"Betona, inşaat sektörüne dayalı iktisadi büyüme ile sele kapılan bir Türkiye"

Ekonomi Politik
-
Aa
+
a
a
a

Ekonomi Politik’te Ali Bilge'yle Türkiye'nin "kısa" HES tarihi.  

CHP milletvekili Hasan Baltacı Kastamonu'da yıkılan HES'i görüntüledi.
Hasan Baltacı

(16 Ağustos 2021 tarihinde Açık Radyo’da Ekonomi Politik programında yayınlanmıştır.)

Ömer Madra: Günaydın Ali bey, merhabalar!

Ali Bilge: Merhaba Ömer bey, merhaba Özdeş!

Özdeş Özbay: Günaydın!

AB: Merhaba, günaydın Feryal, bütün dinleyicilere de merhaba!

ÖM: Evet artık her zamanki gibi, her zamankinden daha bile yoğun bir hafta sonuna girdik, hafta sonundan çıktık yani, gerek Afganistan’da gerek iklimle ilgili olarak, gerek seller, gerek yangınlar, yani sonu gelmiyor. 

AB: Felaket haberleri vermekten normal haberlere geçiş yapamıyoruz. İsterseniz  sel felaketine bakalım. CHP Kastamonu  milletvekili  Bozkurt ilçesindeki HES’in durumunu...

ÖÖ: Hasan Baltacı...

AB: Milletvekili Hasan Baltacı ortaya çıkardı, regülatörlerin parçalandığını görüntüledi. Selden sonra Türkiye’de son yıllarda hızla artan hidroelektrik santraller( HES) üzerine yoğunlaşmıştım. Bozkurt ilçesindeki EBRU HES’i ve regülatörüne ilişkin olarak DSİ genel müdürü “HES’le ilgili bir sorun yok” demişti. Bunun yalan olduğu ortaya çıktı, gerçekte HES diye bir şey kalmamıştı. 

DSİ Genel Müdürlüğü’nün rakamlarına göre Türkiye’de 616 tane HES bulunuyor, HES’lerin envanterine , hidroelektrik santrallerinin tarihine 1924’ten itibaren bakılıyor. 1924’ten 2019’a kadar yapılan HES’ler hakkında sayılar veriliyor. 

1980 sonrası liberalleşme adımları sonrasında elektrik sektöründe cılız adımlar atılmıştı, 1984’te bir yasa ile özel sektöre hidroelektrik santrali yapma hakkı tanınmıştı ama devlet denetiminde ve yönlendiriciliğinde sürdü bu işler. Uzun yıllar küçük adımlarla yürürdü bu işler. İkinci dalga, 2001 krizi sonrasında geldi. Enerji ve su sektöründe Dünya Bankası ve IMF acil liberalleşme istedi. Kamuoyunda “Kemal Derviş yasaları” olarak bilinen, 15 günde 15 yasalarından biri de elektrik piyasalarında liberalleşme uygulamalarına ilişkin düzenlemelerdi. Neoliberal uygulamaların en kapsamlı olduğu döneme girildi. Enerji ve su üzerindeki devlet hakkı ve yetkileri azaltıldı, sınırlandırıldı. Liberalleşmenin ilk adımı olan 1984 ile 2003 arasında (yani AKP iktidarına kadar) 31 adet HES yapıldığındı görüyoruz. İkinci dalga liberalleşmenin başladığı 2001 krizi sonrası yapılan düzenlemelerin ilk fazında (2003-2008 arasında) 45 adet HES yapılmış. 2009’dan sonra özellikle de 2011’den sonra muazzam bir artış var HES’lerde. 

Nedeni de şu: sektörün rejimi gittikçe hızla liberalleşiyor, mesela şirketlere lisanssız elektrik üretimi hakkı veriliyor. Düşünebiliyor musunuz, sektörle ilgisi olmayan kişi ve şirketlere HES kurabilme hakkı veriliyor. Yani artık bir apartman yönetimi bile elektrik üretebilir. Açık Radyo da elektrik üretebilir, evinizin damına ya da arazinize koyabilirsiniz; bazı aparatlar ve elektrik üretebilirsiniz, uzmanlığınız lisansınız olmasına gerek yok.. 

2011’de yenilenebilir enerji kapsamında lisanssız elektrik üretimi yapma hakkı verilmesi muazzam bir HES patlamasına yol açtı. Sektör temsilcileri, üreticiler, bu dönemi “HES çağına girdik” diye adlandırıyorlar. Peki aynı dönemde ‘HES çağı‘ hangi sektörle buluşuyor ? Elbette inşaat sektörü. Aynı zamanda “inşaat çağı” da yaşanıyor, Türkiye’de inşaat sektörünün buluştuğu en önemli alanlardan bir tanesi enerji sektörüdür. Yıllardan beri böyledir. Müteahhitlik sektörü, Türkiye’de burjuvazinin gelişiminde sermaye birikiminin gerçekleşmesinde öncü güçtür. Devletten taahhüt işi alacaksınız, sırtınızı devlete dayayacaksınız, zengin olacaksınız, buluşa falan gerek yok! Devlet kaynaklarından müteahhitlik sektörünün aldığı payla sermaye sınıfı gelişmiştir. Bu birikim modelinde enerji yatırımları çok önemli katkıda bulunmuştur. Bu hem devletçi dönemde, özel sektörcü dönemde böyledir, inşaat sektörüyle enerji sektörünün en âlâ buluştuğu yerlerden biri de bu HES’ler olmuştur. Belirttiğim gibi HES’lerin sayısı 616. 2019 sonuna kadar yapılanları, Devlet Su İşleri Genel Müdürlük sitesinden aldım. Dikkatiniz çekerim toplam 616 HES ‘in %64 ‘ü 2012 sonrasında yapılmış. Cumhuriyet tarihi boyunca 1924’ten 2011’e kadar 87 yılda HES’lerin  %36’sının yapılmasına karşın, %64’ü  2012 yılından sonra yapılmış. Fazla rakama boğmayayım ama şunları söyleyeyim: memlekette, 1924-2002 arasında 78, 2003-2008 arasında 45, 2009-2019 arasında 493 adet HES yapılmış; 2011 sonrası toplam HES'lerin %64’ü yapılmış ve devreye girmiş.  Bakın Karadeniz bölgesi HES’ler açısından çok özel bir bölge, bu süre içinde Trabzon’da 48 adet HES yapılmış. Sesim duyuluyor değil mi?

ÖM: Duyuluyor ve dehşet içinde dinliyoruz rakamları! 

AB: Bu dönemde özellikle Karadeniz bölgesi olmak üzere yeni HES yapılan illeri sıralıyorum: Giresun 38, Artvin 28, Ordu 13 , Rize 16, selin olduğu illerden Kastamonu 10 (nüfus olarak küçük bir ildir Kastamonu), Erzurum 27, Sinop 5, Maraş 37, Erzincan 11 adet [HES yapılmış]. Diğerlerini merak edenler DSİ sitesine bakabilirler. Azgın liberalleşme dönemi. Önce 1984’te, 3096 sayılı yasa ile ilk adım atılıyor, 2001’de Kemal Derviş yasaları gündeme geliyor; kamuoyunun göklere çıkardığı yasalardan ikisi de enerji ve telekomünikasyon sektöründe neoliberal uygulamaları geçiştir. Diğeri, tarımda neoliberalleşme uygulamalarıdır, bunlarla ülkenin dengeleri değişmiştir.

Ayrıca şu bağlantıyı da kurmak durumundayız, 2001 krizinin maliyeti geniş toplumsal kesimlere yüklenip, sektörler neoliberal uygulamaların kucağına bırakıldıktan hemen sonra AKP iktidara geldi ve Türkiye dış piyasalardan inanılmaz borçlanma imkanı bulduğu bir döneme girdi, bu yıllar dış borçlanma hızının, ivmesinin arttığı dönemdir. Enerji sektörü bu borçlanmadan ciddi payını aldı, içinde bulunduğumuz günlerde enerji sektörünün bankalara olan borçları, ödeme sıkıntıları iflas meseleleri de ayrı bir konudur.

2011-2012’ye geldiğimizde artık paraya boğulmuş bir Türkiye vardır,  1.2 trilyon Dolar’lık inşaat yaptı bu ülke, büyük bir çoğunluğu inşaat sektöründe, konut sektöründe ve altyapı hizmetleri dediğimiz sektörlerde ve HES’lere de gitti. 2011’de bakıyoruz ki şirketlere lisanssız üretim yapma hakkı tanınıyor, alelade bir şirkette HES işi, elektrik enerjisi işini yapabilir dendi, bu serbesti tanındı, müthiş bir patlama oldu sonrasında.  Proje stoku binlerle ölçülüyor şu anda,  bu süreçte devletin, DSİ’nin denetleyici ve değerlendirici kurum olarak işlevi azaldı, sınırlandı, DSİ bütçeleri azaldı. Eskiden bu tür büyük barajların HES’lerin arkasında devlet vardı. Kaynaklar da Dünya Bankası tarafından verilirdi. Aslında büyük barajlarında katkılarının  çok matah olmadığı da ortaya kondu. Amerikan Savunma Bakanı McNamara, Vietnam savaşının en önemli aktörüydü. Bu adam daha sonra Dünya Bankası Başkanlığı yaptı, başkanlığı döneminde Dünya Bankası teşvik ve finansmanıyla pek çok ülkede dev baraj projeleri gerçekleşti. Başkanlığı sonrasında bir araştırma yapılmış. “McNamara Vietnam savaşı nedeniyle mi dünyaya daha çok zarar verdi, yoksa Dünya Bankası başkanı olarak mı daha çok zarar verdi” diye. Dünya Bankası başkanı olarak daha fazla zarar verdiği ortaya çıktı. Sanıyorum İspanyol bir araştırmacı ölçtü bunu, bunun nedeni de dev barajlardır işte; Keban, Atatürk, Mısır’daki Aswan gibi barajları hatırlayın, bu gerçeği 2000’ li yıllarda Dünya Bankası da itiraf etti “yanlış yaptık” dedi. 

ÖM: Hasankeyf...

AB: 2011 yılından sonra HES patlamasının ardında devletin işlevini azaltılmasının dışında denetleme yetkisinin de sınırlamasının payı büyük. Azalan denetleme ve inceleme yetkisinin DSİ’nin elinden alınması sonrasında HES projeleri neredeyse başlangıçtan üretime kadar özel firmalara verildi, bunlar inceleme değerlendirme ve denetleme hakkına sahip oldular. Türkiye’nin denetimsiz bir ülke olmasını HES’lerde çok net görebiliriz. HES projeleri, çevreye, ekosisteme etkileri, havza yönetimine etkileri tamamen kopuk, kentsel durumla hiçbir şekilde ilişkilendirmeyecek şekilde gerçekleşti, ÇED raporları göz ardı edilerek yapıldı, ÇED raporları hiçe sayıldı, firmaların isteğine göre düzenledi, yargı kararları dinlenmedi, bunların hepsini de yayıncılık sürecimiz içerisinde yaşadık. Nitekim Bozkurt ilçesinde yıkılan HES’e ilişkin yürütmeyi durdurma kararı var, buna ilişkin bir dava var, avukat Seçil Egeli ilgileniyor ve açıklıyor: Ezine çayı üzerinde bulunan HES ile ilgili yürütmeyi durdurma kararı alınmış 2013 yılında, ama bu yürütmeyi durdurma kararına rağmen proje tamamlanmış! Mahkeme kararında “telafisi olmayacak zararlar doğurabilir” diyor! EBRU regülatörü, HES’i ile ilgili olarak davayı mahkeme kararını paylaştı avukat Seçil Ege. Bozkurt ilçesinin, evlerin zarar görebileceği gerekçesiyle yürütmeyi durdurma kararı veren Kastamonu İdare Mahkemesi santral sahasına acele el konulmasına kararı veriyor, buna rağmen orada HES yapılıyor! 2012’den sonra 395 adet HES yapılmış, çoğunluğu böyle HES’ler. Lisanssız şirketler üretim yapabiliyor, bunların denetlemesi ve değerlendirilmesi kamunun dışına çıkarılıyor, hiçbir şekilde iklim meselesi göz önünde bulundurulmadan HES’lerin kuruluşuna, işlemesine imkan tanınıyor. Bu sorunlar sadece Kastamonu’nun Bozkurt ilçesindeki HES’te yaşadığımız şeyler değil, çoğu bu şekilde, enerji sektörüyle inşaat sektörünün buluştuğu tüm alanlarda aynı tehlikenin söz konusu olduğunu belirtelim. Diğer bir husus, küçük HES’ler yapıldığı bölgede bütün bu ekolojik dengeyi bozuyor. Mesela yönetmeliklerde diyor ki: “yapılan HES’ler, üzerinde yapıldığı akarsulara, çaylara, derelere can suyu vermek durumunda”. Can suyu bile denetlenemiyor, can suyu bile verilmiyor, “can suyu” verin ki ekoloji biraz olsun bozulmasın, canlılar yaşasın, yönetmelikler bunu söylüyor. Yıllık belli bir oranda can suyu verilmesini, insanların bu suyu kullanmasını söylüyor. Akarsular, sular kamusal, insanlığın varlığıdır, bunları özel sektörlere devrediyorsunuz, üstelik can suyu verilmesi gerektiğini yönetmeliklere koyuyorsunuz ama bu can suyunu bile vermiyorsunuz.

Nitekim şehirler arası seyahatlerimizde yıllardır doğru dürüst akan dere görmüyoruz, akan çay görmüyoruz, yatakların kuruduğunu görüyoruz. Eskiden üstünden geçerdik, Türkiye akarsular yönüyle çok zengin bir ülke değil. Uluslararası standartlarda Fırat ve Dicle dışında güçlü akarsuları olan bir ülke hiçbir zaman değildi. Ancak yüzlerce dereye, yüzlerce çaya konulan HES’ler hem çevredeki dokuyu muazzam bir şekilde etkiliyor, hem de ormanların katline yol açıyor. Çünkü orada HES yapmak için taş ocağı açıyor, madenler ayrı bir rezalet...  Tüm bu faaliyetlerin denetimi olmuyor, denetimi olmayan bir ülkeyiz, enflasyon verisine güvenemediğiniz bir ülkede yüzlerce yapılan HES’in inşaatlarına mı güveneceğiz? Ayrıca bu yönetmeliklere uyulmaması nedeniyle enerji sektöründe devletle yapılan satış sözleşmeleri filan da muazzam bir ‘corruption’ içeriyor, yolsuzluklar içeriyor. Bugün bunlara girmiyorum bile, Türkiye’de başlı başına küçük-büyük HES’ler Türkiye’nin ekolojik dengesini alt üst etmiş durumdadır, darmadağın bir enerji sektörümüz bulunmaktadır . HES’leri yapan şirketlerin teknik donanımları, bilgi ve tecrübesi yok. Adam tekstilci, HES yapıyor, adam gıda işinde HES yapıyor-işletiyor ve bunlar lisanssız bir şekilde yapılıyor. Lisanslı yapılanları gene bir şekilde kabulleniyoruz. Onlar nasıl denetleniyor, ne oluyor? Bu da ayrı bir husus ve içler acısı bir durumdayız.

Sel felaketi vesilesiyle şunu hatırladım, çocuktum o esnada, 1968’ de Bartın-Amasra depremi olmuştu, ona bakayım dedim hangi yıl olduydu filan… O depremde Bartın ve Amasra’da iki kez de tsunami yaşanmış, deniz 100 metre girmiş Bartın’a, ikincisinde 60 metre girmiş. O dönemde tesadüfen bir yabancı uzman bölgenin karbon durumuna ilişkin bir araştırma yapıyor MTA adına ve onun yayınladığı bir rapor var. Depremi ve toprağı analiz ediyor, diyor ki: “bu bölge tamamen alüvyonlu topraklardan müteşekkildir  her zaman heyelana açık bir yerdir, buralara ev yapmayın”. Kastamonu’da söylenen, atasözleri bile vardır her an “taş düşebilir” diye. Uzman; “sürekli heyelan bölgesi, dolayısıyla yapılaşmaların kesinlikle bu alanların içinde olmaması gerektiğini” söylüyor, depremde yıkılan evlerin çoğunun alüvyonlu topraklar üzerinde kurulduğunu belirtiyor “aman dikkat, buralarda yapılaşmayın ve şehirleşmeyin!” diyor. Yanlış hatırlamıyorsam Avusturyalı yabancı bir uzman. İsmi Hartmann Wedding. Biz, bu topraklar üzerine denetlemeden HES yaptık. HES’lerin hemen yanındaki kentlerimizi korumadık, üstüne üstlük o vadiye, o yatağa şehirleşmeyi teşvik ettik. Gelinen nokta budur.

ÖM: Ben de birkaç ilavede bulunayım izninizle. Bu sel felaketinde yaşamını yitirenlerin sayısı yanılmıyorsam 70’e yükseldi son gelen haberlerle. Müthiş bir rakam ve devam ediyor, video çekimleri de var özellikle BBC Türkçe’nin Erhan Hakim ve Evren Topaloğlu’nun yaptığı video haberde son derece etkileyici açıklamalar var; vatandaşlardan orada büyük bir öfke ve infial duyuyorlar. Asıl eklemek istediğim şey şu, CHP’li Kastamonu milletvekili Hasan Baltacı’nın açıklamasından söz ettiniz, Bozkurt ilçesindeki selle ilgili suçlanan HES’i görüntülemiş 20 km uzakta orada... O santral işte sizin de sözünü ettiğiniz EBRU, yani yasaklanan ve ona rağmen devam ettirilen santral - onun son durumunu paylaşıp “yıkılan HES yapıları burada, yalan söyleyen bakanlar orada, işte görüntüler. Neyi saklıyorsunuz, kimi koruyorsunuz?” demiş. “Uzun süre yol bulamadık ve köy yolları yapılmadığı için uzun süre yürüdük” demiş Kastamonu milletvekili Baltacı, “buraya Bozkurt’un Çiçekyayla köyünden Tezcan köyüne, oradan da Kayaardı mahallesinden ormanlık alana yürüyerek geldik. Şu anda arkamda Bozkurt’un üzerine kurulmuş olan HES’i ve beton iletim kanallarını görüyorsunuz. Dağlarda küçük küçük biriken sular buraya doğru akmış ve regülatörle iletim kanallarını paramparça etmiş” bir dönem yasaklanan sonradan serbest bırakılan EBRU HES’ten bahsediyor ve görüntülüyor “ayrıca bu bölgede çok yoğun ormancılık faaliyet yürütülür, ormanda kesilen tomruklar da sel suyuna kapılarak önüne regülatörü ve iletim kanalını da alarak Bozkurt’a kadar inmiş”. Tarım bakanı da felaketin ilk anlarında şöyle bir açıklama yapmıştı “selin en büyük mağduru HES’tir” demişti. “Bunun görüntüsünü de arkamda görüyorsunuz şu anda” demişti. Çok ciddi bir facia yaşandığı konusunda, oğlunu da bulamayan bir insanın “benim hayatım bitti” diyen bir erkeğin konuşmasına da yer veriliyordu videoda. Gazete Duvar’da önemli bir haber var: Bu tomruk deposu meselesi var, Sinop’un Ayancık ilçesindeki tomruk deposunun eski kaymakam Çağlayan Kaya tarafından kaldırılmak istendiği ancak kendisine yoğun tepki gösterildiği ortaya çıkmış. “Haklıydınız, çok üzüntülüyüz” demişler Ayancıklılar da, “ben de haklı çıkmanın üzüntüsünü yaşadım, tomruk deposu taşınsaydı, ikna edebilseydim çok daha ucuz atlatılmış olacaktı” demiş Kaya. Çünkü koca koca tomruklar da büyük tahribat yapmış. Ben de bunları ekleyeyim dedim.

AB: Çok ciddi raporlar, yıllar boyunca ikazlar var, yıl içerisinde programlarda pek çok kez değinip duruyoruz sel değerlendirmesi yapıyoruz. İklim krizinin yarattığı ortamı göz ardı ederek bu politikalara yaklaşan bir iktidarla karşı karşıyayız. “Havza planlamaları olmazsa bu işler olmaz” diyen raporları göz ardı eden, ÇED raporlarını göz ardı eden, hiçbir uzmanlık alanı olmamasına rağmen kendi yandaşlarına veren bir iktidarla karşı karşıyayız. Enerji sektörüyle inşaat sektörünün buluşması gözetilerek yapılan ihalelere verilen izinler ve kamunun devre dışı bırakılmasını yaşıyoruz. Elbette sektörün liberalize edilmesiyle başıboş bırakılması çok farklı. Serbestleşme sonrasında ikili bir yapının ortaya çıkması, enerji yüksek kurulunun oluşturulması, aynı zamanda bakanlığının olması, enerji sektöründe devletin işlevsiz kalması, bütün bu süreçleri üst üste koymak lazım.

Ayrıca enerji sektörünün bankalara borçları mali sistem üzerinde yükü, dış borçlarda enerji sektörünün payı, bunlar da devasa sorunlar. Özelleştirilmelerle birlikte muazzam bir borç stokuna da sahip enerji şirketleri ve borçlar da kapıyı çalıyor, sürekli erteliyorsunuz. Tümüyle devasa bir sorunla karşı karşıyayız, bunların sonucunda ölen insanlar var,  canlar gidiyor. Eskiden de seller olmaz mıydı? Son yıllarda öğrendim, 1957 yılında Ankara’da bir sel olmuş, resmi kayıtlara göre 133, gayri resmi kayıtlara göre 257 kişi ölmüş, Mamak çayı taşmış sonrasında evler yıkılmış insanlar boğulmuş. Cebeci, Sıhhiye’yi de sel basardı. 

Son yaşananlar iklimi gözetmeden yaşanan afetler. İklim yıkımı nedeniyle yaşadığımız seller. Diğer bir husus kamu varlıklarını toplumun, insanlığın ortak varlıklarını HES tahsisleri ile özel varlık haline dönüştürüyorsunuz. Su hakkını nasıl verirsiniz ya! Su hakkını nasıl verirsiniz? Neoliberal küreselleşme ile finansal küreselleşmeyle sektörel liberalizasyonun buluştuğu önemli yerlerden birisi de HES’ler. Hem borçlanıyorsunuz, hem çürük HES’ler yapıyorsunuz, hem iklimi yıkıyorsunuz, hem halkınızı selde öldürüyorsunuz. Sonuçta, betona, inşaat sektörüne dayalı iktisadi büyüme ile sele kapılan bir Türkiye ile karşı karşıyayız. Söylenecek çok söz var ama yasalardan, yönetmeliklerden havzaların durumunu, iklimsel özelliklerini, akarsu rejimlerini, bunların hepsini gözetmekten azade olmuş, kamunun neredeyse olmadığı bir alanda yaşanan bu felaketleri yaşıyoruz. Üstelik HES’lerin ömürleri çok kısa, yaptığınız tahribatla karşı karşıya kalıyorsunuz, ekosistemi değiştiriyorsunuz, mahvediyorsunuz. Kuru dereler ülkesi Türkiye, kuru çaylar ülkesi... Gürül gürül akan çay ve dere görmeyeli çok yıllar oldu, dolayısıyla buralarda işte doğanın betonla tahrip edilmesi gerçeği ile karşı karşıyayız. Yolsuzluk ve kuralsızlık alanı bu sektör. Hazırlanan ÇED raporlarını hiçe sayanlar ya da isteğe göre hazırlanan ÇED raporları var. Danışıklı raporlarla geline nokta budur. Hukukun geldiği yer de belli, ancak hâlâ idari yargıda bazen kırmızı kartlar görebiliyoruz. Şükür ki idari yargıda hâlâ olumlu bazı kararlar alınabiliyor, doğa ve iklim meselelerini gözetebilecek yönetmeliklerdeki yanlışlıkları, uygulamalardaki yasal hataları ortaya koyabilen sürpriz gibi gelen mahkeme kararları oluyor. Bunlara seviniyoruz. HES’ler konusunda ülkemizin hali bu Ömer bey. Afganistan konusuna geçsek mi ama süremiz de kalmadı. 

ÖM: Herhalde süre kalmıyor, belki bir iki şeye bu HES’lerden kalkarak iklimle bağlantısı konusunda önemli bir çizgi çektiniz, ben de ona ilişkin bir iki şey ilave edeyim. Yani bir kere Temmuz ayı (ABD’nin en yetkili uzmanları tarafından doğrulandı) yeryüzünün gördüğü en sıcak Temmuz ayı oldu. Arktik bölgesinde de yapılan araştırmalar artık bu işin tamamen büyük bir tehlike altına girdiğini söylüyor. Çok sayıda yazı var, yani Mustafa Durmuş da T24’te yazmış “iklim krizi artık beklenenden daha yakın” diye bu yazılara sık sık yer vereceğiz ileride de. Yani dünyanın önde gelen iklim bilimcilerinden Michael Mann “hâlâ bir şeyler yapabiliriz ama mutlaka şu anda harekete geçilmesi gerekir” diye çok etkileyici bir yazı kaleme aldı. Bu işlerin en büyük uzmanlarından biri, belki birincisi olan James Hansen, Makiko Sato’yla beraber 13 Ağustos tarihli yazısında, Temmuz sıcaklığının gelmesiyle, ilan edilmesiyle beraber “Faust pazarlığı sonuç verdi, artık ödeme zamanı geldi, ödüyoruz” diyor. Yani Faust’la yapılan, şeytanla yapılan anlaşmayı bu netlikte ortaya koyuyor. Gazeteci Remzi Barud da (yakından izlediğimiz siyaset bilimcilerden bir tanesi) “Dünya neden yanıyor? Bunun sebebi açgözlülük ve tüketim” demiş. Yunanistan, Türkiye, İspanya, Balkanlar yanarken, başka taraflarda da seller, sular da aynı zamanda götürürken, bir tek şekilde ayakta kalabiliriz. Bu önü alınmaz tüketimin, neoliberalizm sisteminin durdurulması ve eşitsizliğin giderilmesi, açgözlülüğün sona erdirilmesi, bunun dışında bir şey olamaz” diye yazılar var. Bakalım yapılacak mı? İnsan varlığı tehdit altında. Financial Times bile (normalde son derece tutucu bir yayın organı olan mali çevrelerin dergisi) iklim konusunda “bu denli ciddi bir durum kapıya dayanmışken çözüme katkı sunabilecek hiçbir şeyi göz ardı etme lüksümüz yok artık. Dünyanın cehenneme dönmemesi için asıl yapılması gereken şey insanlığı karbon bağımlılığından vazgeçirmek” diye yazmış düpedüz. Yani ilginç bir durum var, biz de zaten ‘It’s now or never’ı çalarak başladık bu programa.

AB: Son olarak ilave edeyim. 2015 tarihinde demin sözünü ettiğimiz su yapılarının denetim hizmetleri yönetmeliğinde kamunun denetimi tamamen işlevsizleştirilmiş. Bundan sonra binlerce başvuru yapılmış (il özel idarelerine başvuruyorlar, artık Ankara’ya da gelmiyorlar). Sektör tamamen özel sektör kuruluşlarının insafına terk edilmiş. 

Bir son husus da şu; CHP’li milletvekili Hasan Baltacı’nın bu görüntüleri, gerçeği ortaya çıkarmasından dolayı çok sevindim mutlu oldum tabii ki, ama Türkiye medyasının içinde bulunduğu güçsüzlüğü göstermesi açısından da ibret verici bir şey. Bir gazeteci değil bir milletvekili çıkardı gerçeği, basının ve gazeteciliğin ne kadar güçsüzleştiğini göstermesi yönüyle durum böyle. Acı ama gerçek böyle...

ÖM: Çok önemli!

AB: Ona teşekkür ederim. Yani gazetecilik yapılamıyor bu memlekette, normal koşullarda olsa onları gazeteciler ortaya çıkarırdı. 

ÖM: Evet.

AB: Buna bir yandan sevinirken bir yandan da sektörümüzün içinde bulunduğu, mesleğin içinde bulunduğu durumu göstermesi açısından da çok acı. Bunu belirteyim.  

ÖM: Ali bey çok teşekkür ederiz, görüşmek üzere.

AB: Ben teşekkür ederim, iyi yayınlar dilerim!

ÖÖ: Görüşmek üzere. 

AB: Hoşça kalın!