Ali Bilge'yle Ekonomik Politik'te erken seçim gündemini ve Türkiye'nin uluslararası arenada vardığı çıkmazları konuşuyoruz.
(23 Ağustos 2021 tarihinde Açık Radyo’da Ekonomi Politik programında yayınlanmıştır.)
Ömer Madra: Günaydın Ali bey, merhabalar!
Ali Bilge: Merhaba, günaydın Ömer bey!
Özdeş Özbay: Günaydın!
AB: Günaydın Özdeş, Feryal, herkese merhaba!
ÖM: Evet bugün haftanın başında genel tablo duvarlarla kaplı bir dünyadan hem covid açısından hem de Afganistan’daki yeni Taliban hükümetinden kaçmak isteyen mültecilerin gidecek yerleri konusunda bayağı ciddi bir kaos yaşandığını görüyoruz.
AB: Ben bugün iki konuya değinmek istiyorum, Afganistan’a da değineceğim ama önce erken seçim meselesine bakalım, erken seçim de konuşuluyor. İsterseniz oradan Afganistan’a geçelim?
ÖM: Tamam.
AB: Öyle bir geçiş yapalım. Zayıflayan, ekonomik ve siyasal anlamda, hem de dış politikada tükenen bir rejim ve iktidarla karşı karşıyayız. Tüm bu tükeniş ve zayıflama erken seçimi hatırlatıyor. Tüm olan biten, erken bir seçime işaret ediyor mu? Erken seçimin anayasal ve yasal dayanakları neler? Bunlara değinerek Afganistan’a geçelim. Bizim gazeteci olarak bugüne kadar erken seçim tecrübelerimiz parlamenter sistem içinde oldu, deneyimlerimiz bu şekilde. Bir garip otoriter başkanlık rejiminde ve anayasasında erken seçim tecrübesi yaşamadık. Zaten tam teşekküllü olarak, 3 yıldır bu rejim içindeyiz. Şimdi olan bitene çeşitli cepheleriyle bakalım. Önce iç siyasi cephede ne yapıyor iktidar, onu irdeleyelim.
Erken Seçim Emareleri
İktidar öncelikle ayakta kalma süresini uzatmak için siyasi partiler ve seçim yasası değişiklikleri gündeme getiriyor, bu bağlamda seçimle ilgili anayasa değişikliklerini gündeme getiriyor. Seçim barajıyla ilgili, barajın düşürülmesi, ittifak için ayrı baraj uygulanması, seçim ittifakına girmeyen partilerin %5 barajına tabi olması gibi, daraltılmış bölge, dar bölge, seçim sistemi gibi konularda yasa değişiklikleri gerektiği gündeme getiriliyor. Ancak bu hususlarda, iktidar ortakları arasında şu ana kadar Saray’ın ortaklarında bir anlaşma olmadığını görüyoruz.
İç siyasette erken seçime ilişkin değinmememiz gereken bir bu konu var. Bir de Anayasa Mahkemesi’nde devam eden HDP davası - bütün bu süreçleri etkileyen dava. HDP davasında 42 siyasetçinin milletvekilliğinin düşürülmesi isteniyor. HDP’li siyasetçilerin vekilliği düşürülürse 600 milletvekilinin % 5 ten fazlası eksiliyor demek. Ayrıca 15’de boş üye var. Ara seçimi gerektirecek bir durum oluyor; anayasaya göre üye tam sayısının %5’inin boş olması durumunda ara seçim yapılması gerekiyor. Elbette ara seçimin bazı süre şartları var. Anayasaya göre ara seçim, her seçim döneminde bir defa yapılıyor ve genel seçimden otuz ay geçmedikçe ara seçime gidilemiyor. Ancak, boşalan üyeliklerin sayısı, üye tamsayısının yüzde beşini bulduğu durumlarda, ara seçimlerinin üç ay içinde yapılmasına karar veriliyor. Ayrıca anayasaya göre genel seçimlere bir yıl kala ara seçim yapılamıyor ancak seçimlerin yenilenmesinde süre şartı bulunmuyor, bu tür hususlar var. TBMM veya Cumhurbaşkanı vaktinden önce diledikleri zaman seçimlerin yenilenmesi kararı verebilir. Dolayısıyla erken seçim meselelerine bakarken HDP davasının nasıl sonuçlanacağı çok önemli. HDP savunma için yasal hakkı olan süre uzatımını istedi. Sanıyorum en erken Ekim’in sonunda Anayasa Mahkemesi davayı sonuçlandırabilecek. Şimdilik burada bir netlik yok, daha doğrusu belirgin bir durum yok. Sonuçlarına göre ara seçim, erken seçim tartışmaları şekillenebilecek.
İktidarın yıllardır sürdürdüğü medya üzerine baskı artarak devam ediyor. RTÜK cezaları, medya sınırlamaları, medyaya cezaların ağırlaşması, iktidarın toplumsal muhalefeti sindirmek üzerine atakları berdevam. Artan tüm sert önlemleri de erken seçim işareti olarak görmek mümkün. Şimdi bu sert önlemlerden önemlisi iktidarın tam kontrol edememekten şikayet ettiği sosyal medya düzenlemeleri. Sosyal medyayı hapsedecek, kontrol altına alacak önlemler, yasal düzenleme önerileri, tasarıları konuşuluyor malum. Bu işlere bakmak üzere Sosyal Medya Başkanlığı kuruluyor. Bu düzenlemeleri de erken seçim düşünülerek yapılıyor sayabilirsiniz. Her türlü medya ve toplumsal muhalefete baskı dozunun artması, seçime gitmek isteyen otoriter iktidarın arzusuna bir işaret sayılabilir. Ancak geçtiğimiz yıllar boyunca her daim bu sınırlamalar ve baskılar devam etti. İktidarın muhalefete saldırıları var, ayrıca bireysel saldırılar, baskılar da devam ediyor. Erdoğan bizatihi kendisi söyledi: “bu nedir ki daha neler göreceksiniz!”.
En son İyi Parti İstanbul İl Başkanı saldırıya uğradı. Saraya bağlı Devlet Denetleme Kurulu'nun görev kapsamı genişletildi, elbette bu da bir işaret. Sivil toplum kuruluşları ve mesleki örgütler kapsam alanına girdi. Alın size genişleyen baskı alanı, daralan haklar! Bir erken seçim göstergesi olarak görebileceğimiz bir diğer konu: Üniversite giriş puanı düşürüldü, herkes üniversiteye girebilir! Devlet; “üniversiteye gir, mezun ol, işsiz kal, olsun, bu hakkı sana veriyorum” diyor. Bu arada ana muhalefet lideri Kılıçdaroğlu’nun cumhurbaşkanlığına aday olma meselesini gündeme getirmesi, iktidarın erken seçim işaretini ana muhalefetin okuması olarak görülebilir. Şimdi siyasal cephede durum ana başlıkları ile böyle. Analiz ediyoruz, doluya koyuyoruz, boşa koyuyoruz. Aynı şeyi Saray da yapıyor ve bir türlü karar veremiyor çünkü netleşemiyor - özellikle seçim yasası, anayasa değişiklikleri konusunda bir türlü netleşmiyor.
Erken seçim koşulları analizine ekonomi cephesinden bakalım. Artık Türkiye’de, vaka-i adiyeden oldu, ekonomi rakamlarının revizyonu sıradanlaştı. TÜİK’in işsizlik, enflasyon revizyonları makyaj gibi. Merkez Bankası geçen hafta borç rakamını revize etti, bir hamlede borçlar 100 milyar Dolar düştü.
Ancak seçimler için esas mesele faizlerdir, Erdoğan’ın takıntılı olduğu bir faiz anlayışı var. Genelde faizlerin düşük olduğu zamanlarda Erdoğan seçime gider. Tabii faiz meselesi sadece iç dinamiklere bakmıyor, dış iktisadi dinamiklere de bakıyor. Bu dinamikte yerli faiz FED faizlerine bakıyor, kapitalist dünyada böyle yürüyor işler! Geçen haftaki FED açıklamaları dış faizlerin yükselme olasılığının 2022-2023’de kuvvetli olacağını gösteriyor. Dışarda faizler yükselince, burası hopluyor. Zaten faizler olması gerekenin altında olduğu için borçlanma tıkanmış durumda, daha fazla tıkanıyor, borç bulamıyor. Swap dilencisi ülke konumuna ulaşmış bir ülkeyiz. Borç bulamayınca bari swap – borç takası yapalım diyerek ülke ülke geziyoruz. Döviz rezervleriniz eksi olunca, swap-borç takasına ağırlık vermekten başka çareniz olmuyor. Nereye kadar? Borç takası ile erken seçimi finanse etmek mümkün mü?
Önümüzdeki günlerde fırsat bulunursa faizlerin düşürülmesi gündeme gelecek. Görevden alınan sarayın memurları olan ve sarayın talimatları ile çalışan Merkez Bankası başkanları faizleri bir türlü düşüremiyorlar, son Merkez Bankası başkanı da öyle. Eğer imkan bulunur faizin düşürüldüğünü görürsek, en büyük erken seçim işaretine tanık oluyoruz demektir.
Önemli bir diğer unsur kredi garanti fonu kredileri - son seçimlerde kullanılan enstrüman. Fona belli ölçüler içerisinde kaynak aktarımı yapıp ucuz kredileri pompalıyorsunuz. Bilançoları berbat olmuş kamu bankalarını daha da berbat etmeye devam ederek, kredi garanti fonu garantisiyle , yani Hazine garantisiyle, vergi verenlerin parasıyla fonlama yapıyorsunuz. Hazine açıkları artmaya devam ediyor. İşte KGF’nun yeniden çalıştırılması gündemde, bu da bir erken seçim göstergesi mi? Eyvallah helalinden bir gösterge sayılabilir!
Ancak benim açımdan en önemli, kuvvetli sinyal kamuda çalışan 1 milyon işçi ile oturulan toplu sözleşme oldu. Geçen hafta bu sonuçlandı ve beklenenin üzerinde artışla toplu sözleşme bağıtlandı. Bunu bir erken seçim hamlesi olarak görmek pekâlâ mümkün. Sarayın geleceğine ilişkin hareket kabiliyetinin gittikçe daraldığını göstermesi nedeniyle bunları vurguluyorum. Olmayanı harcamak, vermeyeceğini verme çabaları... Ayrıca, bugün açıklanacak sanıyorum, memurların gelecek 2 yıllık ücret artışlarına dair toplu sözleşme müzakerelerin nasıl sonuçlanacağı da önemli. Tüm bunlar erken seçim göstergeleri olabilir diye ortaya koyduğumuz, analiz ettiğimiz başlıklar.
Bir de şuna değineyim. Zaman zaman çeşitli gözdağları veriliyor topluma, bunlardan biri emekli askerler üzerinden yapılıyor; “darbeci, bildirici generaller” teması işleniyor. Diğeri FETÖ meselesi, eski ortak Gülen Cemaatine ilişkin tutuklamalar ve davalar. 28 Şubat tutuklamaları da böyle, gözdağı verme açısından önemli. Şu anki onumuzla ilgisi yok ama bir hatırlatma yapalım, 28 Şubat’ın Genelkurmay Başkanı İsmail Hakkı Karadayı’nın özel kalem müdürü bugünkü Milli Savunma Bakanı Hulusi Akar’dı. Bunu da dinleyicilerimize yeri geldiği için bir dip not verelim.
Erken seçimle ilgili olarak siyasi cephe, ekonomik cephe böyle.
Üçüncü alanımız dış ekonomik ve dış siyasal konular. Burada durum nasıl? Bu konuların başında ABD’de Reza Zahrap, Halkbank, Sezgin Baran Korkmaz davaları, Rusya S-400 gibi çok önemli konular bulunuyor. Ayrıca ABD ve batı ittifakı ile malum mevzular... Libya, Suriye, Irak ve Doğu Akdeniz gibi devasa konular var... Hepsi bir gerilim hattı ve kayıp alanları olarak karşımıza çıkıyor. Libya’da son durum nedir? Gönderdiğimiz Suriye kökenli özel askerler ne yapıyor? Suriye’ye girdik çıkamıyoruz, orada hem Rusya ile hem ABD ile problemlerimiz var. Doğu Akdeniz'de aynı şekilde. Şimdi bütün bunları, iç siyasi ve ekonomik cephedeki sorunlara, dış ekonomik ve siyasal sorunları eklediğimizde, üst üste koyduğumuzda işin içinden çıkmak iktidar için hiç kolay değil. Bir türlü erken seçim kararı ya da seçime 2023’te zamanında gitme hususu netleşemiyor. İktidar tükeniyor, saydığımız üç alanda da iktidarın tükenişini görüyoruz, dizlerinin üstüne düşmüş bir iktidar var.
Peki iktidar için seçime gitmek demek ne demek? Seçime gitmek iktidarı kaybetmek demek, iktidarı kaybetmek aynı zamanda baskıcı otoriter rejimin değişme ihtimalinin kuvvetle ortaya çıkması demek. Peki rejimin değişmesi ne demek? İktidarı kaybetmek ne demek? İktidarın kaybedilmesi demek , iktidarınız boyunca yaptıklarınızın, performansınızın gözden geçirileceği bir duruma işaret etmesi demek, bu da iktidarınızın hesaba çekilmesi anlamına geliyor. İşte 128 milyar Dolar’lar, eksi döviz rezervleri, bölgesel güç olma sevdalarına harcanan paralar, daha nice konular...
Dolayısıyla tüm bunları üst üste koyduğumuzda soru şu: iktidar kaybedeceği bir seçimi göze alabilir mi? Seçimi erteleyebileceği kadar -anayasada 1 yıl hakkı var - erteleyebilir mi? Seçimi yapmayabilir mi? Yaptırırsa da adil bir seçim olur mu? Diyelim ki seçim adil oldu, kaybettiğinde iktidarı bırakabilir mi? Bu gibi sorular yanıt bekliyor. Tüm bunlar iktidarın gelgitlerine yol açıyor, seçim kararı almak zorlaşıyor, çünkü normal bir parlamenter rejimde değiliz. Böyle bir kuşak içinde iç ve dış sorunlarla kıvranan bir ülke pozisyonundayız. Saray’da seçimler hususunda gel-git oluyor, iktidarın ortakları zamanlama yapamıyorlar, seçim sinyalleri veriyorlar, sonra "yok" diyorlar. Dolayısıyla tek vektörlü bakış açısı ile analiz olmuyor, çok yönlü bakmak gerekiyor mevzuya.
Türkiye'nin Afganistan Israrı
Şimdi artık Afganistan mevzusuna geçebiliriz. Erken seçim meselesi ile Afganistan ısrarı arasında bir bağlantı olabileceğini düşünüyorum. Afganistan’da Türkiye’nin ileri derecede bir ısrarı var, neden bu ısrar anlamalıyız. Türkiye, “Afganistan’da olmak ve rol oynamak istiyorum” diyor. NATO ve ABD’nin Afganistan’dan çekilmesi, Taliban rejimine ülkenin bırakılması sonrasında ne tür durumlar ortaya çıktığını hep birlikte görüyoruz. Ortalık kan-revan, Afganistan İslamcı-cihatçı rejime terk ediliyor. Bu durum bölgede bulunan Rusya, Çin, İran, Pakistan gibi ülkeleri çok yakından ilgilendiriyor. ABD, 20 yıl sonra insanları kaderleriyle baş başa bırakırken, bu ülkelerin de bu mevzudaki pozisyonlarını da riske soktu. Bundan sonra bu ülkeler Afganistan’la eskiye göre çok yakın olacaklar, mevzunun içinde olacaklar. Türkiye‘nin Afganistan ile sınırı yok, ancak orada olmakta çok ısrarcı, rolünü daha kuvvetlendirme çabası içinde.
Son yıllarda şöyle bir şey görüyoruz, Türkiye bölgedeki destabilize ülkelerin vatandaşlarının sığındığı, göçtüğü bir ülke. Bir anlamda Türkiye, bölgede destabilize ülkelerin göçlerinden ve sığınmacılarından sorumlu bir ülke, bu işlerin Batı tarafından delege edildiği bir ülke pozisyonunda. Afganistan ve Suriye göçlerinde görebiliriz. Türkiye göçmen ve mültecilerden sorumlu bir ülke rolünü üstleniyordu, istiyordu. İstedi de “misafirlerimiz” dedi. Bu role ve göreve de talip oldu. Bu birinci husus. İkinci husus, Türkiye aynı zamanda başka bir ilişkiye de talip oldu, o’da İslami terör örgütleri denilen gruplarla iletişimden sorumlu olma hali.
Kabil hava limanının işletmesine talip olan bir ülkesiniz – 130 milyor Dolar’mış galiba oranın yıllık getirisi – 600’ü aşkın askeriniz var, 20 yıla yakın oradasınız, 20 ‘ye yakın subay ve asker kaybımız olmuş. Afganistan'da hava alanını işletme arzunuz çok yüksek, bu rolü daha da yürütmek isteğinde bir ülkesiniz – yer hizmetleri, kule hizmetleri veren ülke olmayı çok istiyorsunuz. Son NATO toplantısında buna talip oldunuz, ‘Taliban’la görüşürüz, Taliban’la bir problemimiz yoktur, tanıyabiliriz’ pozisyonundasınız.
İstikrarsızlık Kıskacı
Batı tarafından, İslami terör örgütleri ile temas kuran, yürüten, bu örgütlerle ilişkilerin delege edildiği, aynı zamanda bölgedeki göç ve sığınmacı işlerinin delege edildiği bir ülke algısı, yargısı, yazgısı oluşmuş bir ülke Türkiye. ‘Para verildiğinde bu işlerle uğraşırız’ algısı oluşmuş durumda.
Bakınız biraz eski yıllara gidelim, 1 Mart 2003’e gidelim, Türkiye 1 Mart 2003’de Meclis’te savaşa katılım tezkeresini kabul etmedi. Batının, ABD’nin ‘benimle Irak’a gir, benim yanımda ol tezkeresi’ni kabul etmedi. 1 Mart 2003 tezkerenin kabul edilmediği gün Ankara’da büyük bir miting vardı, Ömer Madra ile ben de oradaydım, Barış mitingiydi. Ankara’da en büyük kalabalığın yaşandığı günlerden biriydi, birbirimizi bulamadık. Batı ve ABD’nin savaşa katılma isteğini ret eden ülke bugün hava limanı işletmeye talip, Taliban’la masaya oturmaya talip, böyle bir pozisyona gelmiş durumda.
ÖM: Ali bey bu noktada bir şey söyleyebilir miyim?
AB: Buyurun.
ÖM: Buradaki ilginç çelişki konusunda Mehmet Yılmaz’ın T24’teki yazısına bir bakabilirsek, “dış politikamızın yeni esrarengiz hedefi ve yani Erdoğan'ın hâlâ havaalanını korumaya talip olması biraz da tuhaf bir durum. Çünkü Türkiye daha önce Taliban’a karşı korumayı planladığı havaalanını şimdi Taliban adına kime karşı koruyacak?” diyor ve çok ilginç aslında. Hem Rusya Devlet Başkanı Putin’le telefonda görüşüyor ve Afganistan’da yumuşak geçiş olmasını temenni ediyor ve sonra da daha önce Taliban’a karşı korumayı planladığı havalimanını şimdi Taliban adına kime karşı koruyacak? Birbiri ardına söylediği cümlelerde Erdoğan’ın hem yeni yönetimin elini güçlendirmekten söz ediyor hem de eski yöneticilerle ve isyancı gruplarla ikili anlaşmalar yapabileceğinden. Bu nasıl bir vizyon?” diye sormuş. Bu da sizin söylediğiniz gibi erken seçimle belki bağlantılandırılabilir.
AB: İktisat öğrenciliğimiz yıllarımızda batı tarafından Türkiye’ye biçilen rolü keskin şekilde reddederdik AB’nin adı o zaman AET idi. Bize, “Avrupa’nın manavı, kasabı olun” derlerdi. Bize biçilen bu rolü kesinlikle kabul etmezdik. Şimdi bugün Batı'nın manavı, kasabı olacak halde de değiliz, kendi kendimize yetemiyoruz artık. Hayvancılığımızı da Afgan çobanlara emanet etmiş durumdayız. Buğday ithal eden bir ülke konumundayız. Ayrıca Türkiye’ye Ortadoğu’nun jandarması rolü de biçilmişti, şimdi kule hizmetleri, yer hizmetleri veren bir ülke rolündeyiz. Buna dış politika denilebilir mi? Terör örgütleriyle, İslami cihad örgütleriyle, IŞİD’iyle, El Kaide’siyle, El Nusra’sıyla, Taliban’ıyla iletişimden sorumlu ülke pozisyonundayız. Ne var ki, hepimiz Hanefi mezhebine mensubuz, yani sorun yok!
Türkiye, destabilize ülkelerle batı ülkeleri arasında tampon olmaya çalışan, kendisi de bundan dolayı da destabilize olmaya aday bir ülke olmaya doğru ilerliyor. Geleceğini karatıyor. Son 3-5 yıl içinde, doğu Akdeniz, Libya, Suriye’de üç cephe, Irak Karabağ mevzusu ile uğraştık. Katar ve Somali’yi eklemiyorum bile... "Bölgede aktif rol oynayacağız, bölgesel gücüz" filan, bölgesel güçsün ama eksi döviz rezervlerindesin, borç bini aşmış , bu şekilde nasıl bir bölgesel güç olabiliyorsun? Bu mümkün değil, bunu herkes görüyor.. Konuyu şöyle bağlamak istiyorum; bu iki rolü, sığınmacılardan ve göçlerden aynı zamanda İslami- cihatçı örgütlerle iletişimden sorumluluğu üstlendiği ve sürdürebildiği müddetçe Türkiye Batı'nın, AB‘nin, ABD‘nin umurunda olmaz. Bu rolleri üstlendiği müddetçe destabilize ülkelerle tampon ülke olma konumunu sürdürdüğü müddetçe, Türkiye içi konular Batı'nın umurunda olmaz. Türkiye’de demokrasi dışı bir rejim varmış, Demirtaş, Kavala ve binlerce masum insan hapisteymiş, medya bitmişmiş, muhalefete baskı varmış, erken mi seçim olmuş, geç mi olmuş, adil mi yapılmış, yapılmamış mı? Bu işleri sürdürdüğü müddetçe, Türkiye çok umurunda olmaz Batı dünyasının, ABD’sinin, AB'sinin. Göstermelik markajlar, baskılar yapılır, protestolar edilir, bildiriler yayınlanır, o kadar. Bu görevleri ve bu rolü üstlendiği ölçüde demokrasi insan hakları meseleleri çok kıymette gündeme gelmez.
Ancak bu mesele de fos çıkarsa ki çıkmaya da aday gözüküyor, o zaman işte elindeki malzemeleri kullanır. Elinde Halk Bankası sallanıyor, yok Reza Zahrap, yok SBK ifadeleri, yok Sedat Peker ifşaatları, Suriye itirafları, cihatçı örgütlerle temaslar vb. Böyle bir ajanda var ellerinde, ciddi bir ajanda var hem Rusya’nın hem ABD ‘nin elinde. Evet, Türkiye değeri düşük bir ülke ama hizmete amade olduğu müddetçe rejim ayakta sallanarak kalmaya devam edebilir. Dolayısıyla erken seçim, ara seçim, genel seçim gibi mevzulara bakarken buralara bakmak lazım. Son bir can simidi gibi görülebilir iktidar açısından Afganistan’da üstlenmek istediği fonksiyon. Dizleri üzerinde bir iktidar var, bunlarla zaman kazanmaya çalışıyor. Önümüzdeki günlerde bu iki koridordaki gelişmelerle meseleye bakmakta fayda var. Doğalgaz bulduk, müthiş işte Türkiye kurtuldu, doğu Akdeniz’de gemilerimiz haklarımızı arıyor, Libya’da tarafız, güçlü ülkeyiz ama tükeniyoruz. Dış politikada neye el atılsa Türkiye’yi destabilize etmeye götüren politikalar oldu. Bakar mısınız? Türkiye destabilize ülkelerle batı arasında tampon olma görevini iştahla yerine getirmek için kıvranan bir ülke konumunda. 2003’deki 1 Mart savaş tezkeresinin reddinden, Taliban ülkesinin havaalanında kule ve yer hizmetleri veren bir ülke pozisyonunda olmak, terör örgütleri ile ilişki kurma işi delege edilen bir ülke olmak, bu pozisyonuna gelmiş durumdayız.
Temmuz sonu itibarı ile bildiğim kadarıyla Afganistan’da NATO’nun işi bitti. Orada bulunan Türk askerleri hangi karara dayalı olarak halen oradalar? Bu durumda kanımca bir tezkere gerektirir, TBMM’ye onaya gelmesi gereken bir hükümet kararı olması lazım, onaylanmak üzere. O da ayrı bir soru, aklıma şimdi geldi.
ÖM: Evet bayağı ciddi bir çelişkiler yumağı içindeyiz ve bu arada da göçmen meselesi konusunda da CHP başta olmak üzere muhalefet partilerinin de ‘sınır namustur’ gibi bir söylemle, popülist bir söylemle bu meseleyi ele aldıkları da gözüküyor.
AB: Bir devlet politikası çerçevesi çizilmeye çalışılıyor, CHP’nin ve muhalefetin pozisyonu milliyetçi çizgi, ulusalcı çerçeve içinde olan bir çizgi. Önümüzdeki dönem her açıdan çok sorunlu geçecek ama esas mesele, ülkeyi kötü durumdan kurtulabilecek demokrasi cephesinin kurulmasıdır. Sığınmacılar mevzusu da bu ittifakın çok önemli bir parçası olacak önümüzdeki 10-15 yılda kurulacak iktidarlarda. Şayet rejim değişirse, demokratik rejime geçersek, demokrasi içinde ele alınacak en önemli husus sığınmacılar olacak. Tabii bütün dünyayı da ilgilendiren bir konu, ama ülkenin bu pozisyonu böyle devam ederse...
ÖM: Süremiz de bitiyor...
AB: Biz de destabilize bir ülke olmaya doğru hızla gideriz!
ÖM: Son bir cümle de ben ilave edeyim izninizle.
AB: Buyurun.
Sığınmacılarla Dayanışma Göstermeliyiz
ÖM: Yani aralarında Oya Baydar, Ayşegül Devecioğlu, Akın Birdal, Pelin Batu, Ali Haydar Konca, Aydın Engin, Nesrin Nas, Baskın Oran, Ziya Halis İncehekimoğlu, Hakan Tan, Suna Aras ve Gençay Gürsoy’un da bulunduğu 200’ün üzerinde sanatçı ve entelektüelin Taliban’dan kaçan Afgan sığınmacılar için hem iktidara hem de muhalefet partilerine çağrı yaptığı ve “sığınmacılar için bir acil eylem planı oluşturun” dediği ve “nefret söyleminin devam etmesi ülkeyi kaosa sürükler” dediği açıklama var. Her insanın bir gün sığınmacı olabileceğini de hatırlatıyorlar. Sığınmacılığın bir tercih değil insan hakları sorunu olduğunu belirtiyorlar. Aynı şekilde ‘hepimiz göçmeniz, ırkçılığa hayır’ platformu da ırkçı nefretin hedefindeki göçmenlerle dayanışmak için sosyal medya kampanyası başlatmış. Pek çok ırkçılık karşıtının paylaştığı görseller ve sloganlar arasında “sınırlar değil yaşam hakkı kutsaldır, buradayız, göçmenlerin yanındayız” diyorlar. “Yaşamak için ülkelerinden kaçanlara sınırlar kapatılmasın. En temel insan hakkı olan yaşama hakkı için Türkiye’ye kaçan insanlara saldırmak ırkçılıktır” diyorlar. Böyle de bir kampanya var, bunları takip etmeye devam edeceğiz.
AB: Aklıma 2. Dünya Savaşı'nda Türkiye tarafından kaderine terk edilen Struma gemisi geliyor... Vaktimiz bitti konuşacağız bunları, sığınmacılar en başat konularımızdan olacak, karşı durmaya devam edeceğiz. Size iyi yayınlar diliyorum.
ÖM: Çok teşekkürler Ali bey.
ÖÖ: Görüşmek üzere.
AB: Hoşça kalın!