"Korku ve güvenlik, otokratların oynadıkları alanlardır"

Ekonomi Politik
-
Aa
+
a
a
a

Ekonomi Politik'te Ali Bilge'nin gündeminde Erdoğan'ın Gezicilere ve Gezi isyanına karşı hitabı ve Erdoğan hükümetinin uygulamaları yer aldı.

Türk bayrağı ve demir yumruk illüstrasyon

(6 Haziran 2022 tarihinde Açık Radyo’da Ekonomi Politik programında yayınlanmıştır.)

(Bu metin hızlıca hazırlanmış bir ses kaydı deşifresidir, nihai biçiminde olmayabilir.)

Ömer Madra: Günaydın Ali Bey, merhabalar.

Ali Bilge: Merhaba Ömer bey, merhaba Özdeş, merhaba Feryal. Günaydın, iyi haftalar. Çok konumuz var.

ÖM: Çok yoğun, evet.

AB: Ama öncelikle isterseniz, İzel bey de muhtemelen bahsedecektir,
basınımızın önemli bir kaybı var; Latif Demirci'yi anarak başlamak istiyorum. Latif Demirci de çok erken bir kayıp. Son zamanlarda bizi düşündüren, zenginleştiren, gülümseten insanları kaybettik, kaybettikçe de hüznümüz daha da artıyor. Yüzümüzü güldürenler azaldıkça hüzünümüz artıyor. Türkiye yakın tarih boyunca karikatürde güçlü bir ülke oldu. Çok önemli bir isim hayata veda etti. Başımız sağ olsun. Latif Demirci'yi anarak haftaya başlamak acı ama böyle, gerçekle karşı karşıyayız.

Geçen hafta, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Gezi direnişi yıl dönümü nedeniyle yaptığı konuşmada Türkiye toplumunun önemli bir bölümüne hakaret etti. Erdoğan Gezicilere “sürtük” ve “çürük” dedi. Önceki haftaki programımızda Erdoğan'ın iktidarı süresince yaşadığı siyasi travmaları incelemiştik. Yaşadığı siyasi travmaların en önemlisi ve ilki olarak Gezi travması tespitini yapmıştık. Gezi travması çok önemli bir yer tutuyor Erdoğan’ın hayatında. Milyonlarca insan Erdoğan'ın dayattığı hayatı istemediği için kendiliğinden bir hareketle sokaklara çıktı. Milyonlarca insan dayatmayı reddetti, büyük bir direniş gerçekleşti. Bu bir sivil toplum hareketiydi, merkezi tarafı olmayan bir hareketti. Bu direniş Erdoğan'da çok ciddi travmalara yol açtı. Hâlâ bu travma devam ediyor. Yaptığı hakaretlere tepki vermemek mümkün değil. Dünyada halkına böylesi hakaretlerde bulunan cumhurbaşkanı sayısı azdır, yoktur. Ayrıca dün de “Gezi olayları olmasaydı Türkiye'nin milli geliri bir buçuk trilyon doları bulacaktı.” dedi

ÖÖ: Evet.

ÖM: Yani nasıl bir açıklama acaba? Yani nasıl bir bağ kurulabiliyor?

ÖÖ: Deutsche Welle Türkçe'de “Erdoğan ekonomik durumdan Gezi'yi sorumlu tuttu” diye manşet atmışlar zaten.

AB: Şimdi efendim, 2011’de Erdoğan ilk defa 2023 hedeflerini açıkladı. 2013’te de Gezi oldu. Gezi direnişinden bu yana Türkiye'de, iki kalkınma planı açıklandı, sayısız orta vadeli plan, ekonomik paketler, programlar, hedefler açıklandı. Artık bunların sayısını, çetesini tutamaz olduk. Tüm bu süreçlere kabaca baktım, “Gezi nedeniyle bizim hedeflerimiz tutturulamaz” lafını ilk defa sarf ediyor.

ÖM: Hımm.

AB: “Gezi nedeniyle bizim bu hedeflerimiz tutmadı, revize ettik” gibi bir cümle olmadığı gibi hedeflerin 2023 hedeflerinin afaki olduğunu daha sonra yaşanan bütün ekonomik girdaplarda görüldü. 2013 sonrasında da -2018’den itibaren tam teşekküllü otoriter sisteme geçtikten sonra- Merkez Bankası'nı devre dışı bırakan, faizle ilgili anormal uygulamaların başlandığından bu yanada baktığımızda, “Gezi nedeniyle 1,5 trilyon doları bulamadık” lafına rastlamadım; 2023 hedefleri hedefler zaten tutmuyordu. Aslında bu süreçte Erdoğan olmasaydı milli gelirde belki bir buçuk trilyon doları bulurduk! Ekonomide başarısızlığı Gezi’ye bağlamak inanılır gibi değil. Gezi sonrası süreçlerde Erdoğan otokrasisini kurdu ve ancak bu otokrasiyi borçla kurdu. Türkiye otokrasisi, alınan dış borçla sağlanan büyüme performansına dayalı olarak gerçekleşti. Yüksek borçlanma ile sağlanan büyümeden kaşığın ucuyla da geniş toplumsal kesimlere pay verildi, bu da seçmen illüzyonu sağladı.

Geçmişte Erdoğan'ın siyasi ve iktisadi yaklaşımları eleştirdiğinde geniş kesimler takmıyorlardı, Erdoğan'ı beğeniyorlardı; çünkü devasa borçla büyümüş bir ekonomi pastası vardı, inanılmaz borçlarla ekonomi dönüyordu. Geniş toplumsal kesimler de bu kaşığın ucuyla verilen kaba, nobran sosyal devlet uygulamalarından da memnundular. Vaktimiz yeterse bu uygulamaların bir örneğini dernek ve vakıflara yapılan bağış meselesiyle açıklamaya çalışacağım. İllüzyonda olan AKP seçmeni, ülke devasa borçlanma içindeyken Erdoğan'ın söylediklerinin doğru olup olmadığına, hakaretamiz sözlerine aldırmıyordu.

Clinton'ın Oval Ofiste yaşananlara ilişkin yalan söylediği ortaya çıktığında Amerika halkına soruldu, bir araştırma yapıldı; ABD seçmeni “evet, Clinton yalan söyledi ama o bizim yalancımız” diyorlardı. Otokrasilerde de görülür bu durum. Seçmen o an memnunsa otokratı sahiplenir; bağrına basar “o bizim küfürbazımızdır”, “o bizim yolsuzluğumuzdur” derler. Bizim yolsuzumuz, küfürbazımız, bizim yalancımız! Dolayısıyla uzunca bir süre Erdoğan, daha sonra Bahçeli-MHP eklenmesiyle bu ikili, kutsal kase oldu. Bu iktidarı ve bu ikiliyi eleştirenlere, bu radikalleşmeye itiraz edenlere bu ikili tarafından sürekli hakaret edildi. Yani bu yaşadıklarımız Erdoğan'ın ilk hakareti değil. CHP Milletvekili Engin Altay'dan dinledim, Erdoğan’ın bugüne kadar yaptığı hakaretlerden bir liste çıkarmış, bir paragraf dolusu hakaret… Ekranda okudu bunları Altay.

Demokratik bir rejim içinde olsaydık Erdoğan ve iktidarı devrilmiş, iktidar değişmişti. Ancak Erdoğan’ın kurduğu rejimin araçları ona nimetler tanıyor, bu da baskı ve korkulara dayanarak ayakta kalma, iktidarını sürdürme imkanıdır.

Ama şimdi artık bugün eskisi gibi değil. Ülke bugün ekonomik bir buhran yaşıyor, yolsuzluk algısı artık çok ciddi hoşnutsuzluğa yol açıyor. Birincisinin etkisi, ikincisini de artırıyor. Bunların hepsi bir araya geldiğinde de ilizyon bozuluyor, yoksulların ipotek altındaki oyları çözülüyor. Yüksek enflasyon karşısında gelirleri eriyor, kaşığın ucuyla dahi alamıyorlar. İktisadi buhran geniş toplumsal kesimleri iktidardan uzaklaştırıyor. Dünyada da genellikle böyledir. Yapılan araştırmalara göre, seçmen davranışlarında özellikle son bir yıl çok önemli, hatta son altı ay. Seçmenin çok büyük bir bölümü son dönemde kendisine ne verildiğine bakıyor. Ne kadar refah verdi, para verdi , kredi verdi, ne kadar güvenlik verdi? Şimdi bunları veremiyorsun. Refah azalıyor, gelir katkın olamıyor, o zaman denenmiş bir uygulamaya geçiyorsun. Korku ve güvenliğe oynamak. Bugün de korku ve güvenliğe oynanıyor. Otokratların genelde oynadıkları alanlardır korku ve güvenlik.

Dolayısıyla, evet, Türkiye mali açıdan zayıf bir otokrasi; zayıf otokrasi borçla kuruldu. Devasa borçlarla karşı karşıyasınız ve eskisi gibi dış mali kaynaklara artık ulaşamıyorsunuz. 180-190 milyar dolar civarında önümüzdeki bir yıl içinde taze döviz- para lazım. Döviz kıtlığı had safhada. Üstelik negatif faizlerdesiniz. 128 milyar doların hesabını hala vermiş değilsiniz. Döviz bulmak için seksen takla atıyorsunuz ama nafile... Ülkede halkın serveti, kamusal kaynakların büyük bir bölümü, ülkenin dövizi tüketildi.

Döviz biriktiremeyen otokrasiler suç biriktiriyor. Döviz bitince suçlar daha fazla ortaya çıkıyor. İçinde bulunduğumuz durum böyle bir açmazın ürünü olarak karşımıza çıkıyor. Gezi hareketine katılanlara hakaret ediliyor, terörist deniliyor. Nazi Almanyasında Yahudilere, komünistlere küfredilmesi gibi bir şey. Ülkede haklarını arayan insanlar; HDP'liler terörist, CHP'liler terörist, İmamoğlu terörist, muhalif olan herkes bugünkü iktidara göre terörist. Gök kubbede korku üretmek gerekiyor. Bu oyun 2015’te denendi ve kaybedilen iktidar yeniden kazanılıp otokrasi kuruldu. 2015 bugün de denenmek isteniyor. Suriye'ye harekat yapılıyor , bir bakıyorsunuz sahte canlı bomba haberleri, bazı gruplara karşı soruşturma, gözaltılar; HDP, HDK soruşturmaları, bitmeyen FETÖ operasyonları… Bunlar geçmişte çok denendi. İktidarı kurtarmak için vaatler verip refaha oynayabilirsiniz, bunları yapamayınca ya da inandırıcılığınız kalmamışsa toplumun korkularına oynayabilirsiniz. Türkiye bu oyunu bugün bu çürük meyveyi tekrar yer mi?

2015 Haziran ve Kasım seçimleri arasında yaşananları biliyoruz. Dönemin başbakanı Davutoğlu da, dönemin başbakan yardımcısı olan Babacan’da, dönemin meclis başkanı da, AKP'nin üst düzey yöneticileri korkuya oynandığını itiraf ediyorlar. Oyun alanının daralması iktidarın muhalif olanlara hakaret ve nefretle yaklaşmaya bir yol açıyor… Ülke bir barut fıçısı haline getiriliyor ve barut fıçısının patlaması isteniyor. Öfke çok çok yükselmiş durumda, adaletsizlik içimizde muazzam bir tahribat yapıyor. Ama öfkemizin içimizi yemesine müsaade etmememiz gerekiyor.

Ekilen pek çok nefret tohumu, kutuplaşma hareketi, Cumhuriyet Halk Partisi'ne ve altılı masaya, HDP’ye kadar uzanan nefret dili ve baskılar; Suriye harekatı da bunun bir parçası, aslında Suriye’de kıpırdayamıyor, ama kaç seferdir hep böyle kükrüyor, “ülkemizi terörden kurtaracağız”, “teröre destek veren ülkeleri NATO'ya sokmayacağız” hamasetleri uçuşuyor..

Biraz İsveç’le olan ilişkilerimiz baktım. Meğer İsveç bizim stratejik ortağımızmış, haberim yoktu. Çokça dostluk geliştirmişiz ki İsveç'le -Dışişleri Bakanlığı sitesinde yazıyor- stratejik ortağımız olmuş! Kükrediğimiz İsveç stratejik ortağımızmış. NATO ülkelerine haykırıyoruz, herkese kafa tutuyoruz, engel oluruz diyoruz ama 190 milyar dolarlık yıllık çevireceğimiz döviz açığımız var. Bunu da çevirmek bir yana, çok acayip bir borç stokumuz var. Dünya ile başınız dertte, ilişkilerimiz problemli; Rusya buna dahil, Amerika Birleşik Devletleri dahil. Sadece gezicilere mi küfrediliyor, ülkelere de küfredildi; ülkelere ve liderlerine neler söylenmedi? “Benim için bitmiştir” dediği kaç başkan oldu? Macron bitmişti, Biden bitmişti, en son olarak da kim bitti, Miçotakis bitti.

Mesele şu; otokrasiden çıkmaya hazır mıyız? Otokrasiden nasıl çıkacağız? Otokrasiden demokrasiye geçiş sürecinde altılı masa-ittifak çok önemli. Bu diyalog ve birliktelik mesafe aldıkça otokrasi de vites yükseltiyor. Hep yaptığımız bir tespit var; önce Türkiye'nin seçime gitmesi, sonra seçim güvenliğinin sağlanması, seçimin ezici bir sonuçla kazanılması, sonrasında da iktidarın sorunsuz teslim alınması… bitmiyor. Türkiye'nin baştan başa yeniden inşası gerekiyor. Parlamenter sisteme geçiş ve tahrip olan tüm alanların yeniden inşası; yargı, medya düzenlemeleri, yapılan ihaleler, sözleşmeler, yolsuzluklar, kirli ilişkiler… hepsinin elden geçmesi gerekiyor. Havuz sermayesinin varlıkları, 20 yılın ayrıcalıklılarının elden geçmesi gerekiyor.

Bakın, bugün “666-B” diye kodlanan günün yıldönümü. 1977 Haziran Seçimlerinin yıl dönümü. 45 yıl önce genel seçimler olmuştu ve bir slogan vardı; “Altıncı ayın altısında, saat altıda Ecevit başbakan” diye. O seçimlerde Cumhuriyet Halk Partisi -Bülent Ecevit başkanlığında ana muhalefet partisi- tarihinin en yüksek oyunu aldı; %41 oy aldı, ancak iktidar olamadı. Bu tarihten 25 yıl sonra 2002’de Adalet ve Kalkınma Partisi %34 oy aldı ve bu oy oranıyla tek başına iktidar oldu. Yirmi yıldır da iktidarda. Bu tarihi hatırlatmamın nedeni, 1977 ile 1980 arasında yaşadığımız cehennemi hatırlatmak içindir. Büyük bir cehennemi yaşadık. O yıllarda lise ve üniversite öğrencisiydim, Ömer Bey öğretim üyesiydi. Cehennemin yaşanmasının önemli sebebi -özellikle sosyalist sol da dahil olmak üzere- ittifaklara partilerin yanaşmamasıydı. Cumhuriyet Halk Partisi, bugünün Cumhuriyet Halk Partisi'nin çok çok ötesinde, standartlara uygun bir sosyal demokrat partiydi. Türkiye'de çok kitleselleşmiş bir sosyalist, sol, devrimci ve emek hareketi söz konusuydu. Ve cehennemi hep birlikte yaşadık. Bunun sonucu olarak 12 Eylül Darbesi gündeme geldi. Bu seçimlerde Cumhuriyet Halk Partisi’si sosyalist sol tarafından doğru değerlendirilseydi, kenetlenilseydi CHP tek başına iktidar olabilirdi. Fark 13 milletvekiliydi. Ya da sonrasında Cumhuriyet Halk Partisi-Adalet Partisi birlikteliği söz konusu olsaydı, belli ilkelerde birleşselerdi, 12 Eylül Darbesi olmazdı. Ayrıca Türkiye 1981’de Yunanistan'la Avrupa Birliğine ( o zaman AET) katılabilirdi... Çıkartacağımız çok dersler olduğu için 45 yıl öncesini hatırlatma gereği duyuyorum.

Hep söylüyorum; otokrasiden demokrasiye dönüşü isteyenlerin, siyasi partilerin, demokratik kitle örgütlerinin, sivil toplum örgütlerinin, iki tane ajandası olması gerekiyor: Biri kendi ajandanız, biri de ittifak ajandası. Enerjimizi bu şekilde sunarsak sorunların aşılmasında katkıda bulunuyor oluruz. Karşımızda dökülen bir otokrasi var, otokrasinin kaynakları tükenmiş durumda. Ve otokrasinin ilüzyonundaki kitleler de çözülme durumunda. Fiyatlar üç buçuk ayda üç buçuk kata çıkıyorsa, insanlar fakirliğe gömülüyorsa, on milyon işsiz varsa, yedi milyon yeni oy verecek bir genç kapasite varsa, otokrasiden bıkmış bir halk varsa, herkesi terörist gören, Gezicilere Hitler’in kızıllara, Yahudilere yaptığı gibi hayat hakkı tanımamaya başlamış bir iktidar varsa, buna karşı demokrasi cephesi örülmesinden başka çare yoktur. Üşenmedim, Mussolini’nin faşizmi açıkladığı konuşmasına baktım, hakaret ediyor mu diye baktım. Orada bile böyle bir şey yok. Bu hakaretlerden AK Partililerin, AK Partili kadınların, oy verenlerin de rahatsız olduğu muhakkak. Toplumun büyük bir bölümü, AKP’ye eskiden oy verenler de dahil olmak üzere, kendisine hakaret eden bir cumhurbaşkanı istemiyor.

ÖM: Evet, yani bu dönüşüm olacaksa, siyasi bakımdan otokrasiden demokrasiye geçilecekse, dönüştürülecek en önemli şeyler yolsuzlukla mücadelenin, medyanın ve yargının bağımsızlığının tekrar sağlanmasının hayati önem taşıdığını da söyleyebiliriz herhalde, değil mi?

AB: Tabii ki. En temel eksiklik adaletsizlik. Şunları pek çok kez programlarda dile getirmişimdir; Merkez Bankası’nın başından Erdem Başçı gittikten sonra “Merkez Bankası, Sarayın bankası oldu”, Birol Aydemir TÜİK’in başından gittikten sonra “TÜİK sarayın oldu” dedim. Bu isimler de AK Parti'nin getirdiği arkadaşlardı. Ama bilim namusu ve bürokratik namusu olan insanlardı. Türkiye'de veri ve bilgi güvenliği kalmadığını hep söylerim, çünkü hukuk güvenliğinin kalmadığı yerde veri ve bilgi güvenliği yoktur. Bakın, Merkez Bankasının ve TÜİK'in haline. Her zaman siyasal müdahaleler olmuştu, ama cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi denilen garabet bir otokratik sisteme geçtikten sonra Türkiye kurumlarını, aynı zamanda hafızasını da kaybetti, en başta başbakanlık müessesesi gibi. Beğenin, beğenmeyin, başbakanlık müessesi bir hafızadır. Hafızanın kaybolduğu bir ülkede yaşıyoruz; tek bir insanın ağzına bakarak yürüyen bir idare var, parlamento devreden çıkmış, yargı-medya iktidarın emrine girmiş... Ülke böyle yürüyemiyor mümkün değil… Yürütmedeki insanların, bürokratların, bakanların hiç hükmü yok... Kaç tane bakan değişti, 10’a yakın bakan değiştirdi. Adalet ve Kalkınma Partisi yolsuzluk ve yoksulluk temaları işleyerek geldi. İlk önceleri sivil topluma sığınıyordu, sivil toplum örgütlerine sığınıyordu, Avrupa Birliği'ne sığınıyordu, Kürtlere sığınıyordu.

Şimdi hatırladım, 1977 seçimlerinde CHP'nin başarısı ve ondan sonraki yaşananlara bir şeyi eklemem lazım; Cumhuriyet Halk Partililere de sorarım, “son elli yılda yaşadığınız en büyük seçim başarısını sayar mısınız”, diye. Başarılı seçimler 1973, 1977 ve 1991 seçimleridir. Bu başarıların arkasına da bakalım; o dönemde Cumhuriyet Halk Partisi'nin Doğu ve Güneydoğu'da varlığı vardı. Bugünkü gibi değil. Bugün ana muhalefet olarak ülkenin önemli bir bölümüyle temas etmiyorsunuz -ki o zaman Kürt kelimesini bile kullanamıyorduk, meşhur TCK 141, 142. Maddeleri vardı. Bu maddelerin uygulayıcısı adamlardan biri de yeni vefat etmiş, Nusret Demiral, DGM eski savcısı- O dönemde bölgedeki halka dokunan bir CHP, ana muhalefet vardı. %41 oyun içi de çok önemliydi; Ahmet Türk CHP milletvekiliydi, Nurettin Yılmaz CHP milletvekiliydi. “Doğu Sorunu” deniliyordu, aslında Kürt sorununa; CHP Doğu Sorununu gündeme getiriyordu. Dolayısıyla HDP'siz bir ittifakın ciddi bir eksiklik olduğunu, sorun teşkil edeceğini göz önünde bulundurmak durumundayız. Umarım 6’lı masa, otokraisiden demokrasiye çıkış için HDP yokluğunu aşan çözümler bulmaya çalışır. Seçimleri kazanmakla iş bitmiyor, yeniden Türkiye'yi inşa etmek için kurucu iradeyi oluşturmak gerekiyor. Çünkü Türkiye'nin sorunları bir seçimle değişecek sorunlar değil. Tahrip olmuş bir ülkeyiz, özellikle yolsuzluklar konusunda. Türkiye'nin bir yolsuzluklar bakanlığını çok kuvvetlice oluşturulması gerekiyor.

ÖM: Evet, galiba süreyi de doldurmuş olduk böylece Ali bey. Çok yoğun olduğu için tabii…

AB: Peki, kolay gelsin size. İyi yayınlar diliyorum, hoşça kalın.

ÖÖ: Görüşmek üzere.