birlikte milyonlarca bina yıkılacak, milyonlarca insan asbest solumaya başladı. Bugünkü çocuklar maalesef yirmi, yirmi beş yaşında mezotelyoma hastası olabilir. Herkesin haklarını bilmesi gerekiyor. Bunun için de uzman desteği gerçekten çok önemli. Bizlerin yalnız bırakılmaması çok önemli. Ben onlarca hasta yakınıyla görüştüm. Herkes çaresiz.
AO: Dünyada yaklaşık on iki tane asbest mağdurları örgütlenmesi var. Amerika'daki Asbest Mağdurları Derneği’nden bahsettik. Bunların bilgilerini paylaşacağım. Fransa'da bir halk, işçi hareketiyle asbestin yasaklanması sürecinde oluşmuş Asbestin Yasaklanması Ağı, yani Ban Asbestos var. Clermont-Ferrand'daki kadın işçiler ile Jussieu Üniversitesi'ndeki toksikologlar tarafından müthiş bir uzmanlık, saha, mücadele bilgisi birleşimi var burada. İtalya'da çok büyük eternit fabrikaları var. Casale tamamen ortadan kaldırılmış bir kasaba. İşçi ve yakınlarının İtalya’da açtığı dava eternit diye bildiğimiz bu asbestli çatıları üreten firmanın baş hissedarlarının on altı yıl hapis cezasına çarptırılması ile sonuçlandı. Ve bu ceza, para cezasına çevirilemiyor. Asbest davaları, kurbanların açtığı tazminat davaslarının kamusal sürecinin gözüktüğü en önemli davalardır. İtalya'da kurulan bir asbest örgütü var. Brezilya Asbest Mağdurları Derneği (ABREVA) bizim yine bu Aliağa konusunda pek çok bilgiyi aldığımız örgüt. Brezilya 2017’ye kadar asbest üretmeye devam etti. Arjantin'deki ve Endonezya'daki durumdan bahsetmek gerekiyor. Avustralya da örgütlenmiş durumda. Bunların hepsin üst örgütlenmesi olan, dünyada yasaklanması ve yasaklı ülkelerde kurbanların bir araya gelip faillerin ortaya çıkarılması, cezalara götüren davaların açılmasını koordine eden bir sekreter var Londra'da. Bugün dünyanın bir numaralı üreticisi Rusya, tüketicisi ise Çin. Türkiye'ye ithal edildiğini de biliyoruz. Esasında tüm ülkede kurulacak koskoca bir mücadele alanı var.
ÇY: Ben bu davada ilk olmak istiyorum. Ama bunun için de sivil toplum desteği gerekiyor. Şu anda boşaltılmayan yüzlerce köy var. Maruziyet devam ediyor. Geçen yıl Amerika'da 26 Eylül Mezotelyoma Farkındalık Günü’nde halk koşusu yapılmıştı. Benim de hayalim Avrasya Maratonu'na asbest farkındalığına dair böyle bir katılım sağlamak. Türkiye’de asbeste karşı koşacağız.
"Yas ve mücadele hep yan yana"
AO: 26 Eylül Mezotelyoma Farkındalık Günü’nü not edelim. 28 Nisan da İş Cinayetlerinde Hayatını Kaybedenleri Anma ve Yas Günü. Mücadelenin altını örerken bizim de kendimize mücadele milatları koymamız ve mücadele araçları bulmamız çok önemli. Çok basit bir bilgiyi akışın kesildiği noktada kitlelere uzmanlık dilinden arındırarak ulaştırmak önemli. Dergilerde yazılan makaleler, kayıplar devam ederken, o formatta yeterli olmuyorlar. Bu köprüyü kuracak kurumlar var. Odalarımız var; tarım odası, gerek çevre mühendisleri odası, dünya mühendisleri odaları, barolar var. Bunların hepsi kamu yararına kurulmuş, anayasal güvencesi olan kurumlar. Bütün bu kurumlara ekstra mesai yükleyerek değil, onları güçlendirerek örgütlenme tabanını geliştireceğiz. Çünkü en önemli örgütlenme sevdiklerimiz üzerinden gerçekleşiyor. Kayıplarımız bizi biz yapıyor. Onları biricik kılıyor. Bu deneyimler kurumsal temsiliyetten, bir ideolojik inançtan çok daha önemi. Senin burada, “Ben babamı kaybettim, kimsenin bunu yaşamasını istemiyorum, çocuklarımızı kaybetmek istemiyoruz.” demen çok önemli. 28 Nisan'ın şiarıdır bu. “Kalanlar için mücadele et ve gidenlerin yasını tut.” Yas ve mücadele hep yan yana.
İki davayı hatırlatalım. Çevresel maruziyetler ve yıkımlarla ilgili henüz davalar yok. Kamusal eylem yükümlülüğü veya şirketlerin dahilinde gerçekleşen süreçler varsa, onların sorumlulukları üzerinden bu davalar açılabilir. Bunlar yurtdışında büyük avukatlık şirketlerinin kamusal kaynaklar ayırmasıyla yapılıyor. Tek başına yüklenmiyor mağdurlara. Kazanılan tazminatlar kamusal fonda birikiyor. Bununla ilgili çalışan sendikalara destek veriyorlar. Tazminat odaklı avukatlık alanı oluşmadan, mücadelenin parçası olan kamusal finansman alanlarının kurulması gerekiyor. Mesleki maruziyetle ilgili ilk emsal davalarımız çıktı. 2017’de bir Türk subayı, Amerika'dan satın alınmış bir askeri gemide asbeste maruziyetini kanıtlıyor. Amerikalı şirketten tazminat alıyor. Gemi insanının, gemi adamının, donanmacının mesleki maruziyet tanısını alması anlamına geliyor bu. 2022'de Camialtı Tersanesi'nde çalışan işçilerin bedeninde rastlanan asbest Zafer Genç tarafından kanıtlanıyor. Onun mücadelesini devam ettiren ailesine de bir selam yollayalım.
2009’da bir kaynakçı vapurda sürekli asbeste maruz kalmış, hastalığı ortaya çıkıyor. 2022’de hala ailesi mücadeleye devam ediyor. Bu davaların mücadelede çok ciddi yeri olduğunu ve yeni nesilleri koruma, bir şeyleri değiştirme, güçlendirme potansiyeli olduğunu hatırlatalım.
AO: Çok çok teşekkür ederim Çiğdem. Senin bireysel yasını yaşam ve adalet mücadelesine çevirmen çok kıymetli. Bu programı sevgili Erol Yıldız'a ithaf edelim istiyorum. Ruhu şad olsun. Bir başka programda görüşmek üzere. Dinlediğiniz için teşekkürler.