Ekonomi Politik'te Ali Bilge, seçime doğru gidilirken siyasi parti ve liderlerinin mülteci sorununa yönelik, mültecileri "ülkeden gönderme" söylemleri üzerine konuştu
(9 Mayıs 2022 tarihinde Açık Radyo’da Ekonomi Politik programında yayınlanmıştır.)
(Bu metin hızlıca hazırlanmış bir ses kaydı deşifresidir, nihai biçiminde olmayabilir.)
Özgür Özdeş: Merhabalar Ali bey, günaydın!
Ali Bilge: Günaydın Özdeş, günaydın Tuba, günaydın Feryal, herkese iyi haftalar!
Tuğba Tekerek: Günaydın!
AB: Gündeme geçmeden önce, başsağlığı dileklerimi iletmek istiyorum; Açık Radyo’nun kurucularından Cem Madra’yı kaybettik. Tüm Açık Radyo ailesine ve Madra ailesine baş sağlığı diliyorum. Geçtiğimiz hafta -Ömer Madra’nın da akademisyenlik döneminden mesai arkadaşı- Prof. Dr. Rona Aybay’ı da kaybettik. Her iki kıymetli kaybın acısı taze, çok yeni. Aybay ve Madra ailelerine ve Açık Radyo ailesine başsağlığı dileklerimi iletiyorum. Bu iki değerli insanı anarak ve acıyı bal eyleyerek gündeme geçelim isterseniz.
ÖÖ: Tabii buyurun.
AB: Şimdi, önümüzde seçimler var malum ve bu seçimleri konuşuyoruz, seçimlerin niteliği üzerinde duruyoruz, bu seçimlerin ittifak bileşenlerini gündeme getirip analiz ediyoruz, nasıl bir ittifakla sürecin geçilmesi gerektiği üzerinde duruyoruz. Önümüzdeki seçimler parti programlarının yarışmasından ziyade, Türkiye’nin otokrasiyle mi ve demokrasiyle mi yönetilip yönetilmeyeceğinin seçimi olacak.Otokratik düzenin sona erip ermeyeceğini, demokrasiye geçilip geçilmeyeceğini belirleyecek bir seçim olacak. Ancak son zamanlarda bu seçimlerin göçmen ve sığınmacı sorununun öne çıkacağı bir referanduma dönüşebileceğini gösteren yaklaşımlar sergilendi. Göçmen ve sığınmacılar üzerinden milliyetçiliğin yarıştığı bir seçime doğru adımların atıldığına şahit olduk.
ÖÖ: Hatta milliyetçiliğin ötesine geçen, alenen ırkçılık…
AB: Irkçılıkla birlikte…
ÖÖ: Galeyan hatta, belki ondan bile söz etmek mümkün.
AB:Irkçılığın ve milliyetçiliğin yarıştığı bir seçimle otokrasinin yenilmesinin mümkün olduğunu düşünmek büyük yanlışa düşmektir. Göçmen ve sığınmacılar üzerinden yaratılan ırkçılık ve milliyetçilikle otokrasi yenilemez.Temel içgüdü buna dayanırsa, bu ülkeyi büyük bir yanlışa, sonuçta otokrasinin devamına götürür. Bir kere bunun farkında olmak gerekiyor. Elbette, göçmen ve sığınmacılar Türkiye’nin yaşadığı büyük bir problem. Ancak otokrasiden çıkış yolunu bu probleme dayandırmak, “gitsinler, gitmeliler, şöyle gitmeliler, böyle gitmeliler” şeklinde yaklaşarak, yöntemleri yarıştırarak otokrasiden çıkış olmaz.
Geçen haftalarda hatırlarsınız, “ittifaktalar için büyük bir milliyetçilik arazisi var, partiler de kupon parseller kapma peşinde” demiştik. Ümit Özdağ çıkışını da böyle değerlendirmek mümkün. Özdağ ve partisi bunu en fazla ateşleyen, ateşi daha da harlandıran davranışlar içinde oldu.
Türkiye’deki muhalif partilerin içinde bulunduğumuz otokratik rejimden çıkış için ittifaklar politikaları üzerinde yoğunlaşması gerekirken, odaklanılması gereken yerin burası olması gerekirken, otokrasiyle demokrasi arasında bir seçim aşamasında olduğumuzu vurgulamaları gerekirken, sığınmacılar üzerinden milliyetçilik ve ırkçılık yarıştırmaları akıl alır değil. Yarışma, otokrasinin demokrasi ile el değiştirmesi üzerinde olmalıdır. Türkiye önümüzdeki seçimler olursa ve de adil olursa, büyük bir ihtimalle ara bir dönem yaşayacak. Demokrasiye geçmek için, parlamenter sisteme -güçlendirilmiş parlamenter sistem deniliyor ona- geçmek için bir anlamda ülkenin 2011 ayarlarına dönmesi için muhalif ittifaklar kurmak zorundayız. İttifaklar da ön kabuller sözleşmesine dayanmak durumunda. Bu aşamada ittifaklar ne Ermeni sorununu ne Kürt sorununu ne de göçmen ve sığınmacı sorununu çözmek üzerine kurulmuyor. Elbette partiler programlarını ortaya koyarlar ama bu seçimin ana konusu otokrasiden çıkış meselesidir. Bunun farkına vararak ittifakları kurmak, yaklaşmak gerekiyor, milliyetçilik yarışı, ırkçılık yarışı ile değil. Bu seçimlerde otokrasiyle demokrasi yarışacak bunun farkında olmak gerekiyor.
Elbette, göçmen ve sığınmacıların uyum dahil tüm sorunlarının nasıl çözüme kavuşturulacağı demokrasi içinde daha sağlıklı ele alınacak bir meseledir. Mutabakat aranarak çözüme kavuşturulacak bir problemdir. Yaşadığımız coğrafya zaten kin ve nefretin egemen olduğu, kin ve nefretin birbiriyle yarıştığı bir coğrafyadır.
Gazeteci David Ignatus’un “Siro” adlı romanında vardır, bu adam Washington Post’un editörlerindendi, Davos’ta ‘one minute’ün moderatörüydü . Onun romanında şöyle yazar:
Dünyanın bu bölümünde insanlar böyledir; hiç kimseye güvenmezler, Arnavutlar Bulgarlardan nefret eder, Bulgarlar Türklerden, Türkler Kürtlerden nefret eder, Kürtler de Ermenilerden. Bu yüzden hepsi vakitlerinin büyük bir bölümünü birbirlerini izlemekle ve nefret etmekle geçirirler. İşte dünyanın bu bölgesinde politikanın gizli sırrı budur: bunları birbirine karşı oynamak.
Bu zincire, bu coğrafyaya Arapları, Azerileri, Yunanlıları eklemek gerekiyor, burası bir nefret bölgesidir.
Türkiye’de iç siyasetin zemini bugün zaten yanıcılarla, benzinle yıkanmış durumda. Her türlü kıvılcımların olduğu, ateşlerin bulunduğu bir bölgenin ortasındayız; Balkanlar coğrafyası böyle, Kafkas coğrafyası böyle, Ortadoğu coğrafyası böyle... Böyle bir durumda iç siyasetin sığınmacılara milliyetçi bakışla odaklanması, otokrasiden çıkış sürecinin baltalanması anlamına geliyor.
Aslında bir kurucu iradenin oluşması gerektiğinin hep altını çiziyoruz. Bugüne kadar Birinci Meclis dışında, -ki o da Osmanlı askeri bürokrasisinin ağırlıklı olduğu bir meclistir- genellikle kurucu irade askeri darbeler sonucunda oluşturuldu Türkiye’de. Bugün artık kurucu iradeyi sivillerin oluşturulması gerekiyor.
Sivillerin oluşturacağı kurucu iradenin de nefret tohumları ekerek oluşmaması gerekiyor. Suriyeli ve Afgan sığınmacılar üzerinden otokrasiden çıkış yolu döşenemez. Bu seçimin ana konusu göçmen ve sığınmacılar olmamalı. İmamoğlu, Yavaş gibi isimlerin tartışılması da yanlış. Sırası gelmişken söylemeliyim, İmamoğlu’nun Karadeniz gezisi de gereksiz bir geziydi. Çünkü ortalık karmakarışık, dini ve etnik kimliğe dayanan Erdoğan otokrasisi kol geziyor. Otokratik milliyetçilik, toplumun sosyolojik, tarihsel, kültürel özelliklerine dayanıyor, böyle bir kitleye sahibiz. Göçmen ve sığınmacı problemi ile bu fitilin ateşlenmesi çok kolay. Milliyetçilik yarışması nefretten çok iyi besleniyor. Bunu sürekli ateşlemek suretiyle siyasi alan yaratmak, seçmeni yakalamak çok yanlış ve tehlikeli bir tercih oluyor. Bu, Türkiye’nin içinde bulunduğu kaotik süreci daha da arttırır. İttifak içinde olan olmayan tüm muhalif partilerinde bu ateşlemeden iktidarın yaralanacağını, besleneceğini düşünerek siyasa geliştirilmesi gereklidir. Biz otokrasiden çıkmak, kurtulmak istiyoruz ve demokrasiye kavuşmak istiyoruz. Son 10 yılda mecburiyetten ülkemize gelen Suriyeli, Afgan sığınmacılar üzerine geliştirilen milliyetçilik yarışıyla otokrasiden çıkmamız mümkün olmaz.
"Problemi milliyetçilik üzerinden yarıştırmak, otokrasiden çıkış sürecinde yangını büyütmektir"
ÖÖ: Bir de galiba Türkiye’de milliyetçilik ve ırkçılık genelde ya Kürt düşmanlığı ya azınlıklar üzerinden yürürdü. Şimdi Avrupa’daki bu Neo-Nazilerle çok benzer, yeni bir tür nefret öznesi edinmiş olduk. Ufak bir hatırlatmada bulunayım, bu mesele bayram tatilinde bir belgeselle aslında gündeme geldi, “Sessiz İstila” isimli YouTube üzerinden bir film çekildi, daha sonra bu belgeseli Ümit Özdağ kendisinin çektirdiği zaten söyledi. Çünkü belgeseli yapanlar ve sunucusu gözaltına alındı nefret söylemi yaymaktan dolayı. Ardından böyle bir sosyal medyada da göçmenlere yönelik linç kampanyası başlamıştı. Bunun üzerine bütün geçtiğimiz hafta boyunca bu meseleyi tartışır olmuştuk.
AB:Soru şu; biz otokrasiden mi kurtulacağız, sığınmacılardan mı kurtulacağız? Biz otokrasiden kurtulacağız. Demokrasi ve parlamenter sistem içinde sığınmacılar meselesine çözüm bulacağız. Elbette çok büyük bir problem.
Bakın, 1683 ‘ten bu yana, İkinci Viyana yenilgisinden bu yana bu coğrafyada göçler vardır. Şu anda “ben buralıyım” diyen kişi 50-100 yıl öncesinde buralı değildir. Üstelik bu göç, akım tablosu ayrıntılarıyla, tam anlamıyla çıkarılmış da değildir. Avrupa topraklarından doğuya doğru, bu tarafa sürekli gelirler. Rusya ile 1683’ten sonra herhalde 7- 8 savaş yapıldı, bunların sonucunda müthiş bir göç var. Kırım’dan, Kafkaslardan Moğol ve Türkistan bölgesinden, Çerkez göçlerini hatırlayalım. Tüm bu coğrafya bir göç akışı içerisindedir. 300 yılda milyonlarca insan göç etmiştir. Balkan Harbi sonrasında, geçen haftalarda bir vesile ile konuştuğumuz Osmanlı-Rus Harbi, 1877-78 savaşı -93 harbi diye geçer- sonrasında çok büyük bir göç akımı vardır. 1829’daki Rusya-Osmanlı savaşını Puşkin izler biliyor musunuz? Edebiyatçı Puşkin, Osmanlı-Rus savaşını tanığıdır, gazetecilik yapar bir anlamda. Gözlemleri daha sonra yayınlanır. Savaşı, insanların sefaletini gözlemler ve tarafsız da bir dille anlatmıştır. 300 yıldır bu coğrafya üzerinde göç akımı yaşıyoruz, dolayısıyla herkes muhacir. Eskiden bu kelimeyi kasaba ve şehirlerde çok duyardık, “bunlar muhacir” derlerdi, halk ağzında maacır’a dönüşmüştü. Herkes bir yerden gelmiştir bu coğrafyaya. Esas yurtlarını bırakarak buralarda yurt arayışına gelmiştir, her daim büyük bir sorundur. Sözde gönüllü bir büyük göç vardır, Türkiye ve Yunanistan arasında; iki devletin Lozan’da yaptığı bir anlaşma var, mübadele anlaşması. 1923-1924 Mübadelesi yıllarca sürdü. Mübadele, sığınmacı, göç işleri için Osmanlı’da devlet içinde bir organizasyon var, Tanzimat sonrasında kuruluyor. Cumhuriyetin ilk yıllarında Mübadele ve İskân Bakanlığı var. Ben bir zamanlar merak edip bu bakanlığın arşivinin peşine düşmüştüm; bulmazsınız, çünkü daha sonra bu bakanlık İçişleri Bakanlığı’na devrediliyor. Sorunlar o kadar büyük ki, orada yaşayan insanları yasaya tabi tutarak, anlaşmaya tabi tutarak zorla getiriyorsun, rızasıyla getirmiyorsun. Çok büyük bir dramdır; buradaki Rumları o tarafa, oradaki Müslümanları bu tarafa getirmeleri her iki taraf içinde çok acılarla doludur. İskan yerleri başta olmak üzere, iktisadi ve sosyal, kültürel pek çok alanda devasa uyum sorunları olmuştur.
Almanya’da bizim vatandaşlar nasıl sorunlar yaşadı yıllarca değil mi? Acı vatan Almanya değil mi? Gurbetçiliği, bunları izlemekle, sorunları takip etmekle geçti yıllarımız. Nermin Abadan Unat hocamızın o yıllarda başlattığı, soruna eğilen araştırmaları hatırlayalım. Hoca ömrü boyunca bu meselenin peşinden gitti. Pek çok araştırmacı bu konulara eğilen çalışmalar yaptılar.
Biz göç veren bir ülke konumundan şimdi göç alan bir ülke olduk. Gelen sığınmacı ve göçmenlerin ciddi bir problem olduğu muhakkak, ama bu problemi milliyetçilik üzerinden yarıştırmak, otokrasiden çıkış sürecinde bu yarışın hakim olmasını sağlamak, yangını büyütmektir. Büyük bir sorun yaşandığı muhakkak; demokrasinin yükseldiği ortamda, demokratik parlamenter sistemde, parlamentonun doğru dürüst çalıştığı, tek adam rejiminin olmadığı bir ortamda geliştirilecek siyasayla, mutabakat arayışlarıyla meseleyi çözmek gerekiyor, toplumda yıllardır süren, yaratılan nefretlerin üzerine yeni bir nefret ekleyerek değil.
Geçenlerde Tarlabaşı Dayanışması’nın faaliyetlerini dinlemiştim. Nefretlerin yarışmasını anlattılar; Suriyeliler Afganlıları istemiyor, Afganlar Pakistanlıları istemiyor, zincirleme nefret, böyle bir ortamdayız. Bu insanların birbirinin işine, aşına savaşması teşvik ediliyor, birbirinden nefret etmesi isteniyor. İklim göçü de yaşıyoruz Türkiye’de. İklim nedeniyle gelenlerin rakamı var mı? Afrika’dan gelenlerin çoğu iklim nedeniyle geliyor. Artık insanlar tarlasını ekemiyor, su yok, verim alamıyor. Yeni bir yaşam kurmak üzere buralara gelen insanlar var, iklim göçü nedeniyle de gelen insanlar var. Neden bu insanlar ülkelerini bırakıp buralara geliyor? Şimdi Suriye ülke mi? Değil, ölüm sahası. Afganistan ülke mi? Değil, ölüm sahası. Buralara ülke denemez…
ÖÖ: Zaten iklim adaleti hareketi bu nedenle her yerde bir yandan açık sınır politikasını savunuyor çünkü göç bu şekilde duvarlarla ya da militarizmi yükselterek engellenecek durumda değil. Bir yandan sizin de bahsettiğiniz iklim değişikliği, öte yandan savaşlar, bunlar devam ettiği müddetçe yapılabilecek hiçbir şey olmadığını söylüyorlar. Yalnız bir ayrıntı önemli burada; Türkiye’deki sığınmacılara yönelik nefret suçu son iki yılda çok arttı. Hatta Ankara’da bir pogrom girişimi dahi oldu. Böyle bir laf atma diye başladı, pogroma döndü, insanlar evlerinden çıkamadı günlerce. Fakat bu iki yılın özelliği, ekonomik krizin derinleşmesi. Yani aslında Türkiye’nin bu büyük göçte milyonlarca göçün ilk geldiği dönemler ağırlıklı olarak 2013-2014. Böyle büyük bir nefret dalgası yoktu, çünkü ekonomi bu kadar kötü değildi. Belki çok iyi değildi ama bu derece kötü değildi. Dolayısıyla biraz bu nefret, hedefi de şaşırtma konusunda zaten batıda da böyle Neo-Nazilerin yaptığı sistem karşıtlığından ya da iktidar karşıtlığından aşağıya yöneltme nefreti olarak kullanılıyor.
Sığınmacıların öğrendiği ilk iki kelime: "Çabuk çabuk", "haydi haydi"
AB: İnsanlar elindeki azalanekmeği paylaşmak istemiyor; neoliberalizmle, sosyal devletin çöküşüyle birlikte Avrupa’da yaşananlar apaçık ortada. Sosyal devlet küçülünce, halklar sonradan gelenlerle bunu paylaşmak istemedi. Sonucunda Neo-Naziliğin, aşırı sağın ve otokrasinin yükseldiğine şahit olduk. 2018’den sonra Türkiye’de nefret söylemi artmaya başlıyor; çünkü ekonomik çöküşe geçiyor, kaynaklar azalıyor, iktisadi büyüme kalmıyor, sığınmacılar göze batmaya başlıyor.
Türkiye’nin de katıldığı 1951 Cenevre Konvansiyonu’na göre Avrupa’dan gelenleri ve zulüm görenleri biz mülteci olarak kabul ediyoruz. Avrupa dışından gelenleri kabul etmiyoruz. Koruma, geçici koruma ve yabancılar mevzuatı ile gelen insanlara yaklaşıyoruz.
ÖÖ: Evet, geçici koruma statüsü de sadece Suriyelilere verilen bir statü ayrıca.
AB: Koruması yok, gelen bu insanlar aslında bir anlamda insan ticaretine göz yumularak burada yaşıyorlar ve bunlar köle. Türkiye’ye gelen sığınmacıların öğrendiği, hemen öğrendiği iki kelime neymiş biliyor musunuz?
ÖÖ: Neymiş?
TT: “Haydi” mi?
AB:“Çabuk çabuk”, patronlarından ilk duydukları kelime buymuş. Patronlar sürekli hep bu sözleri sarf ediyorlarmış, dolaysıyla ilk öğrendikleri bunlar oluyor; “çabuk çabuk, haydi haydi”, bunları öğreniyorlar. Türkiye’nin sığınmacılarla ilgili problemi bütünsel ve insan hakları çerçevesinde ele alması gerekiyor. Uyum sorunları vs. her yönüyle ve diğer ülkelerle birlikte ele alması gerekilen müthiş bir problem. 1924 Mübadelesi sonrasında Türkiye’nin yaşadığı sorunlar, ardından 2. Dünya Savaşı’nın gelmesi nedeniyle de olsa gerek, pek bilinmez, yaşanan büyük dramlar, acılar, ölümler vardır. Her iki devletin halklarını mübadele etmesi sonucunda insanlar çok acı çektiler; iskan sorunları, yerleştirme sorunları Yunanistan’dan gelenlerin Anadolu’da bulunan halklar tarafından kabul edilmemesi, benimsenmemesi gibi pek çok zorluk yaşanmıştır. Gelenler de Müslümandır ama Balkan Müslümanlığı biraz daha farklıdır, daha seküler bir yaşam tarzına sahiptirler. Anadolu Müslümanlığına göre daha farklı yönleri vardır. Gelenlere gavur gözüyle bakılmıştır. Burası hep bu tür acıları yaşayan bir ülkedir.
Acı çekenlerin başında Kürtler geliyor değil mi? 1925’le 1938 arasında, 1984 sonrasında pek çok kez ülke içinde zorunlu iskana tabi tutuldular. Sürekli göç yolları vardır ülke içinde. Daha önce yaşadığımız, Osmanlı’nın son dönemindeki tehcirlere, kırımlara geçmek bile istemiyorum. Göç ve ölüm hep yan yana oldu. Soruna demokratik bir çerçevede bakılması ve hukuka uygun bir şekilde bakılması gerekiyor. Türkiye hukuka uygun olmayan bir şekilde sığınmacı kabul eden bir ülke oldu. Şimdi de hukuka uygun olmayan, vicdana uygun olmayan bir şekilde kabul ettiklerini göndermek istiyor. Bunu da milliyetçiliği ve ırkçılığı yarıştırmak suretiyle yapıyor.
TT: Ali bey, CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu’nun da bir açıklaması oldu bayram döneminde, hani “dört aşamalı plan” diye bir plan sundu. Siz diyorsunuz ki bunun çeşitli veçheleriyle ele alınması lazım, son derece çetrefilli bir sorun diye. Kılıçdaroğlu da işte “bunları göndereceğiz, gönderirken nasıl bir yöntem izleyeceğiz? Suriye’yle karşılıklı büyükelçilikler açacağız ve oranın güvenli olduğundan emin olup öylece göndereceğiz ya da gittikleri yerlerde AB fonlarıyla kreşlerin, okulların, hastanelerin kurulmasını sağlayacağız, böylece göndereceğiz. Ayrıca gittiklerinde herhangi bir can güvenliği tehlikesi olmaması için BM’nin devreye girmesi lazım. BM’yi de işin içine katarak böylece göndereceğiz.” diye dört aşamalı bir plan sundu. Bu planla ilgili ne diyorsunuz? Gerçekçi buluyor musunuz?
AB: BM’nin devreye sokulması doğrudur, ona itirazım yok. Çünkü 1988-91 yılları arasında da biliyorsunuz Saddam Irak’ta yaşayan Kürtleri sürdü, bu insanlar Türkiye’ye geldi. O devirde yayınladığım İktisat İşletme Finans dergisinde bir araştırma yayınlamıştık; Irak’lı sığınmacılar üzerine bazı çalışmalar yapılmıştı, üniversiteler de devredeydi. BM’nin devreye girmesi sorununun çözümünde hukuken ve siyaseten doğru. Ancak onun dışında enine boyuna çalışıldığını düşünmüyorum. CHP’nin planının tüm detaylarını da bilmiyorum doğrusu, bugün de saray kabinesi bir milyon kişiyi gönderme mevzusunu gündemine alacak. Bu büyüklükte bir göç elbette büyük sorun. Türkiye son 10 yılda dünyanın en fazla sığınmacısına sahip ülke değil mi?
ÖÖ: Sayı olarak evet, nüfusa oranla öyle değil.
AB: CHP’nin detaylarıyla bu konuyu ele aldığını pek sanmıyorum. Sorunun çözümü için iç ve dış mutabakat aranmak durumunda. Suriye hükümetiyle elbette ilişkilerin geliştirilmesi lazım. Ayrıca, mesela şunun yanıtını da hiç alamadım CHP’den; hep sormuşumdur, Türkiye Suriye topraklarında üç bölgede var değil mi? Fakülte kurmuşuz, yol, su, elektrik götürmüşüz, belediye hizmetleri yapıyoruz, vergi alıyoruz, mahkeme kurmuş.
ÖÖ: Para birimi TL.
CHP'nin göçmenlere olan yaklaşımı
AB: Polis, yangın teşkilatı var, Antep Üniversitesi fakülte kurdu. Yıllardır oraya vali, kaymakam atıyorsun, çıkacak mıyız buradan? CHP bunu söylüyor mu? Suriye ülke olmaktan çok ölüm sahası evet, ama BM nezdinde hala tanınan bir ülke. Suriye devletinin sınırları içinde o devletin rızası olmadan bulunan bir Türkiye var. Başka bir ülkenin topraklarındayız, çıkacak mıyız? Evet, Ruslar da var, ABD de var, şu da var, kuleler var, kuleler arasında bizim ordu var da çıkacak mıyız? CHP bu konuda da netleşmek zorunda. Ayrıca Türkiye tarafında kalanların, kalmak isteyenlerin uyumu önemli. Uyum paketi eksik. Uyum meselesi yok değil mi? CHP’nin yaklaşımında buna ilişkin de bir şey görmüyorum.
TT: Evet, aslında CHP ile AKP gönderme konusundaki politikaları üzerinden birbirleriyle rekabet ediyorlar sanki. Oysa gerçek olan bir şey var, bir kısmı gitse bile önemli bir kısmı Türkiye’de kalacak ve uyum diye bir meseleyi gündeme almamız gerekiyor. Söylediğiniz gibi CHP’nin politikalarında, CHP’nin önerilerinde uyumdan hiç söz edilmiyor ki bu meselenin bel kemiği olarak görünüyor bana.
AB: En önemli noktası o. Geçmişte gurbetçilerin Almanya’ya uyum sorunu vardı değil mi? Yıllarca hükümetler bu konuyu ele almaya çalıştılar Alman hükümetiyle. Hâlâ devam eden çalışmalar var. Uzun yıllar boyunca akademide, devlet kademesinde Avrupa’ya göç etmiş vatandaşların uyum meseleleri iki tarafta da ele alındı, alınmakta.
Ayrıca Suriye’ye gitmek isteyenlerin güvenlik sorunu nasıl çözülecek? 1988-91 göçlerinin arkasında Saddam rejiminin yaptığı Halepçe Katliamı vardı. Gazla, kimyasalla insanlar öldürüldü, bunları yaşadık. Bu nedenle geldi insanlar, sığındılar. Gözümün önünde o fotoğraflar. Dolayısıyla bu insanlara yasalar, haklar ve vicdanlar çerçevesinde bakmamız gerekiyor.
Bir de “bayramda gidiyorlar tekrar geliyorlar” meselesi var. “Suriye konsolosluklarının önünde kuyruklar” meselesi de konuşuluyor. Biliyorsunuz, ilk iltica ülkesi denilen bir durum var; mesela Afgan İran’dan geçip Türkiye’ye geliyor. Türkiye sığınmacıyı son geçtiği ülkeye gönderme hakkına sahip, uluslararası yasal çerçeve böyle . Suriyeliler Türkiye’ye gelirken Türkiye’de kalmayıp Avrupa’ya da geçmek fikrinde oldukları için girerken kayıt vermiyorlar ya da doğru kayıt vermiyorlar, çünkü eğer doğru kayıt verirse veya kayıt verirse Avrupa’ya göç şansı kalmıyor. İlk iltica ülkesi Türkiye olacağı için Avrupa Türkiye’ye gönderme hakkına sahip. Bu nedenle böyle bir yöntem izlenmiş. Şimdi bu insanlar Türkiye’de kalmak için kendi Suriye konsolosluklarına gidip gerçek nüfus kayıtlarını almak istiyorlar. Bu da köpürtülüyor, “bunlar zaten ülkesinin yönetimiyle barışık, dolayısıyla bunları derhal göndermemiz” lazım diyorlar. “Bayramda gidenleri derhal göndermemiz lazım, güvenli bölge içine gidip gelenleri de öncelikle göndermemiz lazım” deniyor. Şimdi bütün bunlar elbette büyük bir sorun ama kalanların uyum süreçlerini de kapsayacak şekilde bakılması gerekiyor. Ayrıca Suriyeli nüfusun büyük bir çoğunluğu kadın ve çocuk değil mi?
ÖÖ: Bu tam tersi olarak açıklanıyor, “hepsi erkek, kadınları taciz ediyorlar, tecavüzler yaygın” diye, böyle histerik bir hal var, hiçbir rakamlarla doğrulanmamış olan şeyler var. Halbuki ben hatırlıyorum, daha ilk günlerden itibaren göçmenlerle ilgili raporlarda çocuk emeği, çocuk evlilikleri yani ikinci, üçüncü eş olarak Suriyeli kız çocuklarının verilmesi, iş yerlerinde taciz, tecavüz son derece yaygın. Esas en alt ve korumasız kesimi olan göçmenlere yönelik böyle raporlar çok vardı.
AB: Meselenin tüm çerçevesini çok iyi ortaya koyup siyaset geliştirmek gerekiyor. Meselenin çözümüne ilişkin olarak uyum sorunları, gitmeler-gelmeler, tampon bölgeler, güvenlik bölgeleri ya da Suriye devleti ile ilişkilerin düzelmesi, vesaire vesaire… Bütünsel bir paket içerisinde ele alıp bakmak ve mutabakat geliştirmek gerekiyor.
Ancak hükümet ve muhalefet, içinde bulunulan siyasi duruma, konjonktüre göre sığınmacı meselesini malzeme olarak kullanmayı siyasa olarak kabul ediyor. Biz de bunun böyle olmayacağını söylüyoruz. Böyle olamaz, bu sorun böyle çözülemez. Üstüne üstlük de nefret tohumları ekilerek olmaz, köleleştirerek olmaz, organ, insan ticaretine göz yumarak olmaz. Bu insanlar ülkenin içine nasıl katılabilir, uyum nasıl sağlanabilir? Bunlara esas yanıt aramak gereklidir. Tabii ki ekonominin kötüye gitmesi, ekmeğin ufalması ile sorun büyüyor.
Batıda refah devletinin ortadan kalkması, sosyal devletin akamete uğraması, sınıfları ve etnik farklıkları birbirine düşüren siyaseti hortlattı. Sığınmacılar üzerinden seçim ve “ittifaklar politikası” sürdürülmeye kalkışılması büyük tehlikedir. “Dönersin dönmezsin, döndürürüz, biz daha fazla döndürürüz, en iyi biz göndeririz” yarışması haline getirilmesi meselenin özünü kaybetmesine yol açıyor. Böyle olunca da otokrasiden demokrasiye geçme sürecini baltalamış oluyoruz.
ÖÖ: Süremiz de…
AB: Süremizi de doldurduk. Aslında çok konu var, neye değineceğimizi şaşırıyoruz. Her şey korkunç gerçekten, ama herhalde Açık Gazete, Açık Radyo devam ettiği müddetçe göçmen ve sığınmacı sorunsalı -bizler oluruz olmayız- ülkenin ve siyasetin gündeminde uzun yıllar yer alacak.
ÖÖ: Peki, çok teşekkür ederiz. Haftaya görüşmek üzere.
AB: Size kolay gelsin, hoşça kalın!
TT: İyi günler, hoşça kalın.