Kaftancıoğlu hakkındaki yargı kararı ve Kılıçdaroğlu'nun SADAT açıklaması

Ekonomi Politik
-
Aa
+
a
a
a

Ekonomi Politik'te Ali Bilge, Kılıçdaroğlu'nun SADAT açıklaması, Canan Kaftancıoğlu hakkındaki yargı kararı üzerine konuştu.

Kılıçdaroğlu SADAT'ın önünde

(16 Mayıs 2022 tarihinde Açık Radyo’da Ekonomi Politik programında yayınlanmıştır.)

Özdeş Özbay: Merhabalar Ali bey, günaydın!

Ali Bilge: Günaydın Özdeş, günaydın İlksen, günaydın Feryal, herkese iyi haftalar diliyorum.

ÖÖ: Teşekkür ederiz.

İlksen Mavituna: Size de.

AB: Bugün değineceğim iki konu var; birincisi, Kılıçdaroğlu’nun SADAT ziyareti, ikincisi, ilkiyle bağlantılı olarak da Canan Kaftancıoğlu’na biçilen hukuki durum. Bunlara odaklanalım, diğer konuları vaktimiz ölçüsünde değerlendiririz.

SADAT’la ilgili olarak diyebilirim ki, bu konuda Türkiye’de ilk yayını Açık Gazete’de Ekonomi Politik’te yaptık. Biraz bundan bahsetmek istiyorum. 2003 Nisan ayında Ekonomi Politik yayınlarına başladık. 2003, AKP’nin yeni iktidara geldiği, iktidarda olduğu ilk yıldı. Abdullah Gül başbakandı, Erdoğan yasaklıydı henüz değildi. O yıllarda Türkiye’nin Avrupa Birliği süreci büyük bir ivmeyle devam ediyordu, demokratikleşme her cephede gündemdeydi, sivil toplum gelişiyor, Türkiye’nin tabu konuları konuşuluyordu. AKP ile ciheti askeriye arasında şiddetli gerilimler yaşanıyordu. Türkiye’de hakim olan askeri vesayet rejiminin nasıl değişeceğini, nasıl dönüşeceğini tartışıp konuşuyorduk. AB uyum paketleri en önemli ve gündemin başı konulardı.

Dolayısıyla askeri vesayet kurumlarını programlarda konu ediyorduk. Bu kurumlardan bir tanesi Milli Güvenlik Kurulu, diğeri Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu, üçüncüsü de Yüksek Askeri Şura’ydı. MGK’nın gizli yönetmeliği, tüzüğü ortaya çıkarıldı. Radikal gazetesinin manşet yaptığını hatırlıyorum. Hakimler ve Savcılar Kurulu ve Yüksek Askeri Şura kararları yargıya gidemiyordu. 12 Eylül Anayasası ile yapılmıştı bu düzenleme. 1980 öncesinde Askeri Şura kararları yargıya gidebiliyordu. Demokratikleşme odaklarından biri Yüksek Askeri Şuraydı. Ben de YAŞ tüzüğünüm peşine düşmüştüm. YAŞ tüzüğünün olduğunu biliyorduk, duymuştuk ama bilmiyorduk. YAŞ tüzüğü gizli bir tüzüktü. Askeri Şurada nasıl oluyordu bu değerlendirmeler, terfiler neye dayanarak yapılıyordu, YAŞ tüzüğü nasıl bir tüzüktü, YAŞ’ın yapısı, çalışma esasları nasıldı? Cumhuriyetten itibaren böyle kurumlar vardı; YAŞ’ı irdeliyor, programlarda gündeme getiriyorduk. Bir gazeteci olarak bunun peşine düşüp araştırma yapıyordum.

ASDER ve General Adnan Tanrıverdi

Yaptığım araştırmalarım esnasında bir dernekle karşılaştım, muhtemelen 2005-2006 yılları olabilir, belki daha erken. Dernek, Adaleti Savunanlar Derneğiydi ve  YAŞ kararlarıyla emekli edilmiş subaylardan müteşekkildi. Derneğin başında Emekli General Adnan Tanrıverdi vardı. Tanrıverdi’nin bir web sitesi de vardı, ASDER’le Tanrıverdi’nin sitesi iç içe geçmişti. Tanrıverdi sitesinde çok ilginç yayınlar yapıyordu, yazılar yayınlıyordu. O devirde sosyal medyayı web sayfaları üzerinden takip ediyorduk. Bu dernek benim görüş alanıma girdi, çünkü çok ilginç incelemeler yayınlanıyordu. Özellikle askeri cenahla ilgili konuları işliyor, analiz ediyordu. Doğrusu buradan çok şey öğrendiğimi söyleyebilirim.

Askeri şurada iki sivil vardı; biri başbakan, biri savunma bakanı, kalanı orgenerallerden ve kuvvet komutanlarından oluşan bir kuruldur. YAŞ tüzüğü peşine düşüp araştırma yapmam sonucunda bu dernekle de temasım oldu. YAŞ tüzüğünü Tanrıverdi ve ASDER’de bilmiyordu, sorularıma yanıt veremediler. Gizli bir tüzüktü; YAŞ gündemini Genelkurmay Başkanı adına ikinci başkan hazırlıyordu, sivillerin inisiyatifi yoktu. Bir anlamada önlerine geleni imzalıyorlardı. Nitekim AKP hükümetleri kararlara muhalefet şerhi düşmeye başladılar, Başbakan Gül ve Savunma Bakanı Vecdi Gönül... Hatırlıyorum ortalık karışmıştı…

Geriye dönüp baktığımda 2008-2009’daki YAŞ kararlarına ilişkin olarak yaptığımız programlarda YAŞ tüzüğünden ve gizliliğinden söz edip değerlendirme yapmışım. O dönemde Ömer Madra ile birlikte Avi de vardı. ASDER ve General Tanrıverdi benim alanıma girmişti, faaliyetlerini ve yayınlarını takip etmeye devam ediyordum. Nitekim bir süre sonra, tarihleri tam bilemiyorum, çünkü 2009’dan sonra programlar uzun yıllar boyunca çözülmemeye başladı, 10 yıl filan sürdü… Ancak notlarıma ve tahminlerime göre 2010 yılı Ocak ayında ASDER’i (Adaleti Savunanlar Derneği) programda anlatmışım. Derneğin ana konusu ve amacı darbeler sürecinde ve Yüksek Askeri Şura ile ordudan atılanların haklarını savunmaktı. Bu mücadele sonuç verdi ve 2011 de haklarını aldılar, emeklilik ve özlük haklarını kazandılar.

ASDER muhafazakar, dindar, İslamcı diyebileceğimiz kesimi oluşturuyordu. Ancak sosyalist görüşleri nedeniyle ordudan atılanların da başka bir koldan mücadelecisi sürüyordu. 1980 öncesinde, özellikle 1978 harp okulu mezunlarının çoğu sosyalist ve devrimci arkadaşlardan oluşuyordu. Kenan Evren ve 12 Eylül yönetimi bu yıl mezunlarının neredeyse tümünü TSK’dan ihraç edip ortadan kaldırmıştı. Bu kesim hapis yattı, işkence de gördü. Benim arkadaşlarım da vardı bunların arasında, onların da mücadelesi var. Aynı haklar için iki fazda mücadele vardı, ASDER muhafazakar kanattı. Sonuçta kanuni bir düzenlemeyle hepsi haklarını aldı. Memleketin demokratikleştiği, AB hedefinde yüründüğü, askeri vesayet kurumlarının sivillerin kontrolüne girdiği düşünülüyordu. 2010 Anayasa referandumu, 2011’deki AKP’nin genel seçimlerdeki zaferi, AKP eliyle demokratikleşme yılları!... Söylediğim gibi Emekli General Tanrıverdi’nin yazıları, araştırmaları, ziyaretleri benim radarıma girdi. Öğrendiklerimi araştırmalarımı yeri geldikçe Ekonomi Politik’te anlatıyordum.

"Özel askeri şirketler hakkında Körfez ve Irak Savaşlarında çok şey öğrendik"

Bir süre sonra takibatıma şu takıldı; 2011 sonları, 2012 başlarında ASDER bir basın bülteni yayınladı. Basın bülteninde, ASSAM’ın kurulduğu (Uluslararası Savunma Danışmanlık Stratejik Araştırmalar Merkezi) belirtiliyordu. Aynı bültende ASSAM’ın da SADAT’ı kurduğu ilan ediliyordu. SADAT ve ASSAM’ın ne yapacağını, ana sözleşme ve faaliyet alanlarını okuyunca bu işin hak mücadelesinden daha farklı ve ilginç bir platoya yükseldiğini fark ettim. Gazeteciliğim gereği Açık Radyo’da, 2012 Ocak ayında yaptığımız bir programda tüm bunlardan bahsetmişim. Nitekim şirket ticaret siciline 2011 Kasım ayında başvurmuş, şirkete izin verilip ana sözleşme yayınlandıktan sonra ASDER’in özlük hakları mücadelesi başka bir rotaya geçmiş oldu. Bunları Açık Radyo ile dinleyicilerle ve kamuoyu ile paylaşmak dolayısıyla farz olmuştu. Nitekim SADAT diye bir şirket kurulduğundan çok ilginç bir ana sözleşmesi olduğundan bahsetmişim. Ocak 2010’da ASDER’i anlatmışım, 2012’de ASSSAM ve SADAT’ı anlatmışım, 2009 Temmuz ayında -demek ki YAŞ öncesi- YAŞ tüzüğüne dikkat çekmişim.

ÖÖ: Ali bey bu ASSAM dediğiniz ASAM değil, değil mi?

AB: Hayır.

ÖÖ: Ümit Özdağ’ın…

AB: Yok değil. O devirde böylesi benzer merkezler, vakıflar, dernekler çokça kuruluyordu; ASDER, ASSAM’ı kuruyor, ASSAM da sonra SADAT’ı kuruyor. SADAT’ın ana sözleşmesine yazılanlara baktığımda zaten orada yazılanlar beni titretti. Neler yazıyordu bu bültende?

Değişim süreci yaşayan İslam ülkelerinde, rejimler maalesef kanlı eylemler sonucunda el değiştiriyor. Yeni yönetimlerin, ülkelerinin yığın haline gelmiş sorunlarını kısa ve orta vadede çözmeleri mümkün görülmüyor. Rejimlerinin oturması ve kendi ayakları üzerinde kalmaları için 40-50 yıllık uzun bir süreye ihtiyaçları var. Orduları da dağılıyor. Yeniden düzenlenmesi gerekir. Bu ülkelerin yalnız bırakılmaması gerekir. Bu değişimi, kendi içlerindeki ihtilafları gidermek ve İslam ülkeleri arasındaki safları sıklaştırmak için fırsat bilerek yardımlarına koşmak gerektiği kanaati ile bir girişim başlattık.

Daha sonra bu amaçları daha ileriye götürdüler; İslam devletine, İslam birliğine, İslam askeri paktına kadar uzanan görüşler sergileniyordu. ASSAM ve SADAT kuruluşundan sonraki yıllarda yaptıkları faaliyetlerde, Emekli General Tanrıverdi ve diğer yetkililerin yaptıkları konuşmalarda bu talepler ve hedefler dile getirildi. Bunlar Tanrıverdi’nin özel sitesinde, ASDER ve SADAT’ın web sitelerinde var. Ancak şirketin ülke içi ve dışı faaliyetlere ulaşmanız mümkün değil, ticari sırmış…

Özel askeri şirketler hakkında 1991 ve 2003 yıllarında gerçekleşen Körfez ve Irak Savaşlarında çok şey öğrendik; özel askeri şirketleri öncesinde pek bilmiyorduk, daha önce bizler, paralı askerleri Amerikan filmlerinden biraz biliyorduk. Özel askeri şirketlerle bu savaşlarda karşılaştık, savaşlardaki rollerini öğrendik. Vietnam’da vs. var ama yakinen bu savaşlarda gördük. SADAT’ın kuruluşu ile bölgede başlayan savaşlar arasında ilişki kurmak pekâlâ mümkün, çünkü SADAT’ın kuruluş yıllarında bölgede iç savaşlar başlıyor. O devirde Arap Baharı denilen İslam ve Orta Doğu coğrafyasında savaşlar, çatışmalar başladı. Önce özlük haklarını kazanarak bir dernek, oradan stratejik araştırmalar merkezi, oradan da savunma sanayi, silah eğitimi, ordu, özel ordu vs. uzanan bir özel yapılanmaya gidildiğine şahit olduk.

Elbette bu dönemde Suriye İç Savaşı başlıyor. Malum Suriye ile Erdoğan ve AKP hükümetleri çok canciğer kuzu sarmasıydı. Beşar Esad’la birlikte AVM’ler açıyorlardı, birlikte tatiller yapıyorlardı. O zamanki başbakanımız Erdoğan, Dışişleri bakanımız Davutoğlu’ydu. Bir süre sonra bu ilişkiler bozuldu. Suriye muhalefetini ABD ile birlikte Türkiye desteklemeye, eğitmeye başladı. Suriye muhalefetinden ordu kurulması gündeme geldi ki o devirdeki dış yayınlarda Amerikan askeri heyetiyle birlikte bu unsurların Türkiye’de eğitildiğine dair de pek çok yazı yayınlandı. ABD ile bu anlamdaki ilişkiler Mayıs 2013’e kadar sürdü. Oval Ofis’te Obama ile Türkiye yönetimi bir araya geldiğinde Erdoğan, Davutoğlu ve MİT müsteşarı arasında büyük bir gerilim yaşanır. Meşhur beysbol sopası hikayesi; toplantıyı Obama terk eder, sonra tekrar gelir Obama. Gerilim özel ordu meselesindeki görüş ayrılığı nedeniyle ortaya çıkar, Obama “Siz İslami grupları eğitiyorsunuz” diye suçlar. Bunlar Tolga Tanış’ın kitaplarında -o zamanki Hürriyet’in ABD temsilcisi- vardır, daha başka kaynaklarda da yazılı. Türkiye bundan sonra, Suriye’deki malum süreçlere daha fazla dahil olur; hem ABD ile hem de Rusya ile sayısız gerilimler yaşarız.

"AKP, bugün dövdüğü güçlere sığınıyordu"

SADAT’ın kuruluşunu ve gelişimini analiz ederken Suriye’deki gelişmeleri, Suriye’de desteklenen yapıları eklemek durumundayız. Zamanlama manidardır. Öyküsünü 2006’lardan başlattığım bu süreç, SADAT yapılanması ve Tanrıverdi olgusunu bölgesel gelişmelerle birlikte ele almak lazım gelir. Tanrıverdi, 2016’da saraya, Erdoğan’a danışman olur. Bu dönemde darbe girişimleri olur, OHAL ilan edilir, otoriter rejimin kurgulanması gündeme gelir. Benim vizörümden SADAT’ın kısaca öyküsü böyle. SADAT daha sonra siyasi partilerin ve medyanın da radarına girdi. Bir kurultay yaptılar, kıyamet koptu. O kurultayda İslam orduları birliğinden, İslam devletinden, Mehdiden söz ettiler. SADAT bu şekilde Türkiye’nin gündemine oturdu.

Kılıçdaroğlu son zamanlarda pek çok kuruma ziyaret yapıyor, bazı kurumları işaret ediyor. Ancak burada işaret ettiği çok ciddi bir kurum, paramiliter güçlere eğitim verdiği iddia edilen bir kurum. Paramiliter güçlerin eğitimi yapılıyor, ayrıca Suriye’deki muhalif ve İslamcı orduya eğitim ve destek de söz konusu. Bu kurum ve faaliyetleri ülke içinde ve dışında Türkiye’nin gündemine girdi. SADAT yabancı ülke ve istihbaratların raporlarında yer aldı. Ayrıca SADAT dışında, daha önce programlarda birkaç kez bahsetmiştik, Cami Gençlik Kolları projesi bulunuyor. Diyanet İşleri Başkanlığı’nın projesinden, periferisindeki bazı güç ve yapılardan söz etmiştik. Bunlar, sözde gençleri uyuşturucudan, içkiden kurtaracak, çay sohbetleri edecekleri yerler olacak diye planlanıyor. Ama bunlar çok dikkat çekici ciddi sonuçları olabilecek gelişmelerdi. Türkiye’de 86 bine yakın cami var, her camide 10 tane genç hedefleniyordu. O zaman yaptığımız araştırmalarda, 1500 tanesinde altyapısının tamamlanmış olduğunu öğrenmiştik. Halen bu mevzuda durum nedir bilmiyoruz. Bunun dışında başka paramiliter örgütlerden söz ediliyor; özellikle Osmanlı Ocakları, HÖH’ler, pek çok dini vakıflar, dernekler, tarikatlar, onların kuran kursları vs., cemaatler, TÜGVA, Ensar var. Özellikle Milli Eğitim Bakanlığı ile Diyanet İşleri Başkanlığı arasındaki protokollere, Adalet Bakanlığı diğer bakanlıklar ve kuruluşlarla yapılan protokollere hep dikkat çekmiştik. Kılıçdaroğlu’nun gecikmeli de olsa böyle bir yapıya dikkat çekmesi çok önemli. Konunun benim cephemden Açık Radyo, Açık Gazete sürecindeki kısa tarihi böyle.

ÖÖ: Bu T24’te bir haber vardı; SADAT için şöyle bir açıklamada bulunmuşlar, kamu kurumlarından 545 milyon değerinde 110 ihale almış bu SADAT’çılar. Bu SADAT’ın açılımında bir de inşaat var. Şimdi savunma danışmanlık ama bir de inşaat var. O kısmını tam anlamadım.

AB: Askeri inşaatları kast ediyor olmalılar; istihkam faaliyetleri dediğimiz işler, köprüler, koruganlar, kuleler yapılır, onlar olmalı. Askeri inşaatlardır, cephe hattındaki muhtemel yapılardır... ASDER’den ASSAM’a, oradan SADAT’a böyle bir durum var. SADAT’ın ana sözleşmesi çok dikkat çekiciydi. Okuyunca bana Körfez’deki Amerikan özel askeri şirketlerini hatırlattı. Suriye’de de savaş var, biz de tarafız ve daha sonra Türkiye, Suriye içlerine dönük harekatlar yaptı, üç bölgeye yerleşti. SADAT böylelikle daha fazla gündeme gelmeye başladı.

Emekli General Tanrıverdi’nin özgeçmişi de dikkat çekiciydi, çünkü Özel Harp Dairesi’nde çalışmıştı... Çok dikkat çeken bir durumdu hem İslami görüşlere sahip olmak hem de ÖHD’de yer almak! İçinden gelmesi nedeniyle ordunun içini çok iyi biliyordu; yasaları, gelişmeleri çok iyi izliyordu ki o dönemlerde sürekli konuşulan ve beklenen darbe mevzularıydı; “ordu darbe hazırlığında mı? Şunlar darbeyi istiyor, şunlar istemiyor, genç subaylar rahatsız, cumhuriyet mitingleri vb.”

AKP’nin bu netameli günlerde, askeri vesayetle çatıştığı dönemlerde sığındığı yer demokratik güçlerdi, liberaller ve sivil toplumdu. Yani bugün dövdüğü güçlere sığınıyordu, Kürtlere sığınıyordu, bugün üstüne gittiği, kan kusturduğu kesimlere sığınıyorlardı. AB sürecine sığınırdı, demokratikleşmenin, askeri vesayet kurumlarının sivilleşmesini savunan kesimlerin yanında yer alırdı. SADAT’çılar da özlük hakları hareketinden, gayrinizami harp eğitimi veren kuruma dönüştü, iktidarla iç içe geçti.

ASDER ve Tanrıverdi sitelerini öğrendiğimde bunların maddi güçleri yoktu, güçlü değillerdi. Durumları web sitelerinden anlaşılıyordu, kişisel gayretle sürdürüyorlardı. Şu anda şirketin başında bulunan oğlu web sitesiyle uğraşıyordu. Sanki web sitesine ayıracak kaynak bile bulmakta zorlanıyorlardı gibi hatırlıyorum. Sanıyorum bir süre sonra AKP’nin de bu yapı dikkatini çekmiş olsa gerek ki burası palazlandırıldı. Şimdi şirketin başında oğlu Melih Tanrıverdi var. Hatta Kılıçdaroğlu’nun ziyaretine ilişkin bir açıklama koymuşlar.

Son olarak, bu örgütlenme, bu kurum Türkiye açısından açıklığa kavuşturulması gereken bir yapıdır. Açıklık ve şeffaflık yeterli değil, faaliyetlerinde grilik/karanlık gözüküyor. Üstlendikleri fonksiyonları bilmiyoruz; bunların başında darbe girişimi öncesi ve sonrası geliyor. Meclis demokratik bir meclis olsaydı bunları araştırmak mümkün olabilirdi. Umarız otokrasiden demokrasiye geçmek mümkün olduğunda bu tür yapıların aydınlanması mümkün olur. İsterseniz bağlantılı bir konu olan Kaftancıoğlu’na geçelim.

Erdoğan'ın üç travmasından biri 2019 yerel seçimleri ve Kaftancıoğlu

ÖÖ: Bir minik araya gireyim; Independent Türkçe’de Cihat Arpacık bu konuya odaklanan bir araştırma yazısı kaleme almış, “SADAT Türkiye’nin yeni derin devleti mi, yoksa muhalefetin icat ettiği bir hayalet mi?” diyor. Sizin de bahsettiğiniz bir dizi ayrıntıya bu yazıda yer vermiş ve Melih Tanrıverdi, bahsettiğiniz gibi yönetim kurulu başkanı. SADAT’ın faaliyetleri hakkında uluslararası basına konuşmuş daha önce. Onlara da yer vermiş, Defence Here’a konuşuyor, “60 civarında ülkeye hizmet sunmaya çalışıyoruz” diyor. “Ülkenin özel kuvvetlerinin durumunu tespit edip uluslararası standartlar arasında farkı ortaya koyup raporluyoruz.” gibi ilginç açıklamalarda bulunmuş. 60 ülke mi bu? 60 ülkede farklı kurumlar mı bu hizmet verdikleri?

AB: Bunları bilmiyoruz, ama bildiğimiz Türkiye ve İslam ülkeleri başta olmak üzere Katar’da var, Suriye’de var, Irak’ta var, düne kadar Afganistan’da vardı. Sudan’da Sevakin adasını alıp orayı üs haline getiriyorduk! O yıllarda İslami dünyada da popülaritesi yüksekti AKP’nin ve Erdoğan’ın. Gazze’de, Şam’da namazı kılacaktık, Mısır’a ders veriyorduk, Afrika’da Somali başta olmak üzere her yerdeydik. İslami ülkelerin lideri pozisyonuna soyunmuştuk; Beşar Esad’ı da dize getirecektik, Şam’da da namaz kılacaktık.

SADAT’ın geçmişi bu şekilde, istikametleri bu şekilde gelişti. İyi incelenmesi lazım. İslami ve milliyetçi tüm yapılara, cemaatlere yakındılar. Hatırladığım, bunlardan Muhsin Yazıcıoğlu ve partisine de yakın gibi duruyorlardı. Onun vefatı da şaibeli bir durumdur. Bugünlük isterseniz SADAT konusuna bu kadar değinmiş, dikkat çekmiş olalım. Kaftancıoğlu meselesine gelirsek… Kalan süremiz, 10 dakikamız kaldı galiba.

ÖÖ: Evet.

AB: Şimdi, 20 yıldır süren AKP iktidarı dönemini biraz süzelim, Erdoğan ve AKP’nin siyasi travmalarına bakalım. Rahmetli Serol Teber’in “Didik Didik Freud” kitabından ve programından esinlenerek, “Didik Didik Erdoğan ve AKP” analizi yapalım. Erdoğan ve AKP’yi travmatize eden gelişmelere baktığımızda üç tane yenilgi karşımıza çıkıyor. İnanın, bu sayacağım travmalar içine darbe girişimi yok, çünkü onu enişteden falan öğrenip önlemini alıyorsun ama sayacağım gelişmeler enişteden öğrenilmiyor, hayatın kendisi öğretiyor. Sondan başlayayım; bunlardan biri, 2019 İstanbul seçimlerinin kaybıdır. İstanbul yenilgisi -üstelik iki kez yenilgi yaşadı- çok önemli bir travmadır.

İstanbul, Erdoğan’ın, kendisinin sahip olduğunu hissettiği bir kent. 1994’ten beri, belediye başkanlığından beri İstanbul onun. Dolayısıyla, İstanbul yenilgisi Erdoğan’ın ve AKP’nin çok önemli travmasıdır. AKP için de kendisi için de bu yenilginin travması sonuçları itibarıyla çok önemlidir. Bu travmanın önemli sorumlularından birisi Canan Kaftancıoğlu’dur. Üstelik de bir kadına yenilmiştir. Yenilginin önemli iki unsurundan biri Kaftancıoğlu’dur. CHP İstanbul İl Örgütü başında bir kadın bulunmaktadır. İstanbul yenilgisi Erdoğan’da büyük bir travmaya yol açmıştır. Önce bunu not edelim.

Sondan ikincisi, 2015 yenilgisidir; 2015 Haziran seçimleridir, AKP’nin iktidar çoğunluğunu kaybettiği ilk seçimdir. Seçimlerde Erdoğan ve AKP’nin iktidarı kaybetmesinin en önemli nedeni de Demirtaş’lı HDP’nin başarısıdır. AKP, Kürt oylarında önemli bir kayba uğramıştır. Kaybın en önemli sorumlusu da Demirtaş’tır. AKP’yi iktidara taşıyan, 2002, 2007, 2011 seçimlerinde başarılı olmasında, iktidarını sürdürmesini sağlayan Kürt oylarının çok önemli bir yeri vardır. Kürtler desteklemeseydi bu başarıyı sağlaması imkansız gibiydi.

2015 yenilgisi Kürt oylarını kaybetmesinin başlangıcıdır. %15’lere uzanan Türkiye partisi pozisyonuna gelen HDP başarısını/yenilgisini yaşamıştır; yenilginin/travmanın sembolizasyonu Demirtaş’tır, 2019 yenilgisinin/travmasının sembolizasyonu Kaftancıoğlu’dur.

Dümeni biraz daha geriye kırdığımızda Gezi travmasıyla karşılaşırız. Gezi Erdoğan’ın ilk yenilgisidir, ilk travmasıdır. Milyonlarca insan sokağa döküldü… Daha önce sık sık sığındığı sivil toplumla Gezi’de karşı karşıya kaldı. Aslında borçlu olduğu sivil toplum karşısına dikilmişti. Büyük bir travmaydı. Gezi travmasının sembolizasyonu da Osman Kavala ve Gezi’den yatan arkadaşlardır.

ÖÖ: Bir de 1 Mart 2003 tezkeresi vardı, ilk yenilgisi.

AB: Onu elemek lazım; soyutlama yaparak geliyoruz, ona girmeyelim. Tezkere travmatize edici değildi. Zaten askerin (MGK’nın) üstüne yıktılar. O sırada sağlam bir iktidar bile değildiler. Askerle had safhada problem vardı. Onu ayırmak lazım, başka zaman konuşuruz.

ÖÖ: Tamam.

AB: Tezkerede öyle bir travmatizasyon yok.

Şimdi neden Gezi bir yenilgi? Çünkü toplum diyor ki “senin dayattığın ya da dayatmayı tasarladığın hayatı istemiyoruz.” Yaklaşık - sayısını unuttum- 35 şehirde, dört ay süren gösteriler yapılıyor, milyonlarca insan sokağa çıkıyor. Diyorlar ki “hayatımızı, doğamızı, çevremizin dokusunu, senin dediğin şekilde kabul etmiyoruz. Dinle bizi, farkımızı anla; hayatımıza, giysimize, şeklimize karışma, senin dayattığın hayatı kabul etmiyoruz.”

Peki, Gezi ne demek? Gezi sivil toplum demek; biraz önce anlattım, Erdoğan ve AKP, 2003-2011 arasında askeri vesayetten bunaldıkça, dayak yedikçe Kürt oylarına, Türkiye’deki sivil güçlere, sivil topluma sığınmıştır, demokratik sivil topluma sığınmıştır.

Üç travmayı çok dikkatle incelemek lazım; iki travmanın da sembolleri hapiste, üçüncü travmayı da hapse tıkmak isteyen bir irade söz konusu. Bunlar korkulardır, çünkü üç dinamik yapının unsurları bunlar. Gezi’yle sivil toplumu sembolize ediyorsunuz, ikincisi, Kürt dünyasını, üçüncüsü İstanbul, yani taht-ı saltanat… İstanbul yenilgisi öyle böyle bir yenilgi değil. İstanbul ülkenin %25’i, üstelik iki kez yeniliyorsunuz, bir kadına yeniliyorsunuz.

"SADAT meselesinde AKP’den ayrılanların bildiklerini ortaya koymaları gerekiyor"

Ayrıca şunu da belirteyim, tüm bu yenilgi alanları ve yenilginin sembolleri otokrasiden çıkış içinde çok önemli ve değerli. Otokrasi sonrası için de çok önemli… Kaftancıoğlu’nun nötralize edilmesine bu bütünlük içinde yaklaşmak gerekir. Şunu da belirteyim, Canan Kaftancıoğlu ana muhalefet partisinin İstanbul il başkanı değil de sivil toplumdan ya da HDP’den olsaydı bugüne kadar çoktan reva görülen uygulama aktive olurdu. Özetle, üç büyük travmanın sembolleri, Erdoğan’ın yenilgilerinin sorumluları, yargının yargı olmaktan çıktığı ülkemizde kendilerine biçilen durumu yaşamaktadırlar. Bu analizi genişletmek mümkün ama süremiz kısıtlı, az kaldı…

Unutmadan şunu da söylemeliyim; SADAT meselesinde AKP’den ayrılanların, ancak o dönemde önemli yerlerde olanların bildiklerini ortaya koymaları gerekiyor. SADAT konusunda sayın Davutoğlu’nun, Babacan’ın, Abdullah Gül’ün ve diğerlerinin herhalde söyleyecekleri olmalı. Dışişleri bakanı, başbakan ve cumhurbaşkanı görevlerinde bulunmuş insanlar bunlar, meclis başkanlığı yapmışlar. Neden sesleri çıkmıyor bu konuda?

Kılıçdaroğlu’nun işaret ettiği gibi SADAT ve benzeri yapılarla Suriye politikası arasında ne tür ilişkiler oldu? Bunları bilecek olanlar bu kişiler. Davutoğlu birkaç gün önce nihayet kendisini engelleyen isimleri saydı “2015 Haziran ve Kasım ayları arasındaki olayları bana anlattırmayın” demişti sonra “bana başbakanlık yaptırmadılar, hep engellendim, göstermelik başbakandım” dedi. Türkiye’nin şeffaflık yaşamasını istiyorsak Gül , Davutoğlu, Babacan ve diğerlerinin tanıklıklarını ortaya koymaları gerekiyor. Suriye, SADAT ve terör eylemleri hakkında ne biliyorlarsa anlatmalılar.

Sanıyorum 1-2 dakikamız kaldı, gelecek haftaya bırakalım. 2015 koşullarında mıyız? Değiliz. 2015’te bugünün koşullarını analiz etmeye fırsatımız olursa yaparız.

Ancak, cumhurbaşkanlığı adaylığı hususuna son olarak değinmek istiyorum. İmamoğlu mu aday olacak Yavaş mı aday olacak, kim aday olacak… Bunları bıraksınlar, her iki belediye başkanını da. Biz otokrasiden kurtulma projesini konuşuyoruz, Mansur Yavaş ya da İmamoğlu’nun siyasi hayatının nasıl evrileceğini değil… Türkiye demokraside kaybettiği toprakları kazanmak istiyor, özgürlük solumak istiyor, oksijen solumak istiyor. İsimlerden ziyade güçlü ittifak önemlidir…

Ayrıca iki belediye başkanına tavsiyem olacak; iki örneğe bakmalarını tavsiye ederim: Murat Karayalçın çok sevdiğim bir isimdir, çok sevgili bir siyasetçi dostumuzdur. Murat bey 1989’da Ankara belediye başkanı seçildi, 1993’te SHP’nin başına geçti. Daha başkanlık süresini bitirmeden, projelerini tamamlamadan partinin başına geçti. Ne oldu? 1,5-2 yıl dolmadan parti genel başkanlığı, başbakan yardımcılığı, dışişleri bakanlığını kaybetti, siyasi hayatı akamete uğradı. Dolayısıyla bu beyler, belediye başkanlıklarının daha ikinci yılında, cumhurbaşkanlığı adaylıklarını gündeme getirmeleri kendileri için de yazıktır. Hani var ya “şimdi yeşillendi fındık dalları” türküsü havasına girmek çok yanlıştır, ülkeye de yanlışlık etmek demektir.

Üstelik size belediye başkanlığı yaptırmamak için türlü engeller konmuş, iktidar engelleri var. Daha tam tekmil belediye başkanı değilsiniz, önce rüştünüzü ispat etmek durumundasınız. Murat bey Ankara belediye başkanlığına devam etseydi ikinci dönem de seçilirdi, başka dönemlerde de devam ederdi. Peki ne oldu? 25 yıl Melih Gökçek’e Ankara bırakıldı, durum ortada…

Fransa’da Mitterrand’dan sonra en uzun süre görev yapmış Chirac’tır. Chirac 12 yıl devlet başkanlığı yaptı ama öncesinde 18 yıl Paris belediye başkanlığı yaptı, sonra devlet başkanlığına gitti. Dolayısıyla, iki belediye başkanının Cumhurbaşkanlığı adaylığını tartışmayı, bu nedenle yapılan gezileri çok gereksiz buluyorum. Bugün üstünde odaklanmamız gereken, muhalefetin sağlam bir ittifakla otokrasiden demokrasiye geçişi sağlamasıdır. Bu isimlerin tartışılması, gündeme gelmesi bugünün gündemi olmamalı. Demokrasiden yana güçleri, isimleri konuşmaktan ziyade, ittifakı konuşmaya devam edilmesi gerekli diyip, programı bitirelim mi?

ÖÖ: Peki, çok teşekkür ederiz Ali bey. Haftaya yokuz, Açık Gazete tatilde olacak.

AB: Haberim var.

ÖÖ: Bir sonraki hafta görüşmek üzere diyelim.

AB: Bakalım nasıl bir Türkiye bulacağız. Görüşmek üzere, iyi yayınlar hepinize, hoşça kalın!

ÖÖ: Sağ olun!