"Yaşadığımız sorunlara içinde bulunduğumuz otokratik rejimle bağlantılı bakmamız gerekiyor"

Ekonomi Politik
-
Aa
+
a
a
a

Ekomomi Politik'te Ali Bilge, RTÜK'ün Açık Radyo'ya verdiği lisans kapatma kararına ilişkin olarak RTÜK'ün tarihçesini, işlevini masaya yatırıyor.

""
Ekonomi Politik: 08 Temmuz 2024
 

Ekonomi Politik: 08 Temmuz 2024

podcast servisi: iTunes / RSS

Ömer Madra: Günaydın Ali Bey, merhabalar!

Ali Bilge: Merhaba Ömer Bey, merhaba Özdeş!

Özdeş Özbay: Günaydın!

A.B.: Günaydın, hoş geldin!

Ö.Ö.: Hoş bulduk, teşekkürler.

Ö.M.: Bugün gene çok son derece yoğun bir program var önümüzde, hem dünyada, hem de Türkiye’de konuşulan sorunların haddi hesabı yok. Açık Radyo ile ilgili cezalandırma meselesi çok ayrıntılı olarak ele alınıyor. Kampanyalar yapılıyor, gerçekleştiriliyor, ‘Açık Radyo susturulamaz!’ diye iki ayrı kampanyadan bahsetmek mümkün. Listeleri de daha sonra okuma fırsatı bulacağız, en azından bir kısmına değinme fırsatı bulacağız. Öte yandan büyük bir desteğin devam ettiğini söyleyebiliriz, hem buraya gelenler, hem de mesajlarını iletenlerden; çok güzel mektuplar da yayınlanıyor, bir kısmını okumaya çalışıyoruz. Kesintisiz, adeta özel bir Açık Radyo’nun son durumları hakkında dinleyicileri de bilgilendirmek açısından programlar yapmaya devam ediyoruz - konu RTÜK’ün Açık Radyo’yu cezalandırması. Bugün ne konuşalım?

A.B.: RTÜK madem bizi cezalandırıyor, RTÜK nasıl bir kurum? Nereden geldi, nereye gidiyor? RTÜK’ü konuşalım. Aynı zamanda RTÜK’ün hayatımıza girişinin 30. yılı.

Ö.M.: Yıl dönümünde uygun olur, evet.



A.B.: RTÜK’ü gündeme getirmeyi düşünüyordum bugün, RTÜK ile yaşanan bir sorun var, kendi durumumuzdan hareket ile RTÜK’ü konuşalım.

Türkiye’nin devlet yapısında yer alan tüm bu kurullar hayatımıza neden ve nasıl girdi ve nasıl şekillendiler? Ne hallere dönüştüler? Bu sorulara cevap aramaya çalışalım. Birlikte 2003’te düzenli yayına başladığımız yıllarda ve sonrasında bağımsız düzenleyici kurullar, kurumlar adı altındaki yapılara ilişkin radyoda epey yayın yaptık.

Konuyu biraz tarihsel çerçeve içerisinden ele alarak kendi konumuza da getirelim. Türkiye’de televizyon yayıncılığı çok geç, 60’ların sonunda başladı ama radyo yayıncılığı 1927’de devreye girdi. 1926 yılında bir telsiz telefon şirketi kuruluyor. Şirket, İçişleri Bakanlığı ile bir sözleşme yapıyor ve telsiz işleri başlıyor, bu şirket üzerinden 1936’ya kadar bu işler yürütülüyor. 1936 yılında PTT’ye, posta idaresine yetki veriliyor ve bu alan devlet tekeline giriyor. 1961 - 1982 Anayasalarında yine devlet tekeli olarak yer alıyor. Ancak 1980’li yıllarda teknolojinin de gelişmesiyle birlikte önce telsiz kanununda bazı değişiklikler oldu, evlerden bile telsiz yayınları yapılmaya başlandı.

Sonraki yıllarda devlet tekeli zorlanmaya başladı. Çünkü teknoloji ilerlemişti, teknoloji yayıncılıkta, bilhassa da radyo ve televizyonculukta devlet tekelini zorluyordu. Uydu teknolojilerinin, çanak antenlerin gelişmesiyle devlet tekeli delinmeye başladı. Çünkü yayınlar yurt dışından rahatlıkla alınabiliyordu. 1989 - 90’da yasayı delerek ilk özel televizyon olan Star kuruldu. Uzan grubuyla dönemin Başbakanı sonra Cumhurbaşkanı Turgut Özal’ın oğlu tarafından ortaklaşa kuruldu.

Bunlar uzun süre dışarıdan yayınlar yaptı, diğer radyo ve televizyonlarda devreye girmeye başladı, Türkiye’den izlenebilir dinlenebilir oldu. Sonuçta teknoloji TRT’nin yayın tekelini, devlet tekelini yıktı. Yasasız bir şekilde bir süre devam etti sonra düzenleme yapıldı. 1994 yılında Türkiye’de RTÜK ve ilgili mevzuat oluşturuldu. Tabii önce Anayasa değişikliği yapıldı. Anayasa’da - 133. madde – devlet tekeli devam ediyordu, önce bu madde değiştirildi. RTÜK kuruldu ama kurulma aşamasında da çatısı, temeli atılırken hep problemliydi, nitekim daha sonra RTÜK yasası 20 kez değişikliğe uğradı. 2011 yılında eski kanun kaldırıldı ve yeni kanunla genişletildi, kapsamlı bir değişikliğe uğradı. Tabii teknolojinin gelişmesi de yasanın değişmesine yol açıyordu.

70’lerin sonu, bilhassa 1980’lerde Türkiye ve dünyada da neo-liberal gelişim yaşanmaya başlandı. Devletlerin ekonomiden çıkması gerektiğini savunan neo-liberal görüş hakim olmaya başlayınca ki bu görüşe göre sorunun kaynağı devletin ekonomide olmasıydı, sorun devlete indirgendi. Dolayısıyla devlet ekonomik faaliyetten çıkmalıydı, tüm sektörler serbestleşmeliydi. Aşırı serbestleşme uygulamaları devreye girmeye başladı.



Ardından şu sorun gündeme geldi. Peki, devletin yer aldığı sektörleri ve kurumları özeleştirdiğimizde, bu sektörlere ilişkin düzenleme ve denetimi kim yapacak? Geleneksel bürokrasi ve siyasetin yetki ve denetimini de yer alan bu kurumların yerine ne koyacaksınız?

Bu kurumları neden devletin ve geleneksel bürokrasinin içinden, faaliyetinden ve denetiminden de çıkarmamız gerekiyordu? Serbestleşmeyi savunanlara göre, devletin iktisadi varlıklarını siyasi etkilerden arındırmamız gerekiyordu. Bunları siyasetçi ve bürokrasinin alması gerekiyordu. Siyasetçi, kendi partisine ve çıkarına göre bunları yönetiyor, devletin imkanları tahsisler - kotalar siyasi olarak veriliyordu. Devletin ekonomide olması en büyük günahtı. Bu sitemi terk edelim. Peki yerine ne koyalım?

Radyo ve televizyon sektörü dahil, enerji, telekomünikasyon, içki, şeker, bankacılık gibi alanlarda özelleştirmeler, serbestleşmeler yapılsın ancak serbestleşme sonrasını klasik bürokrasi ile yapmayalım. Nasıl yapalım? Yeni kurullar oluşturalım, kurullar atayalım, Örneğin; Bankacılık ve Denetleme Kurulu olsun, öncesinde bunun işlerini Merkez Bankası ve Hazine yapardı. Gelişmiş kapitalist ülkelerde böyleydi. Türkiye’de bağımsız idari kurullar ve denetleyici ve düzenleyici kurumlar adı altında kurular dönemi başladı.

Tabi bizim kurullar, Türkiye tipi kurullar oldu. Serbestleşme gerekçelerinden biri de şuydu; bağımsız, tarafsız düzenleyici ve denetleyici kurullar ile sektörler rekabetçi bir şekilde çalışır, fiyat mekanizması çok iyi oluşur, bu kurumlar sağlam olduğu zaman demokrasi de daha sağlam olur. 2008 krizinde bu kurulların ABD’de nasıl çöktüğünü de gördük, o da ayrı bir konu.



Türkiye tipi kurullaşmaya dönelim; bu süreci yakından takip etmeye çalışan biriyim, gelişmelere isimler takmaya başladım, bunlara ‘kurulokratik’ düzen, ‘kurulokrasi’ demeye başladım. Ayrıca bir karmaşa da yaşanmaya başlandı. Özellikle karar alma süreçlerinde, mesela Enerji Bakanlığı var, Enerji Kurulu var - Ulaştırma Bakanlığı var, Telekomünikasyon Kurulu var. Ancak kısa sürede bürokrasi de, siyaset de bunu sevdi çünkü yeni bir arpalık çıktı, eskiden KİT’ler arpalıktı, şimdi kurullar arpalık olmaya başladı.

Serbestleşme ve kurullaşma için önemli bir neden de Avrupa Birliği süreci oldu. Avrupa Birlği standartlarında sektörel düzenlemeler olması gerekiyordu. Radyo - televizyon gibi alanlarda, uluslararası sözleşmeler çerçevesinde bağımsız kurullar bu sektörleri yönetecekti. Türkiye’de demokrasi ve kapitalizmi daha şeffaf, aydınlık, sarih bir şekilde yürüyecekti, bu şekilde verimliliği ve refahı arttıracaktık!! Kurulokratik düzen, kabaca böyle gelişti. Tüm bu dönemlerde 30 yıl boyunca yayınladığımız dergide pek çok yayın yaptık, toplantılar, paneller, vs. düzenledik.

Hayatımıza giren bu kurullar ve yapılar, başından itibaren melez yapılar ola geldi, adları bağımsız ama bağımsızlık hak getire. Mesela, RTÜK bağımsız değil, parlamentodan, siyasi partilerin vekil sayılarına göre adaylar belirlenip seçiliyor. Anayasa Mahkemesi’nin de, Danıştay’ın da geçmişte kararları var, bu yapılar kamu idaresinin bir uzantısı olarak değerlendiriliyor yani bağımsızlık diye bir durum başından beri söz konusu değil. Ayrıca, bunlara yaptırım yetkisi de veriliyor. Biliyorsunuz, ceza vermek ve yaptırımda bulunmak aslında yargının işidir. İdari yaptırım yetkisinin verilmesi ile bir ayrıcalık tanınıyor ve yargının işlevini kurula yüklüyor.



Geliyoruz 2002’ye; Türkiye’de geleneksel siyaset, merkez siyaset çökmüş, AKP diye ‘milli gömleği değiştirdim, yeniyim, her yere liberal bakarım, demokratikleşme, Avrupa Birliği’ diyen bir parti iktidara geliyor. Ama ona geçmeden önce şuna da değineyim:

RTÜK, 1994’de kuruldu, 2000’lere geldiğimizde de büyük problemler var. RTÜK problemlerini bugünkü gibi olmasa da yaşıyoruz. Ömer Madra’ya hatırlatacağım şimdi, dergi olarak Aralık 2002’de, AKP iktidarı daha güvenoyu almamıştı galiba ya da almak üzereydi, ‘Krizin medyası, medyanın krizi, medya nereye?’ konulu İstanbul’da bir panel düzenlemiştik. Açık Radyo’da yayın yapmıyordum o sırada, Ömer Madra’yı da davet etmiştim, başka arkadaşlar da vardı; Umur Talu, Mustafa Sönmez, Şahin Alpay, Ali Bayramoğlu gibi... Konuşmaları da daha sonra yayınlamıştık. Orada konumuz ne biliyor musunuz Ömer Bey? Siz de, diğer arkadaşlar da gündeme getiriyor, konumuz RTÜK…

Ö.M.:İktisat, İşletme ve Finans Dergisi’nden bahsediyorsunuz?

A.B.: Evet. bağımsız idari otoriteler, denetleyici, düzenleyici kurumlar hususunda çok yayın yapmıştık geçmişte, elbette başka kurumlar da yaptı. RTÜK’ün kuruluştan gelen hatalarından ve ölçüsüz yaptırımlardan söz ediyoruz o toplantıda.

2002 Kasım seçimleri ile AKP iktidarı başlıyor, yeni bir siyasi dönem başlıyor. Türkiye askeri vesayetten çıkacak, ileri demokrasiye geçecek, Avrupa Birliği sürecine giriyoruz, Avrupa Birliği katarına katılıyoruz, sektörlerimiz/vagonlarımız Avrupa Birliği uyum sürecine dahil olacak. O dönem bürokrasiyi geziyorum, bakıyorum bürokratın, genel müdürün, müsteşarın masasında iki ajanda var; biri normal işler ajandası, diğeri Avrupa Birlği işleri ajandası. Herkes böyle - yargı da aynı şekilde - böyle işleyen bir süreç var. Kurulların bir kısmında Danıştay, Yargıtay gibi yerlerden Rekabet Kurulu’nda olduğu gibi hukuki kurumlardan gelen temsilciler vardı.

Ama RTÜK’te böyle bir durum yok. RTÜK yasasındaki kapsamlı değişiklik, dönemin ana muhalefeti ile iktidar arasındaki bir pazarlıkla yapıldığını hatırlıyorum.

2010 Anayasa değişikliklerinden sonra AKP iktidarı çok güçlendi, seçimleri ve referandumları açık ara kazandı, 2011’de yargıda ve idarede yapılan yeni düzenlemeler sonrasında Kürt sorunu çözüm sürecinin ve Avrupa Birliği sürecinin terk edilmesi ile birlikte olumsuz aşamalarla Türkiye, az demokrasiden, sınırlı demokrasiden, genişlemeye muhtaç demokrasisinden ‘hiç demokrasiye’ geçmeye başladı.

2014’de partili cumhurbaşkanlığını, iktidarı oluşturan iki dini yapının menfaat çatışmalarından doğan meydan savaşlarını, darbe girişimini, sonrasında ilan edilen olağanüstü hali, 2017 Anayasa değişikliğini, 2018’de tam teşekküllü Cumhurbaşkanlığı hükûmet sistemine geçişi yaşadık, artık yeni bir rejim oluştu. Buna ‘cumhurbaşkanlığı hükûmet sistemi’ deniliyor ama buna seçimli otokrasi de deniyor, bugün otokratik bir rejim içindeyiz. Otokratik rejim de, başbakanlık müessesesi de kaldırıldı, tek adama göre yeni bir yapılanma oldu ki bu amorf da bir yapılanma oldu. Kurumlar ve kurullar da yeni rejime göre şekillendi. Bilhassa da RTÜK.

Türkiye’de şöyle bir durum var; eskiden başbakanlık müessesesi ve ona göre şekillenen geleneksel bir bürokrasi vardı, bir de 90’lardan itibaren yeni oluşan kurulokrasi dediğim, kurulokratik düzen vardı. Bunlar zaman zaman çatıştılar, dediğim gibi, bu düzen çok melez, karmaşık bir şeydi, zaman zaman reforme ediliyordu, bu iki yapı halen var iken bunların üstüne cumhurbaşkanlığı hükûmet sistemi geldi, oturdu. Bunların en ufak bir bağımsızlık kırıntısı bile kalmadı. Büyük güç, Cumhurbaşkanı ve saray bürokrasisi oldu.

Kurullar ve bürokrasi, sarayın emrine girdi. Yeni kurullar da bu arada oluşturuldu; uzay kurulu/ajansı bile var, sayısını bilmiyorum doğrusu, artık şaşırmış durumdayım. Şunu belirteyim; RTÜK dahilkurullarla yaşadığımız sorunlara içinde bulunduğumuz otokratik rejimle bağlantılı bakmamız gerekiyor.

Türkiye’de radyo ve televizyon gelişimi çok vahşi gerçekleşti, 2002’nin Aralık’ında yaptığımız toplantıda da vahşi medyalaşma meselesinden ayrıntılı bahsediyoruz. Vahşi medyanın o dönemdeki RTÜK yasasına bakışını da anlatıyoruz, o dönemde sürekli değişen koalisyonlarla yönetiliyorduk, medyalar zayıf iktidarlara egemen oldukları için kurullara da egemen olmaya başlamışlardı.

AKP iktidarında bu durum değişti. Kurullar, otokratik rejimin baskı araçları haline geldi. Hangi yıldı hatırlamıyorum ama kurul üyeleri, kurulun kararını mahkemeye taşıdılar, Bölge İdare Mahkemesi’ne. Kurul üyeleri, kurul kararını mahkemeye taşır hale geldiler. Kurul başkanlarından yaşanan baskılar nedeniyle istifa edenler oldu. RTÜK, Cumhurbaşkanlığı İletişim Başkanlığı’nın bir alt organı olarak çalışmaya başladı, bir anlamda iktidar sopası durumunda.

Biliyorsunuz, suçsuzluk karinesi, masumiyet karinesi diye bir şey var. Bir şeyin adli yargıda, mahkemelerde suç olduğunun tespitine kadar herkes masumdur, suçsuzdur. RTÜK, ölçüsüz yaptırımlara karar veriyor, ‘tebligatı gönderdim, gönderdiysem göndermişimdir, açmak açılmamak senin sorunundur’ deyip bir lisansı iptal edecek ölçüsüzlüğüne kadar gidebiliyor bu kararlar. RTÜK kararları, iktidarların, rejimin niteliğine göre de sadece ton değiştirebiliyor. Yoksa kuruluş yasasından itibaren ölçüsüz kararları verme yetkisine sahip. RTÜK kararları, yasama organının ve yargının güçlü olduğu zamanlarda ve koalisyon dönemlerinde farklı tezahür edebiliyordu. Ancak rejim değişikliğinden sonra tüm sektörel kurullar, neo-liberal bakışa göre bağımsız ve tarafsız olması gereken kurullar! Saraya göre çalışır oldular.

RTÜK kararlarına yargı yolu açık ama onun öncesinde ölçüyü kaçırmamak, karşılıklı görüşmeler çerçevesi içerisinde uzlaşmak pekala mümkündü. İçinde bulunduğumuz rejim buna imkân vermiyor, RTÜK kararları bir sopa olarak karşımıza çıkabiliyor.

Ö.M.: Ben de bir ilavede bulunayım izninizle; Murat Sevinç Diken’deki 7 Temmuz tarihli yazısında sizin söylediğiniz noktalara da değinen kapsamlı bir yazı yazmıştı. Bir bölümünde diyor ki, ‘RTÜK’ün Açık Radyo hakkında verdiği kararlar yaşamın herhangi bir alanında bir dip olmadığını düşünüyorum, dolayısıyla dibi görmek ifadesi bir şey ifade etmiyor bana. Hep daha kötüsüne tanık olmak, daha dibe inmek mümkün. RTÜK’ün Açık Radyo hakkında verdiği kararlar da bu iddianın bir delili. Son derece cüretkar bir iş. Ben önce ‘gözünün üstünde kaşın var’ der, mevzuattaki göz üstündeki kaş hükmüne dayanarak senin sonunu getiririm. RTÜK’ün söylediği bu’ diyor ve devam ediyor, “Neymiş efendim, radyonun sabahki programında bir konuk ‘ermeni soykırımı’ ifadesini kullanmış, herhalde sayın muhbir vatandaşlardan biri ihbar etti. Hemen inceleme başlatılmış, önce bir yaptırım uyarı, idari para cezası ve 5 gün yayın durdurma, radyo para cezasının ilk taksitini ödedi ve yayına devam etti. Devam etmesinin nedeni yayının durdurulacağı tarihleri tebliğ eden metnin ‘teknik’ bir nedenle açılamaması yani Açık Radyo tarafından bilinememesi. Hatta durumu anlatan bir yazıyla RTÜK’e başvurulmuş, radyonun iradesi, yaptırımı haklı olarak yargıya taşıma ve aynı zamanda cezayı ödeme yönünde, bunu gösteriyorlar’.

Kamuoyu açıklamasından da iki satır vereyim; ‘Yayın durdurmayla beraber verilen para cezası için karardaki gibi taksitlendirme talebinde bulunulmuş ve bu kabul edilerek ilk taksit ödenmiştir. Böylece yasaya karşı direnmek ve yargı yolu dışında bu karara karşı gelmek gibi bir niyetimizin olmadığı ve iyi niyetli bir süreç sürdürmeye çalıştığımız ortadadır’. ‘Vay efendim sen misin yayına devam eden?! Sanki cezayı ödeme konusunda bir irade sergilenmemiş gibi bu kez 3 Temmuz’da radyonun yayın lisansını iptal ediyor RTÜK. Bir başka söyleyişle bir kurumu yok ediyor, kuru ve soğuk ifadesiyle kanundan kaynaklanan yetkisini kullanıyor. İlgili yasada böyle bir yetkisi var mı? Evet var, peki nasıl olabiliyor bütün bunlar? İşte onları ayrıntılı olarak açıklıyor, yazıyor. Yani sonuç olarak bunun kabul edilmesine imkan olmadığını ve dinleyicisi, destekçisiyle ayakta kalan 30 yıllık eşsiz bir çaba Anayasa’nın temel ilkelerini görmezden gelen birilerinin keyfiyle yok sayılamaz. Birkaç gündür radyomuza verilen büyük yurttaş desteği ise son derece önemli ve umut verici’ diye bitiriyor yazısını Sevinç, kendisi Anayasa hukukçusu, ‘Demokrasi yanlısı siyasetçilerimizin de dikkatini çeksin bu destek. Yaşasın radyomuz!” diyor.

A.B.: RTÜK’ün hali yapısı böyle yani bir kolluk gibi hareket ediyor. Açık Radyo hakkında da kolluk gibi karar veriyor, bu kolluk meselesi olma hali de tartışılan bir konu. RTÜK’ün yaptırımlardaki ölçüsüz tavrı geçmişte de yaşandı ve lisans iptaline ilişkin örnekler var. RTÜK bilebildiğim kadarıyla ölçüsüzlüklerin en üst mertebesini Açık Radyo’ya uyguladı. Baktım yaptırım örneklerine; Ayşe öğretmen meselesi var hatırlayın, Metin Akpınar meselesi var, vs.

Açık Radyo’nun lisans iptali ve lisan iptaline gerekçe gösterilen karar, RTÜK’ün kuruluşundan bu yana var olan ölçüsüz karar verme yetkisinin rejimle birlikte arttığını ortaya koyuyor. Murat Sevinç’in söylediği gibi, ‘gözünün üstünde kaşın var’ yaklaşımları baskı rejimlerinde çok kullanılır, geçersiz ve sudan sebeplerle medyaya yapılan baskıları anlatmak için kullanılır.

RTÜK, özerk, tarafsız bir kurul değil; siyasetin, rejimin ve iktidarın varlığını tümüyle hissettiğimiz bir kurum, kolluk gibi hareket ediyor, yargı kurumu gibi hareket ediyor. Hep söylüyoruz; Türkiye hukuk güvenliği olmayan bir ülke, yargıda çok zayıfladık,idari yargıda zaman zaman doğru kararlar çıkarabiliyor, umarım bizde de çıkar. Artık ceza yargısında iktidara bakmadan karar çıkmıyor. Türkiye’nin nasıl delik-deşik bir hukuk sistemine sahip olduğu ortada; savcıların, hakimlerin ve polislerin çeteler kurduğu bir ülke haline geldik.

RTÜK’ün kararına itiraz ettiğimiz, hakem ol dediğimiz yargı da bu halde. Yıllardır Türkiye’deki yargının sefaletinden söz ediyoruz. Neo-liberal bir yapılanma olan kurullar, otokratik rejimin uzantısı bir kolluk gücü haline, bir sopa haline gelmeye başladı.

Gazeteci dostumuz, arkadaşımız Faruk Bildirici, 3,5 ay görev yapabildi, CHP kontenjanından seçildi. RTÜK üyelerinin kararlarına karşı çıktı, aynı zamanda üyelerin üç, dört yerden görev/maaş almalarına itiraz etmesi üzerine tarihinde ilk defa kurul kararıyla üyeliğine son verildi.

Ö.M.: Bir de şunu ilave edeyim yine Murat Sevinç’in son yazısından bir bölüm daha okuyarak isterseniz; ‘Anayasa’daki temel hak ve özgürlüklere dair düzenleme, Cumhuriyetin niteliklerini sayan 2. maddenin yaşama geçirilmesini hedefler. O temel hak ve özgürlüklerden ikisi, basın özgürlüğü ve sansür yasağıdır. Bir yurttaş olarak, benim haber alma hakkım bir radyonun yayın lisansının iptali, o radyoya mı yoksa dinleyicisi olan yurttaşa verilmiş bir ceza mıdır?’ diye soruyor. “Yine Anayasa’nın 28. maddesine göre, basın hürdür, sansür edilemez. “Evet yürürlükteki anayasaya göre – Açık Radyo tek ses, tek renk, tek tip rejim hevesinin anti tezi, memleket insanına evrensel değerleri içeren bir dünya sunmaya hedefleyen ve bunu başaran benzeri olmayan bir yayın organı. RTÜK’ün ilk yaptırım kararı Anayasa tarafından güvence altına alınmış ilkelere, AİHM ve Anayasa Mahkemesi kararlarına aykırı iken Açık Radyo buna rağmen iyi niyetini gösterip cezanın ilk taksitini ödemişken, ‘teknik’ bir sorundan kaynaklanan gecikmeyi fırsat bilir gibi yayın lisansını iptal etmesine ne demek gerekir?’ diye soruyor Murat Sevinç. Kendisi veriyor cevabını ‘Yeter demek gerekir. Hakikaten kabak tadı verdi artık bu sonu gelmez tutum. Ne dünya bu arkadaşların zihnindeki kadar dar ve renksiz, ne de milyonlarca yurttaş bu yönetim kölesi, ölçüsüzlüğün dahi bir derecesi olmalı. Yurttaşı bu denli bıktırmamalı, tüm soluk borularını kesmeye yeltenmemeli’ diye bitiriyor.

A.B.: Ömrümüz yeterse kurulları ve RTÜK’ü konuşmaya devam ederiz. Çok zor günlerden geçiyoruz, RTÜK’ün 30. yılında son kararı radyomuzun üzerine oldu. Açık Radyo’da 22 senedir program yapıyorum, Açık Radyo çalışanları, yöneticileri, programcıları, dinleyicileri, destekleyicileri gönül vermiş kişiler olarak, daha önce de zorluklar yaşadık. Ancak Açık Radyo için bayağı zor bir dönemin içindeyiz.Öncelikle dayanışmaya, geniş ve uzun soluklu bir dayanışmaya ihtiyacımız var.

Otokratik süreçlerde, medya işi yapmak çok riskli bir iştir, gazetecilik faaliyeti çok fedakarlık isteyen bir iş, güç bir iş, Açık Radyo gibi çok çeşitli titreşimleri olan bir radyoyu, mali ve idari olarak ayakta tutabilmek, otoriter bir rejimde yaşatabilmek zaten muazzam bir dayanışmayı gerektiriyordu. Bugün bu dayanışmaya daha çok ihtiyacımız var.

Sosyal medyada da paylaştım, ‘Su yatağını bulur, Açık Radyo da yatağını bulur’, tüm baskılara karşın 30 yılın birikimiyle yatağımızı buluruz, Hrant Dink’in değimiyle, ‘Su çatağını bulur’.

Behice Boran’ın bir lafı hiç aklımdan çıkmaz. Boran, Milliyetçi Cephe koşullarında, faşist hareketin katliamlarına işaret ederek söylemişti; ‘Bıçağın üzerinde yürüyoruz, ne ayağımızı kesmek durumundayız ne de dengemizi bozmak durumundayız’. Çok güç bir iştir baskı rejimlerde yayıncılık, gazetecilik faaliyeti. Ciddi ve uzun soluklu akıllı bir dayanışmayı gerektirir. Bu aşamada da özürlerimizi, eleştirilerimizi de ertelememiz gerekiyor. Hep birlikte radyomuzun yayın hayatını sürdürebilme gayreti içerisinde olmamız gerekiyor. Açık Radyo’nun zor sürecini hep birlikte kenetlenerek aşacağımıza inanıyorum ve yayınlarımıza devam edeceğimize inanıyorum. Bu sözlerle de kapatıyorum.

Ö.M.: Çok teşekkür ederiz. ‘Açık Radyo susturulamaz!’ kampanyası da devam etmekte zaten. Çok teşekkürler Ali Bey, görüşmek üzere.

Ö.Ö.: Görüşmek üzere.