Türkiye iktidarının ekonomi stratejisi 

Ekonomi Politik
-
Aa
+
a
a
a

Ali Bilge’nin gündeminde “Türkiye ekonomi modeli”, iktidarın zaman içinde değişen ekonomi stratejisi ve Altılı Masa tarafından açıklanması beklenen anayasa belgesi vardı. 

Fotoğraf: DepoPhotos

Ömer Madra: Günaydın Ali Bey. Kargaşa içinde bir dünya ve Türkiye manzarası görüyoruz.Her tarafta ciddi çatışmalar var. Çin’de Covid-19 yaptırımlarına karşı büyük tepki var. “Kahrolsun Komünist Parti ve Xi Jinping, defol!” sloganları var. Fas maçı sonrasında Dünya Kupası’nda Belçika sokakları karışık. Göztepe-Altay maçında çok sert şeyler olmuş ve 21 kişinin yaralandığı haberi var.

A.B.: Kadınlara uygulanan şiddet üzerine yapılan açıklamalar sonrası Beyoğlu, Kadıköy gibi İstanbul’un bazı bölgelerinde Brüksel’deki gibi ilan edilmemiş sıkıyönetim var. Bugün Altılı Masa’nın anayasa belgesi açıklanacak. 3 Aralık’ta da CHP ekonomi programı açıklayacak.

Bir sene önce ekonomi bakanı değişmiş, Lütfi Elvan yerine Nureddin Nebati gelmişti. Sonrasında Türkiye’de yeni ekonomi modelinin başladığı ilan edildi. Modele önce Çin modeli, daha sonra “Türkiye ekonomi modeli” dendi. 2008’de dünyada yaşanan küresel kriz sonrasında ve Covid-19 döneminde merkez bankaları daha gevşek para politikaları güttüler, piyasalara para sürdüler ve dünyada para arzı arttı. Ardından Ukrayna-Rusya Savaşı başlayınca enflasyon patlaması yaşandı. Bunun üzerine dünyanın merkez bankaları enflasyonla mücadele için ne gerekiyorsa yapmaya başladılar. Böyle zamanda kullanılan araçlar faizlerdir. Dolayısıyla faiz arttırma yoluna gittiler. Dünya bu şekilde yol alırken, ekonomiler parasal sıkılaşmaya giderken, Erdoğan yönetimi “nas” denilen dinî bir önermeyle bağlantı kurarak faizleri indirmeye başladı. Geçen Perşembe günü itibarıyla politika faizi artık tek haneli rakama indirilmiş durumda. Bu model sonucunda TL, döviz kurları karşısında hızla değer kaybetmeye başladı. 

Cumhurbaşkanı Erdoğan ve Ekonomi Bakanı, Çin’in de böyle büyüdüğünü söylüyordu. Dövizin değeri artınca ithalat azalacak, ihracat artacak, ihracat artınca da cari fazla verilecek. Cari fazla verilince enflasyon düşecekti. Türkiye ekonomi modeli dedikleri buydu. Ama bunların hiçbiri gerçekleşmedi. TL bir süre değer kaybettikten sonra değer kazanarak ihracatı köstekleyecek duruma geldi. Sonuçta enflasyon çok yükseldi, iç ve dış açıklar arttı. Ekonomide hiçbir şekilde gerçekleşmeyen hedeflere ve afaki yükselişlere, yanılgılara tanık olduk. 

Türkiye ekonomi modeli denilen bu uygulama iktisat tarihimize 30’lu yılların başlarında zorlama geliştirilen “Türk Tarih Tezi” ve bağlantılı olarak ortaya çıkan “Güneş Dil Teorisi” gibi geçecek. O devirde, “Rejim böyle bir tarih tezi istiyor” diye yapılan tarih kongrelerinde sunulan, bilimsel gerçeğe dayanmayan yaklaşım Türkçü tarihçi Fuat Köprülü ve Zeki Velidi Togan’ı bile çıldırtmıştı. Türkiye son 20 yılda inanılmaz dış borçlanma yaptı. Rusya’da benzer durum da yaşanmıştı. Dışardan gelen kredileri oligarklar ceplerine attılar, bu kaynakları kişisel servetlere dönüştürüp Batı’ya transfer ettiler. Sonucunda ciddi döviz krizi yaşadı. Türkiye’de de hâlâ aydınlatılmamış 128 milyar dolarlık bir döviz satışı/kaybı meselesi var. Bunun da dışarıya transfer edildiğini düşünüyoruz. Son bir yıl içinde döviz kurunun artışını önlemek için 75 milyar dolarlık satış olduğu belirtiliyor. Döviz kurunu ve enflasyonu önemsemeyen Türkiye ekonomi modelini yürütenler, döviz kuru patlayınca bu sefer kuru düşük tutma telaşına düştüler. Bu amaçla Kur Garantili Mevduat (KKM) denilen, döviz mevduatından TL’ye dönüşü sağlayacak ancak aslında döviz mevduatı olan uygulamayı devreye soktular. Döviz tutmayı engellemeye çalışmak suretiyle rezervleri artırmak istediler. Ancak evdeki hesap çarşıya uymadı, model bile denmeyecek böylesi tutarsız bir uygulama ile ihracatçıya kurda sözde rekabet avantajı sağlanacaktı.

Dış piyasalarda ihracatçı düşük kurla daha da genişleyecek, ihracat gelirleri artacaktı. TL kullanımını teşvik etmeye dönük tedbirlerle, Merkez Bankası’nın ve Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurumu’nun günden güne değişen adına da “makro ihtiyati politikalar” denilen uygulamalarla durum daha da kötüye gitti. Son bir yılda yabancı bankaların raporlarına göre 75 milyar dolar eritildi. 

Dünyada iktisadi daralma yaşanıyor, parasal genişlemeye son veren iktisat politikaları nedeniyle ekonomiler resesyon yaşıyor. Türkiye’nin ihracat yaptığı ülkelerin ekonomileri de küçülüyor, Türkiye’nin ihracatı da bu daralmadan etkilendi. İktisadi küresel daralma yurtdışı talebi düşürmeye başladı. Önce önemsenmeyen, bu nedenle de aşırı yükselen döviz kurunu sabitleme/düşürme gayretleri başladı. Bunun sonucunda da ihracatçıya sözde rekabet gücü katacağımız döviz kuru, bir süre sonra olması gerekenin altında kaldı. TL döviz kuru karşısında değerlendi.

İktidarı en fazla destekleyen sektörlerden ihracatçılar da rahatsızlıklarını dile getirmeye başladılar. Sektörün en önemli temsilcisi olan İhracatçılar Meclisi bile isyanda. TL’nin değerli hale gelmesi ihracatı köstekliyor. Özellikle de tekstil sektöründe iflaslar ve işten çıkarmalar başladı. İhracatçılar döviz kurunun rekabet üstünlüğünü önemli ölçüde yitirdiğini iddia ediyorlar. Bu durum rakamlara da yansıyor. Bir taraftan da ithalatı kamçılıyorsunuz, sonuç olarak enflasyon inanılmaz noktalara ilerliyor. İktidar, bir yandan özel sektör yatırımlara odaklansın, ihracat yapsın, büyüme olsun istiyor, bir taraftan da sektörlerde kredi genişlemesini engellemeye çalışıyor. 

Yapılan hesaplamalara göre rekabet gücü kazanabilmesi için TL’nin dolar karşısında yüzde 11 düşmesi gerekiyor. İhracatçının dış pazarlarda rekabet edebilmesi için doların kimilerine göre 21-22, kimilerine göre 25-26 TL olması lazım. Dünya Bankası’nın açıkladığı rakamlara göre dünyada gıda enflasyonu en yüksek 4. ülke Türkiye, en sonda Zimbabwe geliyor. Lübnan, Venezuela ve Türkiye ilk dörtte. Döviz açığınız çok yüksek, net döviz rezervleri eksilerde. Bu nedenle de “ne olursa olsun döviz gelsin” çabaları başlıyor. Turizm bu sene ciddi döviz sağladı. Ayrıca Türkiye kaynağı belirsiz girişlerin de söz konusu olduğu bir ülke. Dış bilançodaki net hata noksan bu tür girişleri büyüklük olarak görebiliyoruz. Çeşitli yollardan kayıt dışı giren çok yüksek mali varlıklar bulunuyor. Geçtiğimiz haftalarda kayıt dışı varlıkların kirli sektörlerden geldiğini ortaya koyan ana muhalefet liderinin açıklamaları oldu.

Kayıtlı, kayıtsız döviz girişlerine rağmen Rusya’dan, Ukrayna’dan gelen göçler sonucunda, Trabzon’dan Antalya’ya kadar Türkiye’nin her tarafında yabancılara gayrimenkul satışları var. Vatandaşlık verilmesi suretiyle döviz girişi sağlanmasına rağmen bu gelişmeler Türkiye’nin döviz açığını kapatmaya yetmiyor.

Son günlerde gerçekçi izahı olmayan bir şekilde net hata noksan kaleminde de bir revizyon yapıldı. Ödemeler dengesinde kaynağı belirsiz bir miktar buharlaştı. Net hata noksan kaleminde son iki yılda iki kez revizyon yaptılar. Tanım değiştirdiler ve bu şekilde o kalemdeki rakamı azalttılar. Hukuk devletinin olmadığı yerde veri ve bilgi güvenliği yoktur. Türkiye’de veri ve bilgi güvenliği olmadığı için istatistiklere de güvenmiyoruz. İstatistiklerin oturduğu tanımlar değiştiriliyor. 

“Dört ayağı kırık bir masayı dengede tutmaya çalışıyoruz”

Ö.M.: Büyük bir şeffaflık eksikliği gözüküyor her tarafta. Özellikle böyle ekonomik meseleler gibi rakamların ve tahminlerin önem taşıdığı alanlarda görüyoruz. Büyük bir eksiklik ama Cumhurbaşkanı'ndan ve Nureddin Nebati Bey’den de “Faizi tek rakama indirdik, şimdi enflasyon da tek rakama inecek” gibi açıklamalar da gelmiyor değil. 

A.B.: Üretici fiyat endeksi yüzde 158. Türkiye otokratik düzen içinde bulunan ülkeler içinde en zor durumdaki ülke. Çünkü net döviz rezervleri uzunca bir süredir ekside ama durumu idare etmeye çalışıyor. Türkiye otokrasisi borçla kurulan bir otokrasi. Arap Ülkeleri, Rusya gibi doğal varlıklara, fosil yakıtlara bağlı değil. 20 yıl boyunca ciddi bir borçlanma yapıldı. Tabiri caizse dört ayağı kırık bir masayı dengede tutmaya çalışıyoruz. 

“Barajın yıkılması” deyimi 1929 bunalımında kullanılan bir metafordur. Türkiye’de barajın gövdesi rezervuarda toplanan suya dayanacak durumda değil. Gövde pek çok yerinden delinmiş, su akıyor, yapılan swaplarla, oradan buradan gelecek paralarla bu delikleri tıkamaya çalışıyorsunuz. Amaç, seçimlere kadar gövdenin yıkılmasını önlemek. 

Sil baştan stratejiler belirliyorsunuz. Dost olmadığınız ülkelere dostluk turlarına çıkıyorsunuz. Katar’a gidiyorsunuz. Katar’la olan ilişkiler çok güçlü. Neden? Katar, Osmanlı’nın bir nahiyesiydi, şimdi çok zengin ve Türkiye’yle ciddi ekonomik ilişkileri bulunuyor. Türkiye swap denilen, borç takası araçlarını kullanıyor. Çin’den 6 milyar dolar swapımız var, Katar’la 15 milyar dolara yaklaşacak, Birleşik Arap Emirlikleri ile Güney Kore ile 2 milyar dolar… Türkiye’nin toplam 28 milyar dolar swap anlaşması var. Elbette bunlar karşılıksız değil, faiz ödüyorsunuz. Bu anlaşmaların içeriklerini tam olarak bilmiyoruz. Daha önce Katar gelip Borsa İstanbul’dan, Avrasya Tüneli’nden hisse aldı. Pek çok başka yatırımları da var. Türkiye Varlık Fonu’nda “diri” kalmış kamusal varlıkların da önümüzdeki dönemde swap işlemleri nedeniyle satışlarının söz konusu olacağı söyleniyor. Resmî ağızlar çok dillendirmese de resmî olmayan kaynaklardan bunları öğreniyoruz. 

Suudi Arabistan 5 milyar dolar mevduat yapınca faiz karşılığı tabii ki olacak. Türkiye bu tür yamalama, bohçalama usulleriyle döviz açığını kapatıp, barajın yıkılmasını önlemek ve seçime bu şekilde gitmek istiyor. İktidar selektif kredi politikası uygulamak suretiyle ne olursa olsun büyümeyi istiyor. Seçimleri finanse edecek bir kaynak yaratmak üzere vaktini buna harcıyor. 

Bu manzara 1970’leri hatırlatıyor. O yıllarda Erbakan da milliyetçi cephe hükümeti döneminde Arap ülkelerini dolaşmaya çıkmıştı ama eli boş dönmüştü. O dönemde finansal piyasaların derinliği yoktu. Ayrıca hiç kimse karşılıksız parasal kaynak vermiyor. Rusya da nükleer santral üzerinden kaynak aktardı. Bunların hiçbiri IMF gibi uluslararası kuruluşlardan alınan, ucuz ve uzun vadeli borçlar değil. 1970’lerde Arap ülkeleri dolaşılıyordu ama bir taraftan da Uluslararası Para Fonu’yla ya da Dünya Bankası’yla temas kuruluyordu. Bugün bu girişimler de yok.

“Yabancı gayrimenkul şirketleri olmayan bir kanalı pazarlıyor.”

Ö.M.: Katar, Kanal İstanbul etrafındaki arsaları “Türk vatandaşlığına geçmek isteyenler için uygundur.” diyerek satışa çıkarmış. Tartışmaların odağındaki Kanal İstanbul projesinin etrafında arazi toplayan yabancı gayrimenkul şirketleri pazarlama çalışmalarına hız vermiş. Olmayan bir kanalı pazarlıyorlar. Kanal İstanbul gerçekleştirilirse, Türkiye’nin ve dünyanın en önemli metropollerinden biri yokoluşun eşiğine gelecek.

Özdeş Özbay: Olmayan kanalın temelini bile attılar. 

Ö.M.: Suudi Arabistan’la Katar arasında bir zamanlar çok tartışma vardı ama Dünya Kupası’nda kardeş gibi gözüküyorlar. Ancak bu ülkelerde karşılaşmalar esnasında yayınlara engeller getirilmiş. Dostlar arasında da böyle şeyler oluyor.

A.B.: Bu ülkelerin ne zaman dost ne zaman düşman oldukları karışık. Her kim Kanal İstanbul projesine yatırım yapıyorsa, Erdoğan otokrasisinin devam edeceğini varsayıyor demektir. Çünkü bu proje ancak bu yolla gerçekleşir. Otokrasi sona ererse bu proje gerçekleşmez. Ayrıca Kanal İstanbul’u finanse edecek iç ve dış kaynakları bulmak çok zor. Akla yatkın gördüklerinde bunu finanse etmek isteyen belli ülkeler olabilir ama Erdoğan hatırladığım kadarıyla “millî bütçeden yararlanacağız” dedi. O yüzden buraya yatırım yapacak olan yerli ve yabancı kuruluşlar, ülkeler bunu düşünmek zorunda. Kanal İstanbul projesi bir iktidar değişikliği söz konusu olduğunda rafa kaldırılır. 

İktidar değişikliğinde bu mega projelerin ve yatırımların gözden geçirilmesi gerekir. Eskiden Planlama Teşkilatı içerisinde bu tür yatırımlar incelenirdi ama artık bu kurum da ortada yok. Muhtemelen önümüzdeki günlerde hem Altılı Masa’dan yapılacak açıklamalar hem de CHP’nin 3 Aralık’ta açıklayacağı ekonomi programı bu konuya değinecektir.

“Birincil hedef geriye giden rejimi ayakları üzerine kaldırmak.”

Ö.M.: Altılı Masa’nın anayasa çalışmasından da bahsedelim mi?

A.B.: Türkiye’nin içinde bulunduğu anayasal rejim tıkandığını, ülkeye uygun olmadığını söylediğimiz bir rejim. 2018’de tam teşekküllü olarak bu rejime geçildi. 4. yılında neye dönüştüğü görülüyor. Önümüzde seçimlerde, şayet demokratik ve adil bir seçim olacaksa, iktidar transferi gerçekleşebilirse yapılacak ilk iş anayasayı değiştirmek. Parlamenter sisteme, kuvvetler ayrılığına uygun bir şekilde yeniden düzenlemek. Zaten Altılı Masa’nın ve Türkiye’nin birincil hedefi geriye giden rejimi ayakları üzerine kaldırmak, 2012 öncesine döndürmek.

Muhalefet cephesinin bu bağlamda bir anlaşması bulunuyor. Bugün anlaşmanın dökümünü, ayrıntısını göreceğiz. “Nasıl bir anayasa değişikliği olacak? Yapılması gereken, en basit ifadesiyle, şu an mevcut olanın tersini ortaya koymaktır. 2018 anayasa değişikliği Türkiye’yi bir otokratik rejime soktu. Nefes alamıyoruz ve aynı zamanda otokrasi Türkiye’yi yönetemiyor. İç, dış siyasi gelişmeler, kutuplaşmalar yaşıyoruz. Ekonomideki durum perişan. 

Altılı Masa’nın ileri bir demokrasi hedefi çerçevesinde açıklamalarını duymak istiyoruz. Altılı Masa’nın açıklamalarına yönelik HDP’nin değerlendirmesi, anayasa değişikliği belgesine tavrı çok önemli. Önümüzdeki döneme ışık tutacak bir açıklama olacak. Bu tür belgeler toplumun önüne özgürlük hedefleri koyma yaklaşımıdır. Çünkü bütün hayatımız özgürlük kısıtlamaları içinde geçiyor.