Ali Bilge, Cumhurbaşkanı Erdoğan tarafından seçim tarihi olarak açıklanan 14 Mayıs 2023’a giden yol ile 14 Mayıs 1960 seçimlerine zemin hazırlayan koşulları karşılaştırıyor.
Ömer Madra: Günaydın Ali Bey. Seçim adaylığı üzerine konuşarak başlayalım mı?
Ali Bilge: Erdoğan’ın yeniden Cumhurbaşkanı adayı olup olmayacağı bilinmiyor. Anayasa’ya göre üçüncü kez aday olması mümkün değil. 2014’te Cumhurbaşkanı olarak seçildi. 2017’de Anayasa değişiklikleri oldu ancak yapılan değişikliklerde bu maddeye dokunulmadı. İki kez Cumhurbaşkanı olabiliyorsunuz fakat üçüncü kez olabilmek için meclisin beşte üç çoğunlukla yani 360 milletvekiliyle buna karar vermesi gerekiyor. Bunun için de muhalefetin destek vermesi lazım.
İkinci alternatif Cumhurbaşkanı’nın Meclis’i fesih yetkisini kullanması. Cumhurbaşkanı 6 Mart’ta bu yetkiyi kullanacağını söylüyor. Ancak bu alternatif de problemli. Ayrıca Bahçeli ve Erdoğan, bugüne kadar seçimin yasal tarihinden öne alınmasına “Erken seçim ihanettir” diyerek karşılık verdi. Buna da yeni bir kılıf bulunuyor: “Öne çekilmiş seçim” veya seçim tarihinin “güncellenmesi” deniliyor. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ve iktidarın isteği doğrultusunda bir seçim takvimi oluşturuluyor, Erdoğan’ın bu yorumunun normal hukuk çerçevesi içerisinde gerçekleşmesi mümkün değil.
Ayrıca iktidarın geçen yıl Seçim Kanunu’nda yaptığı değişiklikler var. İktidarın seçimi kaybetme olasılığını azaltmaya yönelik geliştirdiği önlemler bunlar. Seçim Kanunu’nda özellikle ittifak maddelerine ilişkin düzenlemeler yaptılar, ancak bu değişikliklerin 1 yıl geçmeden uygulanma imkânı yok. Bu da seçimlerin 6 Nisan tarihinden sonra yapılmasını zorunlu kılıyor. Cumhurbaşkanı seçimleri 14 Mayıs olacağına göre, 6 Mart’ta sanırım meclisi kendisi fesih edecek. Çünkü seçim kararı alındıktan sonra seçimlere kadar 60 gün süre lazım. Meclisi fesih etme kararını Yüksek Seçim Kurulu’na bırakıyor. YSK bağımsız ve tarafsız bir kurum değil, şu günlerde de 5 üyesinin yeniden atanması bekleniyor. YSK bir yargı kurumu ve tarafsız ve bağımsız olması gereken bir karar organı. Ancak YSK kararları yapılan kanun değişiklikleri nedeniyle bir üst mahkemeye taşınamıyor. Kararları kesin oluyor. YSK, 5 sene önce yapılan referandumda mühürsüz oy pusulalarını geçerli olduğunu kabul etmişti. Bu şekilde de rejim değişti. Kuvvetler ayrılığı sona erdi.
Ö.M.: Bu da olabilecek en tuhaf haberlerden bir tanesiydi. Mühürleri olmadan yani seçimin meşru sayılabilmesi için gerekli en temel şartlardan biri bulunmadan kabul edilebilmesi dünya tarihinde örneği olmayan bir durum.
A.B.: Demokrasinin ilk adımını attığımız yıllarda yapılan 1946 seçimlerinde buna benzer sürreal bir durum vardı. O seçimlerde uygulama şu şekilde oluyor: Seçmen açık oy veriyor, yani oyunu hangi partiye ve kişiye verdiğini sandık görevlilerine göstermek zorunda. Ayrıca gizli tasnif yapılıyor, devlet görevlileri olan sandık kurulu tarafından oylar sayılıyor. Dünya tarihinde de bildiğim kadarıyla böyle bir uygulama yok.
Erdoğan’ın bu şekilde aday olması hem Anayasa’ya aykırı hem de yasalarda yeri olmayan bir durum. Fesih yetkisini kullanmasından sonra da bir takvimi var. Bu nedenle Bahçeli ve Erdoğan buna “güncelleme” diyor. Muhalefetin şu anda bu duruma sesini çıkarmadığını görüyoruz. Erdoğan’ın “kendisinin mağdur edildiği” yaklaşımını kullanması endişesiyle böyle bir tutum içinde bulunuyorlar. Bu durum bana şunu hatırlatıyor: Milletvekili dokunulmazlıklarının kaldırılmasını da Sayın Kılıçdaroğlu “anayasaya aykırı, içimiz kan ağlıyor” diyerek kabul etmişti. Evet, Türkiye’de seçimlerin olması gerekiyor ama yasaları ve Anayasa’yı ihlal ederek bir seçim yapmak ne kadar meşru, o da ayrı bir konu.
Özdeş Özbay: Bu bir tür uzlaşı olacağı anlamına da gelmiyor mu? Muhalefetin destek vermesiyle belki de parlamento da uzlaşıyla kurulacak.
A.B.: 24 milletvekilinin bu yönde oy kullanması lazım. Bunun için de muhalefetin partisinin bu talebine olumlu yaklaşması gerek.
Ö.Ö.: Bu durumu kabul etmek de aslında bu anlama gelmez mi?
A.B.: Bir anlamda gelir. Ama muhalefetin bu konuda açık bir hamlesini de göremiyoruz. Cumhurbaşkanı Erdoğan “fesih” kelimesini kullanmadan “yetkisini” kullanacağını dün söyledi. Dolayısıyla 5’te 3 çoğunlukla erken seçim kararı alınması ve Cumhurbaşkanı’nın Meclis’i feshetmesi şeklinde tanımlanmış, Anayasa’ya aykırı bir seçim rotasına giriliyor. İktidar geçen sene yapılan ve 6 Nisan 2023’ten önce seçimler yapıldığında uygulanması mümkün olmayan değişiklikleri kullanmak istiyor. Ayakta kalması için bu değişiklikler çok önemli. Normalde iktidarın muhalefetle anlaşması gerekir ama bu anlaşmayı da şu ana kadar görmedik. Yasalara aykırı bir durumla karşı karşıyayız. Üçüncü kez Cumhurbaşkanı adayı olmak mevcut yasalar uyarınca mümkün gözükmüyor. Aklı başındaki tüm hukukçular da bu durumu böyle nitelendiriyor.
Ö.M.: Peki siz geleceği nasıl değerlendiriyorsunuz?
A.B.: Bu konuda Altılı Masa’dan ve genel olarak muhalefetten şu ana kadar ciddi bir çıkış duymadık. Önümüzdeki günlerde toplantıları var, açıklamaları olacak. “Sandığa giden yol doğru bir yol değil ama itiraz edersek Erdoğan haklarının gasp edildiğini ilan eder, mağduru oynar, bu durumu anlatmakta zorlanırız. Sandıkta yenelim” düşüncesinin hâkim olduğu görülüyor. Bunu partilerin hukukçuları da söylüyor. Gelecek’te Serap Yazıcı, CHP’de İbrahim Kaboğlu, ayrıca Kemal Gözler, Ergün Özbudun ve diğer herkes üçüncü kez bu şekilde aday olunamayacağını söylüyor.
Aslında ikinci sınıf hukuk talebesi de maddeleri okuyarak pekâlâ durumu görebilir. Bu konu dile getiriliyordu ama seçim sürecine yaklaşılınca daha da alevlendi. 2,5 milyon mühürsüz oyun kabul edildiği referandumda parlamenter rejimin değiştiği, otokrasiye geçildiği bir ülkede yaşıyoruz. Şimdi de benzer, problemli bir durumla karşı karşıyayız.
14 Mayıs 1950 Türkiye için çok önemli bir tarih. Bu tarihte yapılan seçim “beyaz ihtilal” diye de adlandırılır. Seçimlerde hem iktidar hem de rejim değişti. Bugün otokratik iktidar bu seçimler arasında paralellik kurmak istiyor ama bu çok zorlama bir paralellik. Belki tek bir ortak nokta var: O zamanki CHP iktidarı yani tek parti rejimi veya millî şef rejimi dediğimiz rejim ile bugünkü AKP iktidarı yani tek adam rejimi benzer. Orada millî şef, burada ise reis var. Her ikisinin de doğal siyasi yaşamlarının sonlarına yaklaşmış olmaları ortak nokta. 1923’le 1950 arasında 27 yıl tek adam ve tek parti vardı. Parti ve devlet bütünleşmişti. Bugün de parti ile devlet bütünleşmiş vaziyette. Böyle bir benzerlik olduğunu ve siyasi yaşamlarını tamamlamış olduklarını söyleyebiliriz.
Bir de her iki dönemdeki dış dinamiklere bakalım: 2. Dünya Savaşı bitmiş ve Türkiye Batı dünyasıyla entegre olmak istiyor. Kuzeyinde ve doğusunda tehditler olduğu tespitleri yapılıyor. SSCB-Rusya’yla olan ilişkileri gergin, Rusya’yla 2. Dünya Savaşı’yla başlayan ilişkiler gerilimli. Çünkü savaşta tarafsız kaldığını söylemekle beraber Türkiye’de önemli ölçüde Nazi Almanya’sı desteği veren bir rejim ve yönetim vardı. Türkiye kendine Batı’da yer arıyordu. Bugünkünden farklı olarak Batı’yla ilişkilerini geliştirmek istiyordu. Bugün ise Batı’yla ilişkileri sürüncemede bırakan bir rejimle karşı karşıyayız. Bugün Batı’dan kopma eşiğine yaklaşmış, özellikle de Rusya’ya bağlanmış bir Türkiye var. 14 Mayıs 1950’ye giden yolla bugün arasındaki önemli farklardan biri bu. 1946-50 arasında bu rota üzerinde değişiklikler yapılıyor. San Francisco Konferansı sonrasında Türkiye’ye bir rota çiziliyor. “Bizim dünyamıza gelebilmen için tek parti rejimini yumuşatman ve terk etmen gerekir” diyorlar. Nadir Nadi’nin bir yazısını okumuştum: “Bu rejimimiz San Francisco modeli”.
Ö.M.:Cumhuriyet gazetesi başyazarı.
A.B.: Yunus Nadi’nin oğlu. Dolayısıyla 1945-50 arasında rejim değişmeye, yeni partiler kurulmaya başlıyor. Yasalarda ciddi değişiklikler yapılıyor, yapısal değişiklikler de gündeme geliyor. Her şeyden evvel, bugünün tam tersi olarak Seçim Kanunu’nda değişiklikler yapılıyor. İki dereceli seçimden tek dereceli seçim sistemine geçiliyor. Seçim Kanunu’nda bu dönem boyunca demokratikleşme adımları atıldı. Özellikle 1946 rezaletinden sonra… O dönemde bugünkü gibi Seçim Kanunu’nda sertleşme değil yumuşama hâkim oldu. Mesela ilk defa seçim kurullarında hâkim teminatı gündeme getirildi.
Ö.M.: 46 rezaleti derken; açık oy, gizli tasnif yöntemi gibi yeryüzünde görülmüş en ters ve demokratik olmayan yöntemden bahsediyoruz.
A.B.: 1920‘lerde İtalya’da köylülerin ceplerine oy pusulasını koymak ya da ceplerini dikmek şeklinde bir uygulama yapılmış. O dönemle bugün arasında çok önemli farklılıklar var. O dönemde Türkiye demokratikleşme hamleleri içinde. Örneğin Dernekler Kanunu değişiyor, dernek kurma ve kapatma yetkiler daraltılıyor. Tek parti döneminde Milli Eğitim’e bağlı üniversiteler özerk bir yapıya kavuşuyor. Basın Kanunu’nda değişiklikler oluyor, ilk defa Sendikalar Kanunu çıkıyor. Polise aşırı yetki veren kanunlarda değişiklikler gerçekleşiyor.
Bunları istemeye istemeye yapıyorlar ancak dış dinamiklerin etkisiyle böyle bir demokratikleşme, siyasi serbestleşme süreci yaşanıyor. Sosyalist ve liberal partiler, dernekler kuruluyor. Bugünün Türkiye’siyle kıyaslanması pek mümkün olmayan gelişmeler söz konusu. Esas önemli husus da şu: İsmet İnönü “millî şef”ti, bu tanım yasalarda tüzüklerde yazılıydı. Bu kavram kaldırılıyor.
Bunların hepsi CHP’nin içinde, bu adımların atılmasına muazzam muhalefete rağmen yapılıyor. Müthiş bir direnç de var ama demokratikleşme hamleleri gerçekleşiyor. Genel başkan partideki yetkilerini vekiline bırakıyor, birbirinden ayrılma hamlesi gibi gözüken bir adım atılıyor. İsmet İnönü yetkilerini Hilmi Uran’a devrediyor. Ama partili genel başkanlığı devam ediyor. O devirde İnönü için “tecennüm” geçiriyor diyorlarmış. “İnönü çıldırmış olmalı, bu kadar demokratikleşme gereksiz” diyorlarmış. Bugün iktidar partisi tümüyle antidemokratikleşme istiyor, bu kadar fazla diyenler olmasına karşı o devirde bir şekilde demokratikleşme yaşanıyor. İki dönem arasında çok fark var.
Ö.Ö.: Aşırı demokrasi, ileri demokrasi diyorlar!
A.B.: Örneğin CHP’nin o zamanki genç ekibi içinde yer alan Nihat Erim, “Bu kadarı fazla oldu, bu kadar demokrasinin üstüne şal örtmek lazım” diyor. 12 Mart’ta bu sözü tekrar etmiş, TSK tarafından Başbakan olarak atandığında 1961 Anayasası’nın üstüne şalı örtmüştü.
Ö.M.: “Şalcı Nihat Erim” diye biliniyordu.
Ö.Ö.: Siyaset bilimindeki demokrasi tartışmalarında vardı: 68 sonrası, demokrasiye “aşırı katılım’”la suçlanıyor. “Over participation” diyorlar.
A.B.: Yüzde 30 okur yazar oranı var. “Bu kadar cahil varken demokrasiyi getirmek yanlıştır” diyorlar. Ama Batı’ya katılmanın ön koşulu bunlar. Batı’da kaliteli bir demokrasi istemiyor elbette ama Birleşmiş Milletler’e, IMF, Dünya Bankası gibi iktisadi ve siyasi uluslararası örgütlenmelere katılabilmek için yapısal reformların yapılması lazım.
Şefik Hüsnü, Esat Adil Müstecaplıoğlu sosyalist partiler kuruyor. Türkiye tarihinde birkaç kez özgürlük ve demokratikleşme yaşanan kısa dönemler vardır. 1908’de ilan edilen 2. Meşrutiyet’le 1913 Babıali Baskını/Darbesi arasındaki dönem de hoş bir dönemdir. 1946-50 arasında buna benzer bir dönemdir. Ancak çok kısa bir süre sonra sola bakış değişmez. Sabahattin Ali’nin öldürülmesi bu döneme rastlar. Kurulan sosyalist partiler kapatılır ama bir bahar havası vardır. Benzer bir dönemi 1961 Anayasa’sından 1971 Darbesi’ne kadar olan süreçte görürsünüz.
Özetle, 14 Mayıs 1950 seçimlerine giden dönem ile bugünkü durum arasında bir benzerlik kurmak pek mümkün değil. Elbette bürokrasi CHP’nin bürokrasiydi, rejimin bekçisi konumunda katı bir bürokrasi vardı. Ayrıca CHP’nin içinde çözülmeler başlamıştı. Senelerin Ali Fuat Cebesoy’u, Behçet Kemal Çağlar’ı artık CHP’yi terk ediyordu. Yeni kurulan Demokrat Parti’ye, Millet Partisi’ne geçiyorlardı. Ayrıca basının çoğunluğu o devirde muhalefeti, Demokrat Parti’yi destekliyordu. O günün yargısı bugünkü yargıdan daha bağımsız. Danıştay başkanı Halil Özyörük istifa edip Demokrat Parti’ye geçiyor. Siyasete geçmek için istifa ediyor!
O devirde güvenlik bürokrasisi dediğimiz ordu kimin yanındaydı? Hep şu hikâye anlatılır: 14 Mayıs 1950 seçimlerine giderken ve seçimleri Demokrat Parti kazandıktan sonra Türk Silahlı Kuvvetleri’nin Üst Komuta Heyeti İsmet Paşa’ya gidip “İktidara devamı sağlayabiliriz” demiştir. Aslında bunun böyle olmadığını, TSK’nın içinde bunun tam tersi gelişmelerin de yaşandığını çok özgün bazı çalışmalarda okudum. Bunlardan biri rahmetli Erol Toy’un yazdıklarıdır, diğeri de günümüz siyasetçisi Ümit Özdağ’ın doktora tezidir. Ümit Özdağ’ın babası da 1960 darbesinin önemli isimlerinden Muzaffer Özdağ’dır. Tahmin ediyorum ki Ümit Özdağ babasından bayağı bilgi almış. Özdağ doktora tezinde, “CHP ve İnönü, 14 Mayıs’ta Demokrat Parti’ye iktidarı devretmeseydi yarbay ve albaylardan oluşan ‘hücum ordusu’ isimli gizli bir örgütün darbe yapacağını” söylüyor. O dönemde ordu da Batı’yla bütünleşmeyi desteklemek gerektiğinin farkında. Özellikle silah donanımını değiştirmek istiyor zira çok geri kalmış vaziyette.
Kısacası, 14 Mayıs 1950 ile 14 Mayıs 2023 arasında “kel alaka” bir ilişki olduğunu söyleyebiliriz. İktidar açısından 14 Mayıs’ın anlamlı bir tarih olmadığını görüyoruz. 14 Mayıs 1950 seçimleri 27 yıllık bir rejimi ve iktidarı değiştiriyor. Bugün iktidar 20 yılını doldurdu, 20 yıllık iktidardayken seçime gidiyorsunuz. Muhalefette değilsiniz. 14 Mayıs’ın yüklediği anlama sığınmak hiç anlamlı değil. Erdoğan iktidarı için 14 Mayıs tarihini kullanma şansının pek olmadığını, yanlış bir tarih belirlediklerini söylememiz mümkün.
Son olarak dönemler arası bir farktan daha bahsedelim: 14 Mayıs 1950 seçimlerine giden 5 yıllık dönemde iktidar ile muhalefet arasında çok ciddi gerilimler yaşansa da, Demokrat Parti’nin CHP’nin içinden çıkanlar tarafından kurulduğunu belirtelim. Özellikle Bayar’la İnönü arasında bir diyalog var. Bugün ise böyle bir diyalog yok. O dönemin “Yeter söz milletindir” sloganı 27 yıllık iktidara son veren bir partinin sloganıdır. Bugün 20 yıldır iktidarda bulunan partinin bunu kullanması pek mümkün değil.
Ö.M.: Olup biten hiçbir şey Tayyip Erdoğan’ın onayı dışında gerçekleşmiyor. Böyle bir liste hazırlamaya kalkışırsak, Davul ve zurna eşliğinde İstanbul Anlaşması’nı imzalayıp sonra bir gecede çıkmamızı, İsrail’le ilişkimizi ve Suudi Arabistan’la dış politika çizgimizi ya da iç politika alanındaki değişiklikleri yazabiliriz. Anayasa’nın uluslararası hukuka uyma kuralının nasıl çiğnendiğinden söz edebiliriz.
A.B.: Türkiye demokrasi tarihinde çok önemli bir tarihe, 14 Mayıs’a sığınma acziyeti/refleksi gösteren bir iktidar var karşımızda. Bundan medet ummak çok boş bir medet ummaktır. Aslında muhalefetin, iktidarın bu kadar gülünç durumda olduğunu görmesi ve en geniş demokratik birlikteliği ve becerisini göstermesi gerekiyor. Çünkü Erdoğan’ın üçüncü kez aday olma biçimi hukuki değil. Otokratik refleksin sonucu olarak aday oluyor. Murat Belge’nin de söylediği gibi: “Erdoğan’ın adaylığı dahil HDP davası, hazine yardımının kesilmesi, her türlü idari ve yargısal karar otokratik reflekse göre yapılıyor.” Yürürlükteki Anayasa’ya ve yasalara uymayan kararlarla yaşıyoruz. 2017 Referandum’u öncesinde ve sonrasında kuvvetler birliğinin oluşacağını, bu tür durumlarla karşılaşacağımızı söylüyorduk.
Ö.M.: Tam bir kuralsızlık var. Artı Gerçek’te bugünle ilgili çıkan ilginç bir haber vardı. Cumhurbaşkanı Erdoğan, Kağıthane-İstanbul Havalimanı metrosunun açılış töreninde “Bu şehri kimsenin insafına bırakamayız” diye bir ifade kullanmış. Bu ne demek? Yani “hükümetlerimiz döneminde önemli projelerimizin merkezine hep İstanbul’u yerleştirdik. İkinci seçimde 800 bin oy farkla seçilmiş olan bir belediye başkanını atıp başka bir belediye başkanı mı tayin edeceğiz?” Bir de şu var: “Bu şehri kimsenin insafına bırakamayız’” söylemi ne anlama geliyor?
A.B.: Bütün bu söylemler ve davranışlar otokratik refleksin bir uzantısı olarak karşımıza çıkıyor. Sonuçta Türkiye’deki bu sürreal tabloya, kapatılmak üzere olan, Türkiye’nin 3. büyük partisiyle ilgili hadiseyi de ekleyelim. Bu partiyi hem iktidar hem de muhalefet dışlıyor. Ancak hem muhalefet hem de iktidar Kürtlerin kendilerini desteklemesini istiyor. Bu nasıl bir psikolojidir? Kapatılma aşamasındaki partinin oylarına muhalefet de iktidar da talip!
Ö.M.: HDP’den Pervin Buldan ve Mithat Sancar’ın imzasıyla bir duyuru da var: 4-5 Şubat tarihlerinde Demokratik Cumhuriyet Konferansı düzenliyor. “Bütün kurumları, kuruluşları, partileri ve yurttaşları cumhuriyeti demokrasiyle buluşturmanın yollarını aramaya ve tartışmaya çağırıyoruz” diyorlar.