"Hem gezegenimiz, hem de ülkemiz için imdadiye gerekiyor"

Ekonomi Politik
-
Aa
+
a
a
a

Açık Gazete'nin köşelerinden Ekonomi Politik'te Ali Bilge gündeme ilişkin görüşlerini paylaştı.

Ömer Madra: Günaydın Ali Bey.

Ali Bilge: Günaydın Ömer bey, günaydın Özdeş, günaydın Robi, herkese merhaba!

Özdeş Özbay: Günaydın.

ÖM: Neyle başlayalım? Ulaştırma bakanı niye görevden alındı biliyor musunuz?

AB: Yazılanlar dışında fazla bir şey bilmiyoruz, çünkü kapalı bir siyasal yönetimimiz var.. 

ÖÖ: Çünkü Cumhurbaşkanı Trabzonsporlu değil anladığım kadarıyla!

AB: Bir de o var galiba? Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemine geçtikten sonra 10 Temmuz 2018’de yeni bir bakanlar kurulu oluştu, yeni bakanlar atandı. Ulaştırma bakanını görevden alınması o tarihten bu yana ilk defa yaşadığımız bir operasyon oldu. Bilebildiğim kadarıyla, bütün dünya pandemiyle boğuşurken hükümette yer alan bir bakanın görevine son veren kabinesinden bakan atan tek ülke Türkiye galiba, 

ÖÖ: İngiltere’de de arka kapılan kaçan bir sağlık bakanı var.

AB: O virüse yakalanan değil mi ?

ÖÖ: Evet. 

AB: Enfekte olmuş galiba..

ÖÖ: Evet.

AB: Ülkemizde siyasi sorumlulukları olmayan bakanlar ve bakanlar kurulu müessesi var. Parlamenter sistemde olduğu gibi, eski bakanlar kurulu hüviyetinde, bir bakanlar kurulu yok. Zaten bakan olduklarında milletvekillikleri de bildiğim kadarıyla, yeni anayasaya göre düşüyor. Yani bu bakanlar kurulu hükümsüz bir bakanlar kurulu. Bakanlar sarayın sekreterliğini yapan bir konumda. Tek parti dönemine ilişkin hep anlatılır; bakan atamaları, milletvekili atamaları masa başında olurmuş, bakanlar Ankara dışına çıkmak istediklerinde Başbakana, o da gidebilir mi diye Cumhurbaşkanı İnönü’ye sorarmış. Şimdi de benzer bir durum var, bakanların hükmü, gücü yok, saray güçlü, yani devlet saray oldu, kabine güçlü değil, artık saray ve sarayın kadroları var, o da online’a geçti son dönemde.

Bir kere böylesine dünya çapında bir salgında uğraşırken, Kanal İstanbul gibi ülkenin çoğunluğun karşı çıktığı bir projenin, bir kısmının ihalesini yapan bir iktidara sahibiz. Biliyorsunuz başbakanlık müessesesi 2018’den itibaren yok, meclisin gücü minimize olmuş durumda, sadece bir saray yönetimi var, orada da bir otokratik yönetim hakim. Devlet aygıtının fonksiyonları da sarayın fonksiyonları haline geçmiş durumda. 

Bakanın görevden alınmasında çeşitli havadisler, tevatürler var, çünkü gerekçe açıklanmıyor görevden alma duyurusunda. Salgınla ilgili bazı önlemlerde geciktiğine dair yazılar çıktı. Kara, hava ve deniz ulaşımında alınması gereken tedbirleri zamanında yerine getirmediğine dair. Ancak asıl mesele, böyle bir dönemde Kanal İstanbul ihalesinde düğümleniyor. Bakan, “ böyle bir ortamda bu ihalenin yapılmasını istemiyor” diyenlerde var, ihalenin bu kısmına ilişkin yapılması gereken “ kamulaştırmayı geciktirdiğini” iddia edenler var. Garabet bir durumla karşı karşıyayız.

ÖM: Ali bey izninizle bir ufak yanlışınızı düzeltmek zorundayım, ilk görevinden ayrılan tek bakanın Türkiye’de olduğunu söylediniz maalesef yanlış olduğunu söylemek ve düzeltmek durumundayım.

AB: Öyle mi?

ÖM: Almanya’da Essen eyaletinin ekonomiden sorumlu başbakanı aslında ya da bakanı görevden ayrıldı ama intihar ederek.

AB: Ooo! Bilmiyordum..

ÖM: Ekonomik durumun korona virüsünün getirdiği ekonomik tehlikelerle baş edemeyeceğini düşündüğü tahmin ediliyormuş. Neyse bu hatanızı düzeltmiş olduk.

AB: Teşekkür ederim, Almanya’nın ekonomik önlemlerini izlemeye çalışmıştım, bundan haberim yoktu ve eyalet düzeyindeymiş galiba bakan?

ÖM: Evet.

AB: Geçen hafta hac ve umre ziyaretleri üzerinde durduk, umrenin S.Arabistan tarafından yasaklandığını belirttik ama Hac için Diyanet İşleri Başkanlığı’nın kayıt almaya devam ettiğini hatta kayıt süresini uzattığını söylemiştik. Hatta Antalya’da 700-800 kişilik personeline hac eğitimi yaptırdığını söylemiştik. Nihayetinde, birkaç gün önce muhtemelen Suud yönetimi yönlendirdi, Diyanet “hac bu sene olmayacak” dedi. Bu bilgiyi de aktaralım. 

Türkiye’de ulaştırma bakanın görevine son verilmesi, otoriter düzeyin artarak devam ettiğini ve ne düzeyde olduğunu bize gösteriyor. Ancak otoriterlikte karşılaştığımız salgın aynı zamanda bir yönetim çöküşünü de gösteriyor. Salgını yönetemeyen, yanlış ve eksik kararlar alan bir iktidarla karşı karşıyayız. Salgın için alınan iktisadi ve sıhhi tedbirlerin yetersizliği ortada, diğer ülkelerle karşılaştırıldığında ciddi problemlerle ülkemizin yoğrulduğunu görüyoruz. 

Zaten Türkiye, salgına her alanda kayıplarla girmiş bir ülkeydi, büyük bir ekonomik darboğaz içindeydi, pek çok cephede savaş vardı, Suriye’de ve Libya’ya kadar, Rusya ve ABD arasında sıkışmışlık yaşıyordu, AB ve NATO gibi kuruluşlarla sorunlar ve kopuş yaşıyordu, yolsuzluk hakim durumda, yargının tek adama bağımlılığı, kuvvetler birliği, temel hak ve özgürlüklerin hiç sayılması, Osman Kavala davasını, diğer davaları görüyoruz.

ÖÖ: Enflasyon, vs. 

AB: Kayıp sürecine girmiş bir iktidarla karşı karşıyaydık, iktidar toplumla bağlantılarında ciddi problemler yaşıyordu. Böyle bir ortamda salgınla yüzleşmeye başladık. Salgın verilerine rakamlarına bile güven duyulmuyor. Bu tür durumlarda en önemli birincil husus vatandaşın, kamuoyunun aydınlatılmasıdır. Bilgi akışını yeterli ve güvenilir kılmak durumundasınız Zaten bilgi yetersizlikleri içinde kıvranan bir Türkiye idik, enflasyon rakamlarına inanılmayan bir ülkeydik, Merkez Bankası rezervleri konusunda problemlerimiz vardı, kamu hesaplarına ilişkin, bütçe ve kamu mali dengesine ilişkin rakamlarda problemleri olan, veri ve bilgi güvenliğinin olmadığı bir ülkeydik. Elbette, hukukun zafiyete uğradığı bir ülkede doğru bilgide söz konusu olamıyor. 

Dolayısıyla salgın sürecinin doğru yönetilmesi ve bilgi akışı çok önemli. Sadece ölüm, iyileşme ve vaka sayısı veriliyor bildiğim kadarıyla. Dikkatimi çeken iyileşme oranının, sayılarının oldukça düşük olması. Bunun dışında iller itibariyle bir türlü rakamlarla karşılaşamıyoruz, vefatlarla ilgili bilgi veren yerel yönetim sitelerinde de vefat duyuruları da ilan edilmemeye başlamış. Güney Kore ve diğer ülkelerde gördüğümüz gibi uygulamalara rastlamıyoruz. Pek çok ülkede insanların cep telefonlarına şehirlerine ilişkin bilgiyi aldıkları gibi oturduğu sokaktaki vaka bile bildiriliyor, bu şekilde bir bilgi akışı sağlandığı için de yayılımın önlenmesinde mesafe alınıyor Buradan ekonomik tedbirlere geldiğimizde.. 

ÖM: Bir şey söyleyebilir miyim? Bu çok önemli, en önemli sorun olarak belirsizlik, muğlaklık olduğu, yani doğru bilgiye, sağlıklı bilgiye erişememe olarak gösterilebilir. Uluslararası Şeffaflık Derneği de önemli bir açıklama yaptı, Bianet’ten görebiliyoruz, covid19 salgınına ilişkin olarak “sağlık bakanlığı ve diğer kamu otoritelerinin yaptığı açıklamalar toplum nezdinde yeteri kadar tatmin edici değil. Panik yaşanmaması için gerçeği söyleyin!” demişler. Yani “salgın hastalık gibi durumlarda kamu otoritesinin temel prensibi şeffaflık olmalıdır, gerçek durumun yansıtılmadığı hallerde kurumlara olan güven duygusu zedelenecektir” diyor ki sosyo psikolojik olarak son derece önemli. Yani “toplum testlerin sayısı ve hangi kriterlere göre tatbik edildiğine, test uygulamaları ve sonuçlarına, vakaların hangi il ve bölgelerde bulunduğuna –sizin de biraz önce söylediğiniz gibi iller ve bölgeler bile belli değil- hangi sağlık kuruluşlarında tanı ve tedavi uygulamasının yapıldığına, tespit edilen vakaların sosyal çevreleri için hangi önlemlerin alındığına dair bilgi verilmediğine, alınan önlem ve tedbirlerin tüm halka objektif şekilde uygulanmadığına dair eleştirilerini dile getiriyor. Yani halk panik yaşamasın gerekçesiyle gerçek durum yansıtılmadığı hallerde güven duygusu zedelenir. Alınan tedbir ve kararların da etkisi azalır” diye önemli bir açıklama yapmış. Bunu da eklemek istedim. 

AB: Krizlerde enformasyon yönetimi çok önemlidir. Krizin asıl sebebi olan virüsle mücadele kadar önemli olan enformasyon yönetimidir, tüm krizlerde böyledir. Asimetrik ve eksik enformasyon krizin daha fazla büyümesine sebebiyet verir. Doğru bilgi güven sağlar. Ancak salgın öncesinde de güven ilişkisinin sarsıldığı bir ülkeydik, toplumun çok büyük çoğunluğu ile iktidar arasında güven ilişkisinin zedelendiği, önemli ölçüde örselendiği bir ülkeydik. Güven bunalımı içindeydik. Hatta uluslararası ilişkilerimizde güven bunalımı yaşıyordu. “Şahtık şahbaz olduk” değim yerindeyse.. Salgınla mücadelede ve enformasyon yönetiminde yetersiz bir durumla karşı karşıya kaldığımızı görüyoruz. 

Yetersizlik açıklanan ekonomik tedbirlerde de kendini gösteriyor; durumun ciddiyetinin önce farkına varmayan ülkeler hemen değiştiler, doğru önlemleri geliştirmeye çalıştılar, başından beri farkına varanlar sürekli tedbirlerini genişleterek yeniliyorlar, bizde böyle bir durum göremiyoruz. 

ÖÖ: Trump yönetimi dahi her yurttaşa para veriyor. 

AB: Evet bu konuya da geleceğim, salgına girmeden önce Türkiye ekonomisi büyüyememe sorunu içindeydi, son çeyrekte ittire kaktıra bir hareketlilik söz konusu oldu, ekonomimizde durgunluk söz konusuydu. Türkiye ekonomisinin diğer ekonomilerden farkı, bunalım içinde bunalım, durgunluk içinde durgunluk içine girmeye başladı. Kamu mali disiplinimiz bozulmuştu, hem iç açık hem dış açık veriyorduk, yüksek enflasyon, merkez bankası ve kamu bankaları kaynaklarına dayalı bir uygulamalar içindeydik, çöpler halının altına süpürülüyordu. Açıklanan ekonomik tedbirlerin ismi bile garip, “koruma kalkanı” ne demek ? askeri terminolojiden alınmış, Suriye savaşına uygun, Fırat Kalkanı, öbürü neydi? 

ÖÖ: Bahar Kalkanı.

ÖM: Barış Pınarı.

AB: Şimdi salgının yarattığı ve muhtemel yaratacağı ekonomik tahribat hakkında yeterli projeksiyonlara ve bilgiye sahip değiliz. Eski dönemlerde devletin ekonomik karar birimleri bir şekilde devreye girerdi, Devlet Planlama Teşkilatı vardı, Yüksek Planlama Kurulu, Para Kredi Kurulu vardı, böyle mekanizmalara sahiptik, ki çok eleştirdiğimiz, eksik bulduğumuz mekanizmalar devreye girerdi, böyle bir durumda nelerle karşılaşacağımıza dair projeksiyonlar ortaya koyarlardı. Bugün bakıyoruz, minik gruplar halinde sosyal bilimcilerin, iktisatçıların deklarasyonları var, TÜSİAD yetersiz bulduğunu ifade ediyor tedbirleri. Zaten açıklanan tedbirler ve teşvikler geniş toplum katmanlarını, sınıfları alt ve orta gelir gruplarını düşünerek yapılmış değil. Piyasa aktörlerini, işverenleri, sermaye sahiplerini bu girdaptan nasıl az kayıpla çıkarabiliriz diye düşünülerek hazırlanmış, ama sermaye sahiplerini de tatmin etmiyor. Sonuçta işsizlik devasa boyutlara hem dünyada hem de Türkiye’de katlanarak büyüyecek..

ÖÖ: Uluslararası emek örgütü dünya çapında 25 milyon kişinin işsiz kalabileceğini söylemişti. 

AB: Evet şu anda Amerika’da zaten 3-3,5 milyona ulaştı işsizliklerin boyutu. İktidarın kafasında sadece sermaye sınıfını korumak var. Her sorunu da kredi vererek atlatabileceklerini düşünüyorlar ama kaynak yok zaten, bireylerin borçları nasıl çözülecek? Bir borç sarmalı içerisinde Türkiye halkı, resmi işsizlik rakamlarımızın ötesinde işsizlik rakamlarına sahiptik, hem işsiz hem borçlu bir halk var karşınızda. Muazzam büyüklükte bir salgın maliyetiyle karşı karşıya kalacağız. Salgının maliyetini kimler ve nasıl ödeyecek? Önceki ekonomik krizlerde alt ve orta gelir gruplarına yüklenildi, nitekim 2001 krizi de krizin maliyetinin büyük bir bölümü alt ve orta gelir gruplarına yüklenildiği için ciddi siyasi kırılmaya yol açtı. IMF kaynakların çok büyük bir bölümü bankalara ve büyük sermayenin desteğine ayrıldığı için büyük bir siyasal çöküş yaşadık. İşte bu çöküşte AKP’yi doğurmuştur Dikkatinizi çekerim: 2001 krizinde alt ve orta katmanlar gözetilmediği için yaşanan siyasal kırılmanın hediyesi AKP oldu.

ÖM: Evet.

AB: Biz o zaman, “ toplumsal mutabakatla bir tedavi” yapabilir miyiz diye düşünmüştük ama tabii mutabakatla bir tedavi istenmedi, tercih edilmedi. Kaynaklar sermaye sınıfına ayrıldı, bankalara ayrıldı, bankalar kurtarıldı, ayakta tutulmaya çalışıldı. 

Önümüzde çok ciddi kayıplara sebep olacak bir “hal “ bulunuyor. Salgının maliyeti toplumsal mutabakatla mı yüklenilecek? Dayanışma ve uzlaşma mı olacak? Salgının maliyeti adil bir şekilde bölüştürülecek mi? Yoksa, sarayın dayandığı kesimlerin zararlarını emirnamelerle toplumun alt ve orta gruplarına yıkarak mı? Bugüne kadar görülen hem tedbirlerin yetersizliği hem de bunun daha çok alt ve orta gelir gruplar üzerine yüklenileceği şeklinde.

Tabii bu devasa sorun dünyada da konuşuluyor, Yıllar boyunca neo liberal iktisadın “zinhar yapılmamalı” dediği hususlar gündeme getiriliyor. Arz ve üretim eksikliği, talep eksikliğinin birlikte yaşandığı dönemlerde iktisadi hayat nasıl canlandırılabilir, canlandırmak için nasıl kaynak yaratılabilir? Ülkelerin ve Türkiye’nin cevaplamak durumunda olduğu soru bu.. Gerekli parayı borçlanma yolu ile sağlayabilirsiniz, Türkiye dış borç yapabilecek kabiliyette bir ülke olma özelliğini kriz öncesi dönemde önemli ölçüde yitirmişti. İç borçlanmanın nerelere dayandığı belli. Bütçe açıklarınız tehlike sinyali veriyor. Vergi gelirleriniz düşük ayrıca üretimin düşmesi, büyüme oranlarının düşmesiyle vergi gelirleriniz daha da düşüyor, Dolayısıyla mesele Merkez Bankası kaynaklarına başvurmaya geliyor. Erdoğan iktidarı, salgın öncesinde Merkez Bankasının karına yedek akçesine, değerleme farklarına bile el uzatarak ulaştı. Ama esas mesele banknot matbaası fazladan çalıştırılacak mı? Para basılacak mı? Şimdi bu konu tartışılıyor malum. Para basarak çözüm, bu tür durumlarda yapılmış ve denenmesi gereken hususlardan biridir. Sonuçta insanlar hem işsiz hem de parasız, biraz önce Özdeş de söyledi, Merkel’in ve Trump’ın tedbirlerinde çekler var, vatandaşın bizzat işsiz kalan insanlara para veriyor, destek var, harcama yapması için kaynak yaratıyor ve veriyorlar. Ancak bu kaynağı Türkiye nereden ve nasıl yaratacak? 

ÖÖ: Üstelik IMF’den söz ediliyor ama IMF’de de ciddi bir kriz var, IMF başkanı 2009’daki finans krizinden daha kötü bir durum beklendiğini söylüyor. “2,5 trilyon Dolar mali destek gerekecek ülkelerden” diyor. Daha şimdiden 80 ülke IMF’ye başvurmuş, gelişmekte olan ülke bunlar ama IMF kaynaklarının da buna yetmediğini çünkü batı ülkeleri de milyarlarca Dolar kendi paketlerini açıklıyorlar.

AB: 81 ülke borç istemiş ama Türkiye daha gitmedi biliyorsunuz. 

ÖÖ: Evet.

AB: Yıllar önce, IMF Baş ekonomistliği de yapmış bir iktisatçı Kenneth Rogoff, “Çin batarsa IMF’ye ne olur?” diye bir makale yazmıştı. Hatırımda kaldığı kadarıyla, “ Çin batarsa IMF’de batar, fon Çin’e yetemez ” diyordu. IMF’nin kaynakları salgından doğan maliyete, bu krize yetmez, devede kulak kalır, ki 2008’den sonra IMF’nin kaynakları arttırıldı ama yetmez. Dolayısıyla iş geliyor “ nasıl kaynak yaratacağız” sorusunu yanıtlamaya geliyor. Türkiye’de işsizlik fonu var ama reel olarak o kaynak yok orada, bunu geçtiğimiz günlerde eski Merkez Bankası başkanı Durmuş Yılmaz açıklamıştı.

ÖÖ: IMF’nin 50 milyar Dolar’lık fonu varmış şu anda, yani bu acil durumlarda ülkelere destek için, bu çok komik bir rakam tabii.

ÖM: Ben de iki şey soracağım, bir tanesi sağlık personelinin 3 ay istifa edemeyeceğine dair bir karar vardı 27 Mart tarihli Gazete Duvar’da yayınlanmıştı, yani 81 il valiliğine gönderilen yazıda. Sağlık hizmetinin sürdürülebilirliğini etkin ve verimli bir şekilde sağlamak amacıyla 3 ay boyunca kamu ve özel sektöre ait tüm sağlık kurum ve kuruluşlarında görevlilerin, hiçbir sağlık personelinin ikinci bir duyuruya kadar görevlerinden, işlerinden ayrılmasına izin verilmemesi kararı. Bu çok sık rastlanan bir şey değil ve ancak olağanüstü durumlarda yapılan bir şey. Bunu nasıl karşılayacaklar, halledecekler? Birinci sorum bu, ikincisi de ABD’den çıkan bir haberi okumuştuk ilk birinci saatlik blok içinde, korona virüsü pandemisinin ekonomik kriz bütün ABD’yle ilgili bir haberdi, milyonlarca hane halkına kiraları ödeyemeyeceklerini, dolayısıyla bir kira ertelemesi moratoryum olması gerektiği yolunda bir çıkış vardı. Türkiye’de nasıl halledilecek bu işler?

AB: Evet, sağlık personelinin 3 ay boyunca hiçbir şekilde görevlerinden ayrılamayacağı belirtiliyor. Uygulanması nasıl olacak açıkçası bilmiyorum ama Türk Tabipler Birliği sağlık personelinin bizzat kendilerinin korunmasıyla ilgili tedbirlerinde yeterli olmadığını söylüyor. Ayrıca virüs tespit ettikleri hastaların akıbeti hakkında doktorlara bilgi verilmediği söyleniyor, pek çok hekim arkadaşta bunu teyit etti. Hastaların tahlil sonuçları sevk eden doktora gelmiyormuş. Bir uygulama kargaşası içinde olduğu görülüyor. Ayrıca Türkiye olağanüstü hal ilan etmeden, olağanüstü hal gibi tedbirler alıyor. İşler, kuralsızlık içinde ve “ben yaptım oldu “ şeklinde yapılıyor. Yayılımın önlenmesi için normalde sokağa çıkma yasağını özellikle uygulaması gerektiğinin hep altı çizilmesine karşın inatla yapılmıyor, neden yapılmadığı da açıklanmıyor. 

CHP genel başkan Kılıçdaroğlu’nun bir açıklaması oldu,alınması gereken tedbirler hakkında önemli ikazları ve önerileri oldu. Onu da unutmayalım, derkenar edelim. 

ÖM: En büyük tehdit altında olanlar da sağlık personeli tabii, bunu da herkes biliyor zaten.

AB: Sahada da kıdeme göre çalışılıyormuş gençlerin ön safta yer aldığı söyleniyor. Sağlık personelinin kendi cebinden maskesini, eldivenini aldığı da ileri sürülüyor. Bu konuda da çok yetersiz ve geriyiz. Devletin yapması gereken temel ihtiyaç maddelerinin temin etmesidir. Dezenfektan, eldiven, maske gibi malzemeleri dağıtması lazım, bu fonksiyonu icra etmesi lazım. Kiralar meselesine gelince bu konuyu da bir ekonomik tedbirlerin bütünü içinde ele alıp gerekli önlemleri ortaya koyan bir iktidar yok karşımızda, bir mekanizma yok.

ÖM: Niye? Damat bey bunu halledemez mi diyorsunuz yani ekonomiden sorumlu hazine bakanı?

AB: Damat Bey bunu halledemez, damat beyin kendisi ve kadrosu yetersiz, bunu halledemez, bu işler ehliyet ister, maalesef yok.. Bu işler ayrıca şeffaflık ister, bu da yok.. Bugün ekonomide bir kriz yönetimi söz konusu değil. Vesileler oldu, değişik zamanlarda kriz yönetiminde ve krizde enformasyon süreçlerinin içinde yer aldım, tanık oldum. Meslek hayatımız iktisadi krizlerin içinde geçti ama bu farklı bir şey. İnsanların dünya çapında ölüme aday olduğu, hazırlandığı bir süreci nasıl önleyebiliriz, bunu önlerken bir taraftan da ekonomimizi nasıl ayakta tutabiliriz? Bu soruları cevabını ortaya koyabilecek bir iktidar yok karşımızda.. 

Salgının maliyetini karşılamak için kaynak meselesine yeniden dönersek. Osmanlı’da kaynak sıkıntısı yaşandığında uygulanan “imdadiye” denilen bir yöntem var. Zenginlere gidiyorlar, vergiyi zenginlerden alıyorlar. Devlet hazinesinin tam takır olduğu, kaynak bulunamadığı zamanlarda, bıçak kemiğe dayandığında kullanılan bir yöntem. Böyle durumlarda ‘İstanbul zenginlerinden imdadiye’ adı altında para toplanılmasına karar verilirdi.

Vaziyet, ‘ imdadiye ‘ye kadar gelince, memur ve asker maaş alamadıkları için ayaklanıyordu, sarayın kapısına dayanıyordu. İmdadiye toplanması işi, bu nedenle askerin zorbabaşlarına bırakılırdı, onlar, imdadiye alınacak kişileri ve vergi miktarını, hem tespit hem de tahsil ederlerdi.

Ayaklanan askerin eline verilen, ‘pençeli divan defterine’ göre asker istediği kişi ve evden tahsilat yapabilirdi.

İmdadiye, bugünün diliyle “servet vergisi” demek. 

Hem gezegenimiz, hem de ülkemiz için imdadiye gerekiyor. Yani Keynesyen politikalara dönüş yapmak durumundayız. 

Çünkü dünyada muazzam bir servet dengesizliği, muazzam bir gelir dağılımı dengesizliği var bu dengesizlik ve uçurum neo liberal dönemde aratarak yaşandı. Etrafımıza baktığımızda bir yapı stoğu ve anarşisiyle karşılaşıyoruz. Türkiye’de son 17 yıl içinde 430 -450 AVM yapılmış. Bu AVM’leri, plazaları, towerları, siteleri, bu serveti etrafa baktığımızda görüyoruz. Türkiye geçen 17 yılda 1,3 trilyon Dolar’lık inşaat yaptı. Aldığınız borçlar işte buralara gitti, gayrimenkul stoğu, bir servet stoğu yaşanıyor ve bunlar belirli ellerde, belirli kesimlerde.

Türkiye’deki mevduat dağılımına baktığımızda da durum anlaşılıyor, ülkemizde 400 bine yakın kişinin ülke servetinin % 80’nine sahip olduğu belirtilmektedir. Bankalarda bulunan toplam mevduatın yaklaşık %77 sine 200 bin milyoner sahip bulunmaktadır. Bu iki veri bile durumun vahametini anlatmaktadır. 

Buradan çıkacak sonuç şu : kaynağın nerede olduğu belli, kaynak servette. Bu hususu geçtiğimiz yıllarda pandemi olmadan önce de dile getirmiştik. İçlerinde Soros’unda bulunduğu, 30’a yakın dolar milyarderleri ultra servet sahibi zenginlerden “servet vergisi alınmalıdır” dediler. İstediklerini onlar beyan ettiler, başkan adaylarına mektup yazmışlardı. “servetimizden vergi alma zorunluluğu vardır” diyorlardı. Servet vergisi, “iklim krizinin çözümü için kullanılabilir, sağlık için kullanılabilir” diyorlardı. 

ÖÖ: Zorunlu kamulaştırma da zaten bu koşullar içerisinde sağlık sisteminin İspanya’da olduğu gibi bütün özel hastanelere el konması gibi tedbirler iklim değişiminde de “fosil yakıt şirketlerine derhal el konsun” deniyordu.

AB: Evet. Türkiye’de bugün servet kimlerin elinde? Nerede toplandı servet? Havuz sermayesi dediğimiz yerde servetin bir bölümü, gayrimenkulde çok büyük bir toplulaşma var. 17 yıl boyunca alınan dış borçlar nereye gittiyse servet ordadır. Servet neredeyse kaynakta oradadır. Servetle ilgili bir vergilendirme olmadan Türkiye’nin de dünyanın da gerçek çıkışı yoktur. Türkiye’nin zaten kaynağı yok, Türkiye’den nereden telafi edecek salgından doğan zafiyetlerini? 

ÖM: Vergi cennetlerinden alamaz mıyız, kurtaramaz mıyız bu durumu?

AB: Tabii elbette gemiciklerden vergi cennetlerine giden paraların da kurtarılması gerekir. Kaynağın nerede olduğu belli. Dünyada da belli ülkede de belli.

İzmir İktisat Kongresi cumhuriyet ilan edilmeden önce yapılan bir iktisat kongresi. Orada işçi grubu bir teklif sunmuş çok ilginç, (bulaşıcı hastalıklar o kadar can alıyor ki, savaş süreçlerinin de yarattığı tahribat içinde muazzam bir salgın koridoru Anadolu) “ salgınlar ve sari hastalıklar için bir sağlık vergisi konulması lazım” diye işçi grubu öneri getiriyor kongreye. “ sağlık vergisinin sanatoryumların, hastanelerin giderlerini karşılanmak üzere gelir vergisine eklenmesi gerekiyor” diye bir öneride bulunuyorlar. Sanayi ve çoğunlukla da ticaret temsilcileri tarafından sunulan teklif reddediliyor. 

Türkiye’de ve dünyada da neoliberal dönemde pek çok ülke serveti vergilendirmedi. Sermaye vergisi, servet vergisi, Fransız iktisatçı Pikkety nin kitabında da vardır. Bugün dünyada, bu vergileri dile getiren neo Keynesyen iktisatçılar olarak ta sayabileceğimiz çok fazla kıymetli bilim adamı bulunmaktadır. Sadece bu alanda adım atarak gezegenimizdeki pek çok sorunu çözebilecek aşamaya gelebiliyoruz. Bugün cari olan vahşi neo liberal kapitalizme ve küreselleşmeye yeni bir format atılacaksa servet vergisi üzerinden, servetin vergilendirilmesi üzerinden atılabilir, başlangıcı servetin vergilemesi olabilir. 

Türkiye’de ve dünya da çözüm servet vergisindedir. Aslında zaman “imdadiye” zamanıdır, varlık, servet vergisi zamanıdır. Türkiye’de böyle bir vergilendirme olabilir mi ? Böyle bir iktidarla hiç mümkün değil. Ama eninde sonunda serveti vergilemeden çıkış olacağını pek sanmıyorum. Hem dünyada hem de ülkede. ‘neşen yerine geldi’ tedbirleriyle olacak iş değil, böyle bir refleksi bugünkü iktidardan beklemek hayal. 

Çıkış yolu için pek çok ülkenin uyguladığı ve uygulamak istediği salgınla mücadele ve ekonomideki bunalımı, durgunluğu aşmak için kaynak yaratmak için Merkez Bankası devreye girer başka yerde kaynağı bulamayınca Merkez Bankası’na başvurmak zorunda kalabilirsiniz, bununda yıllar süren enflasyonist sonuçları olacaktır. Şu anda dünya 2008 krizinde olduğu gibi tekrar Keynesyen tedbirlere kafasını çevirmiş durumda ama bizim kafa hiçbir yere çevrilmiş durumda değil, sadece saraya çevrilmiş durumda bizim iktidar kafası sadece yeni konutlar nasıl satılabilir, ona bakıyor.

ÖM: Keynes bile yetmeyebilir. Ben de son bir cümleyle bitirelim isterseniz, Sean Woods diye bir yazar, gazeteci ilginç bir yazı kaleme aldı Rolling Stone dergisinde, şöyle diyor “korona virüsü aslında hızlandırılmış çekim yapılmış bir iklim krizidir” alt başlığına da şunu koymuş yazısının “bilim insanları dinlenmedi, bütün kontrol mekanizmaları kuruluşları da paraları kesildi, onlar da iplenmedi ve şirket kârları da birinci plana alındı. Size bu bir şey ifade ediyor mu? Bütün bunlar tanıdık geliyor mu bir yerden?” diye sormuş ve çok ayrıntılı olarak incelemiş krizin büyüklüğünü, korona virüsü ile iklim krizinin ortaklığını, çok ciddi bir duruma işaret ediyor. 

AB: “Hızlandırılmış iklim krizi “ çok iyi.. Son olarak varlık fonumuz hakkında bir şey söyleyeyim. soralım. 

ÖM: Ne oldu o?

AB: Krizde varlık fonunu ne yapacağız? Uluslararası alanda varlık fonunun kıymeti varlığı hiç yoktu, krizle birlikte daha da zor günler bekliyor. 2 gün önce bir Çin bankasıyla varlık fonu arasında 5 milyar Dolar’lık işbirliği mutabakatı sağlamışlar. Temenni mutabakatı. Çin buraya gelip yatırım yaptığında Çin şirketleri için bir nevi sigorta olacakmış. Bu devasa kaos içinde sanıyorum bir “moral değer haberi” olarak değerlendirmişler, temenniler içeriyor. Ama biz varlık fonunu unutmayalım, varlık fonu kaynakları ekonomik tedbirler içinde ele alınsın, değerlendirilsin diye bir argüman geliştirelim.

ÖM: Evet evet biz de destekliyoruz!

AB: Orada devletin serveti yatıyor yani!

ÖM: Peki çok teşekkür ederiz Ali bey.

ÖÖ: Çok teşekkür ederiz.

AB: İyi yayınlar, hoşça kalın!

Şarkıcı / YorumcuParça AdıAlbüm AdıSüre