Güney’in Sesi’nin 10 Ekim 2020 tarihli nüshasında Karaca Yiğit Pehlivanlı, Seu Jorge’nin müzik ve sinema kariyerine dair Can Öktemer’le konuştu.
Güney’in Sesi’nde her zaman ikinci yarıyı belirli bir sanatçı, albüm veya tema çerçevesindeki seslere ayırdık. Afrika’ya uzanan kadim köklere sahip harman seslerin; bir başka deyişle, tarih boyunca neşeyi, hüznü, acıyı ve direnişi yaşam coşkusuyla harman etmesini bilmiş Güneyli seslerin peşinden giderken, bu sefer neredeyse programın tamamını kapsayacak şekilde Brezilya’ya kulak vermemize sebep ise müzisyen kimliğinin yanı sıra oyunculuğuyla da akıllara kazınan Seu Jorge’ydi.
Sanatçının şarkılarına geçmeden önce; kendisini ilk kez gördüğüm ve sonrasında müzisyen kimliğinden haberdar olduğum Cidade de Deus (Tanrıkent) filminin, 50’lerden 70’lere Brezilya müziğindeki ana hatları yansıtan birbirinden güzel müziklerinden birkaç örnekle başladık programa. Rio de Janeiro favelalarındaki toplumsal gerçekliği, gerçek bir hikâyeden hareketle çarpıcı bir şekilde anlatan bu film, programda hatırlattığımız tek yapım değildi.
Tanrıkent’te Galinha rolüyle karşımıza çıkan Seu Jorge, bu filmden kısa bir süre sonra bu sefer müzisyen kimliğini de ön plana çıkaran Pele dos Santos rolünü, Wes Anderson imzalı The Life Aquatic with Steve Zissou filminde canlandırmıştı. Can da kendisiyle bu filmde tanışıp, özellikle filmdeki David Bowie şarkılarının Portekizce ve akustik yeniden yorumlarının etkisiyle o gün bugündür sanatçının yeni müzikal adımlarını takipte olduğunu söyleyince, Jorge şarkılarını dinlemenin ötesine geçip müzik ve sinema arasında bağ kuracak bu sohbette karar kıldık.
Ekim ayının ikinci Güney’in Sesi’nde dinleyicilerle buluşan bu sohbetten bazı bölümleri bu yazıda aktarıyoruz. Keyifle okumanız dileğiyle…
Aslında bu konuya sebep de oldun bir yandan Can. Uzun zamandır seninle konuşuyorduk; Seu Jorge’yi ilk defa izlediğin sinema filminden hareketle onun müzikal yolculuğuna merakla yaklaştığından bahsediyordun. Jorge’yi müzik ve sinema bağlamında ele almanın güzel olabileceğinden bahsediyorduk uzun zamandır. İstersen o ana kaynaktan, The Life Aquatic filmiyle başlayalım.
Filmi ilk defa 2004 yılında VCD’den izlemiştim ve film aynı zamanda Wes Anderson’la tanışmama da sebep olmuştu bu. Çok retro ve seksenler kokan bir yapım. Zaten Jacques-Yves Cousteau’nun hayatının parodisi gibi bir yandan. Orada tek gitarla, bir takım tanıdık melodileri Portekizce söyleyen bir rolde Seu Jorge’yi gördüm. Melodiler çok tanıdık diye düşünüyordum ki buldum; David Bowie parçalarını tek gitarla söylüyormuş. Orijinalleri daha rock, distortion’lıdır. Onu böyle yorumlanmış görünce, insan peşine düşüyor ister istemez.
Sonra belli aralıklarla çıkan albümlerini, Roll dergisi gibi mecraların da katkısıyla takip etmeye çalıştım. Bugüne dek belli aralıklar canım sıkıldığında dönerim. The Life Aquatic Sessions isminde David Bowie özel albümü de var; orada tümüyle Bowie coverları dinlenebiliyor. Akdeniz havasıyla Bowie’nin buluşması gibi geliyor kulağa; hiç dinlememişler için şöyle söyleyeyim Müslüm Gürses’in Garbage veya Björk’ten şarkılar söylemesi gibi oluyor. Ama daha Akdeniz esintili ve funky.
Brezilya müziğinde Portekiz’den müzikal etkilerin de olması Akdeniz etkisinin boşa hissedilmediğini düşündürtüyor. Ama sanki Jorge’nin filmdeki şarkıları yorumlama tarzının tek gitarla olması, “Akdeniz akşamları”nda söylenen David Bowie şarkılarını dinleme hissine fazladan katkı sunuyor. Peki, Jorge’nin filmdeki konumuna dair detaylar versen?
Film Jacques-Yves Cousteau’nun hayatına benzer bir hikâyeyi anlatıyor demiştim; Steve Zissou ve ekibi, sudaki hayat üzerine kayıtlar yapıyor. Ekibin içerisinde birçok kişi var. Seu Jorge ise Pele dos Santos adlı genç bir mürettebat rolünde ve film içerisinde sürekli gitar çalarken görüyoruz onu. Antik Yunan’da hikâyenin akışını belirleyen bazı müzikler olur, burada da gitarla bir şeyler çalınca hikayeyle ilgili bir değişim olacağı hissine kapılıyorsunuz. Aslında kilit rolde; yani çok fazla diyalog içerisinde değil ama filmin akışını değiştirebiliyor.
Brezilya müziğinde okyanusun önemini ve birçok şarkı sözünde ona seslenildiğini düşününce, filmin okyanusla iç içe hikayesi Seu Jorge’yle ayrıca örtüşüyor. Jorge de Brezilya müziği açısından oldukça önemli bir isim. Biraz da filmlerden kopup müzisyenin solo albümlerinin geneline bakınca neler dersin? Genel olarak sende bıraktığı etki nedir?
Solo albümlerini dinleyince ister istemez Stevie Wonder etkileri yakalanıyor, özellikle funky düzenlemelerle beraber. O tip etkileşimler Brezilya otantik havasını kırarken, Jorge’nin çalışmalarını enternasyonel popüler müziğe dönüştürmüş oluyor. Tek gitarla imza attığı şarkılarda tabi songwriter ekolünün etkisi de hissediliyor; Leonard Cohen ve Bob Dylan gibi isimlere de selam çakmış oluyor. Ama solo albümleri genel olarak daha ritimli, samba’dan bossa nova’ya, oradan funk, rock ve soul’a varana kadar çok çeşitli akımları kapsıyor. Soundtrack çalışmalarının da çok eskilere dayandığını unutmayalım.
Yeni başlayanlar için özet olarak Stevie Wonder – Portekizce, David Bowie – Portekizce diyebiliriz
Aslında Caetano Veloso gibi isimlerle başlayan Musica Popular Brasileira (MPB) çizgisi 60’lardan bugünlere kadar uzanıyor. Seu Jorge de bu çizginin sürdürücüsü gibi aslında; eskilerde de soul, funk, rock müziği gelenekselle birleştiren bir anlayıştı bu. Jorge’nin müzik alanındaki çalışmalarının ivmelenmesinde acıklı bir hikâyenin de etkisi var sanırım. Onu senden dinleyebilir miyiz?
1990’ların başında zaten Brezilya askeri ordusunda kornet çalıyor kendisi. O yıllarda Rio de Janeiro’da küçük kardeşi polis tarafından öldürülüyor. Cenazede bir müzisyenle, Gabriel Moura’yla tanışıyor. Onun orkestrasına girerek yaşamının tümünü hem tiyatro hem müzik alanındaki çalışmalara adamaya başlıyor.
Tanrıkent filmindeki başarılı oyunculuğu sanırım bu gerçeklikle de ilgili. Orada da Rio de Janeiro favelalarında şiddetin hâkim olduğu toplumsal yaşamı güçlü bir gerçeklikle izliyorduk. Peki, The Life Aquatic filminde önemli bir yer tutan David Bowie coverlarıyla ilgili söyleyeceğin başka şeyler var mı?
İki sanatçı tanışıyorlar aslında. Bowie, coverları dinleyince çok mutlu olmuş ve onların sadece Portekizce yazılmış coverlar değil, şarkıların içinde gizli kalmış birtakım güzellikleri ortaya çıkaran işler olduğunu söylemiş. Gerçekten de öyle; şarkı yaratıcısı bazen o şarkıdaki potansiyeli tam olarak icra edemeyebiliyor, bunun için bir başkası lazım. Mesela Bülent Ortaçgil’in “Çığlık Çığlığa” şarkısı çok güzeldir, ama potansiyelini Birsen Tezer ortaya çıkarmıştır. Burada da özellikle “Rebel Rebel”, “Life on Mars” gibi bazı şarkılarda bunu görüyoruz. Bowie coverları, “rock sound’u gitarla minimal şekilde nasıl yorumlanır” giriş dersi gibi.
İzlemeyenlere, bahsettiğimiz iki filmi önermiş olalım. Aslında sinema ile müziği harmanladık seninle, bu boşa değil. Bu alanlarla birlikte edebiyatı da kapsan yazılar yazıyorsun; hem eskilerden hem güncelden konular üzerine. Bütün bu yazıları nerelerden takip edebiliriz?
Edebiyathaber.com başta olmak üzere, Gazete Duvar, Sekans Sinema Kültürü Dergisi, azbilmisozneler.com… Ayrıca Agos’dan da eski yazılara ulaşılabilir.
Sanatın gücünü her alandan bize yansıtıyorsun. Özellikle bugünlerde müzik, iyileştirici gücü ve kolay ulaşılabilirliği açısından belki de hepimiz için daha çok öne çıkıyor. O zaman sağlıklı güzel günlerde, güzel müziklerle buluşmak üzere…