"30 yıl öncesine göre daha kötü ve yalnız durumda bir ülke Türkiye"

Ekonomi Politik
-
Aa
+
a
a
a

Ekonomi Politik’te Ali Bilge, gündeme yönelik görüşlerini paylaştı.

(18 Ocak 2021 tarihinde Açık Radyo’da Ekonomi Politik programında yayınlanmıştır.)

Ömer Madra: Günaydın Ali Bey, merhabalar!

Ali Bilge: Merhaba Ömer Bey, merhaba Özdeş, merhaba Feryal, iyi haftalar!

Özdeş Özbay: Günaydın!

AB: Önemli bir haftaya girdik, yarın değil öbür gün değil mi ABD’de başkanlık devri?

ÖM: Evet ABD’de öbür gün.

AB: Devir çarşamba günü olacak, nasıl olacak devir teslim! Yani bilinen bir şekilde bir başkandan bir başkana devir teslim olamayacak.

ÖM: Geçecek Biden’a da, Trump devir teslim töreninde yer almayacak, Florida’ya gitmeye karar vermiş özel bir uçakla.

AB: Zor bir haftaya başlıyoruz, programa geçelim, 1. körfez savaşının 30. Yılı, 17 Ocak 1991 yılında Körfez savaşı başladı, biraz ondan bahsedelim demiştik. Bu savaş Ortadoğu’da son 30 yılda yaşadıklarımızın bir anlamda miladı oluyor. Türkiye için dış politika yanlışlarının bedelleri açısından da önemli bir dönem. 1989-90 yılları, Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği ve periferisindeki sosyalist devletlerin birer birer çöktüğü yıllardı. Körfez savaşı hemen öncesinde iki kutuplu dünyanın bir kutbunda çöküş yaşanıyordu. 2.dünya savaşından sonra başlayan soğuk savaş döneminde, 2 kutuplu bir dünyada yaşadık. 89-90 yıllarında tek kutuplu bir döneme geçiliyordu, zaten Körfez savaşının hemen sonrasında ABD Başkanı Bush, yeni dünya düzenini ve ABD’nin liderliğini ilan etti. Böylesi bir atmosfer söz konusuydu. “Tarihin sonu” deniyordu yeni döneme, Batının ABD ‘nin, kapitalizmin zaferi ilan ediliyordu. 

Dünya tarihinde 2 kez tek kutuplu bir dünyada da yaşadık. İlki 1815’ten 1871’e kadardı, Alman birliğine kadar sürdü. Büyük Britanya’nın tek başına kutup ve lider olduğu dönemdi. Tarihçiler 1989’dan 2001’e kadar olan dönemi de ABD ‘nin liderliğinde tek kutuplu bir dönem olarak nitelendiriyorlar, dönemi 2008 kapitalizmin bunalımına kadar da uzatanlar var. Bu iki dönem dışında tarih boyunca tek kutuplu yaşanmadığını biliyoruz. Çoğunlukla ya iki kutuplu, ya da çok kutuplu bir dünyada yaşandı. Körfez savaşı öncesinde yaşanan Irak-İran savaşını da belirtmeliyiz. İki komşu ülkede savaş 1980’den 1988 yılına kadar sürdü. Bu iki ülke, hem maddi hem insani olarak perişan olarak çıktılar bu savaştan ama buradan yararlanan bir ülke vardı, Türkiye komşusu Irak’la ciddi ekonomik ilişkilere sahipti. Türkiye ihracat ve müteahhitlik sektöründe hem Irak’la hem de Ortadoğu ülkelerine açılmıştı. Türkiye’nin de dış ticarette liberalizasyon operasyonlarının olduğu yıllardı. Liberalizasyon önce dış ticarette başladı, sonra sermaye hareketlerine yöneldi. 1989’da -bu yıl da önemlidir- Türkiye’de sermaye hareketleri serbest bırakıldı. İşte bu meşhur sıcak paralar gelmeye başladı, bugünlere uzanan finansal bunalım hikayelerinin başlangıcı 1989’dur.Türkiye’nin Ortadoğu’ya Arap ülkeleriyle ilişkileri 1980 sonrasında gelişmişti, ciddi ekonomik ve siyasal ilişkiler söz konusuydu. 

İşte böyle bir ortamda, 1990 yılının Ağustos ayında Irak Kuveyt’i işgal etti, Kuveyt’in Irak’ın bir vilayeti olduğunu ilan etti Saddam rejimi. Her iki ülkenin çok eskiye dayalı problemleri vardı, 1961’de de benzer bir durum olmuştu, anacak işgal kısa sürede sona ermişti. Ağustos 1990 işgali sonrasında Birleşmiş Milletler ve Batılı koalisyon güçleri işgale karşı çıktı ve işgalin sona ermesi için bir süre verdi. Irak bu karara uymadı, işgal devam etti, uymayınca da başta ABD, Fransa, İngiltere, İtalya gibi ülkelerden oluşan müttefik güçler bombardımana başladılar ve 100 saat içerisinde Irak’ın güçlerini saf dışı ettiler. 

Bir not düşelim: Kuveyt’in işgali öncesinde ABD ile Irak ilişkileri ayrı bir başlık olarak bakılması gereken bir durum. Çünkü Irak’ın Kuveyt’i işgal edeceğini istihbarat kaynakları söylemişti, hatta ABD’nin Bağdat büyükelçisi de bunu açıklamıştı. İşgal olana kadar seyirci kalındı. Körfez savaşı tamamlandığında, Kuveyt’in işgali sona erdiğinde Irak’taki Saddam rejimi devam etti. Ancak Irak bu operasyonun sonunda fiilen üçe bölündü ama Saddam rejimi devam etti. Birleşik devletler, savaşın maliyetini Körfez ülkelerine, S.Arabistan, BAE ve Kuveyt’e yükledi. Ayrıca bu savaşta eski silah stokların tüketilmesini sağladı, yeni silahların da denemesi yapıldı. Aynı zamanda bu savaş bizim bir anlamda canlı savaş diyebileceğimiz bir savaştı. CNN kurulmuştu, savaşta canlı yayınlar söz konusuydu, vurgulanması gereken en önemli husus savaşın muazzam bir çevre felaketine yol açmış olmasıydı. Kuveyt’ten çıkarken Saddam rejimi petrol kuyularının neredeyse tamamını yaktı, aynı zamanda Körfez’de, bölgede muazzam bir bombardıman oldu, petrol atıkları müthiş bir iklim felaketine yol açtı.

Türkiye’de Turgut Özal Cumhurbaşkanı, Yıldırım Akbulut Başbakan idi. Turgut Özal aktif bir cumhurbaşkanıydı. 1982 anayasasına göre cumhurbaşkanının bugünkü ile kıyası mümkün olmayan güçlü hakları vardı. Özal hem Başbakan hem Cumhurbaşkanı gibi davranmak istiyordu. Belirlediği dış politikayı kendi partisine ve hükümete egemen kılmaya çalıştı. Körfez savaşı öncesi ve esnasında politikaları Özal tek başına yürütmeye çalıştı. Bu bunalımdan ve savaştan büyük bir çıkar bekledi, bölgede aktif olmayı hedefledi. Türkiye için yüksek nimetler olacağını düşünüyordu. ABD Başkanı Bush’la tamamen ikili ilişkiler geliştirdi, Trump ve Erdoğan ilişkilerine benzer sayılabilecek ilişkilerdi. Dışişleri bakanlığını ve hükümeti devre dışı bıraktı. İkili ilişkilerde dışişleri bakanı bile görüşmeye alınmadı. Bu durum hükümetle cumhurbaşkanlığı arasında, aynı zamanda hükümetle askerler (MGK-Genelkurmay) arasında problemlere sebebiyet verdi. Özal, hükümetin bu savaşta çok aktif olmasını ABD’nin isteklerini yerine getirmesini istedi. ABD, Irak sınırına asker yığılmasını istedi, Türkiye bunu gerçekleştirdi, askeri birliklerini kaydırdı. NATO üslerin kullanılması istendi, hükümet bu imkanı da verdi. İsteklerden üçüncüsü fiilen savaşa iştirakti. Ancak ne kuzeyden ne güneyden Türk birliklerinin Irak’a gönderilmesine, bizatihi sıcak savaşın içine girilmesine askerler ve o günkü hükümet Özal üzerinden gelen ABD isteğine karşı durdu. Askerlerle sivil cumhurbaşkanı karşı karşıya kaldılar, sivil cumhurbaşkanı savaşı isteyen bir pozisyondaydı, askerler de bu savaşı istemez pozisyondaydı. Sonuçta tarihimizde çok ender görülen bir durum oldu, sivil cumhurbaşkanı ile askerlerin çatışmasında, bizde rastlanmayan genelde demokratik ülkede gördüğümüz bir durum oldu, Genelkurmay Başkanı Necip Torumtay istifa etti. Aynı zamanda Dışişleri Bakanı Ali Bozer’de istifa etti. Milli Savunma Bakanı Safa Giray Özal’ın da çok yakın adamıydı, o da dayanamadı istifa etti. Çok ciddi bir çatışmaydı ülke yönetimi çatırdadı. Türkiye körfez savaşından siyasal ve ekonomik açıdan büyük zararlar gördü, çünkü sonuçta dışlandı. Özal ve onun gibi düşünenlerin beklentisi çok yüksekti ama olmadı Körfez savaşı sonrasında Suudlar, Arap ülkeleri dünyaya teşekkür listesi yayınlarken Türkiye’nin ismi bile geçmedi. İşgal sonrasında Uluslararası ambargo uygulandı Irak’a, ambargoyu ilk uygulayan ülke Türkiye idi, ilk iş Kerkük-Yumurtalık boru hattını kesti. Bu boru hattından büyük zararı oldu Türkiyeli müteahhitlerinde ciddi bir hacmi vardı, işte oradan gelen döviz gelirleri bitti, Ortadoğu’ya ihracat yapılıyordu, bu gelirler kesildi. Daha sonra yapılan iktisadi analizlerde Türkiye’nin işgal-savaş öncesi ve sonrasıyla yaklaşık 100 milyar Dolar’lık bir kayba uğradığı hesaplandı. Irak’la olan ilişkilerin bitmesi bölge ülkelerine yapılan ihracatın transit geçiş ve ulaşım problemleri nedeniyle Türkiye ekonomisine olumsuz etkileri oldu. 

Türkiye bu savaştan Özal’ın değimiyle ‘bir koyup üç almayı’ düşünüyordu. Ekonomik ve siyasal beklentileri çok çok yüksekti, Musul ve Kerkük hesapları vardı, Özal bunu Genelkurmay’a kabul ettiremedi, “kuzeyden birliklerin gidip Musul ve Kerkük’ü ele geçirmesi hesapları vardı. Bölge zaten Misak-ı Milli sınırları içindeydi, hakkımızdı! Bunları anlatmamın nedeni, son yıllarda Türkiye’nin bölgede uyguladığı aktif politikalarla benzerlik göstermesi. Bu politikaların yüksek bir bedeli oldu. Tek kişiye dayalı ikili politikaları dış politikaya egemen olmasının kötü sonuçlarını yaşadık. Türkiye, savaş sonrasında bölge ülkelerinin ve Amerika’nın etrafında dolaşarak “ zararlarımı karşılayın!” demeye başladı. Topu topu 4.2 milyar Dolar’lık bir Türkiye fonu oluşturdu, Arap ülkeleri, Kuveyt, BAE ve S.Arabistan tarafından. ABD sadece tekstil kotasını arttırdı, zaten Türkiye fonundaki kaynaklar da F16 projesine gitti, ABD’ye dönmüş oldu Sonuç olarak Türkiye 17 Ocak 1991’de başlayan birinci Körfez savaşından çok olumsuz etkilendi. O dönem kuzey ülkeleri Rusya ve diğer ülkeler, bu sürece müdahil olamadılar. Kısa sürecek olan tek kutuplu dünyanın başlangıcındaydık, ABD dünya patronluğunu ilan etmişti ve dünyaya biçim veriyordu. İlan edilen (YUED ) yeni ekonomik düzen kavramı üzerinden Büyük Ortadoğu Projeleri’ne kadar gelindi. Biliyorsunuz daha sonra 2003 Mart ayında da ikinci Körfez- Irak savaşı oldu. Buna girmeyelim. 

Türkiye birinci Körfez bunalımı ve savaşında yanlış politikalar uygulamanın yüksek bedellerini ödedi. O günleri bugüne taşıdığımızda, yanlış bölgesel politikaların, agresif politikaların, kişisel isteklere dayalı politikaların, yeni Osmanlıcılığın, Suriye dahil bölgede askeri varlık göstermenin, yüksek bedellerini bugünde ödüyoruz, yakın dönemde ödemeye devam edeceğimiz anlaşılıyor. O dönemde hatırlayın, Turgut Özal ve diğer Türk büyükleri ‘Adriyatik’ten Çin denizine büyük bir Türk hakimiyeti gerçekleşecek’ tezini savunuyordu, bu da bir anlamda bir Osmanlıcılıktı. Bu hayali tez üzerinde çok çalışmalar yapılıyordu ama Türkiye orta gelir sınırında, altında bir ülkeydi. Sanayi kapasitesi, teknolojik kapasitesi çok sınırlıydı, ancak bir değişimin eşiğindeydi, hacimli dış borçlanma olanakları sağlayan sermaye hareketi serbestisinin başındaydı. Türkiye borçla büyüme ve batma sarmalının içine adım atıyordu, bugün borç denizinde batmamızı sağlayan dönemin miladındaydık.  1989 Türk Parası Koruma Kanunu’nda yapılan değişiklikle Türkiye’de sermaye hareketleri serbest bırakıldı ama bu dönemde kapsam dahilinde şirketler yoktu, şirketlere AKP’nin döneminde izin verildi, rahatlıkla dış borçlanmalara başladılar. Türkiye bugün muazzam bir borç içerisinde, aynı zamanda dış politikada da batak içinde bulunuyor. 

ABD ile yaşanan sorunların karşılığını birkaç ay içinde göreceğiz, Türkiye’nin bölgesinde dostu kalmamış durumda. Bugünlerde bir U dönüşü, V çıkışı, lafları dolaşıyor, sorarım bu kaçıncı U dönüşü? Kimlere ne kadar ne kadar inandırıcı geliyor ? Hem AB ve ABD ile, hem de Ortadoğu ve Akdeniz’de, 5-6 cephede izlediği agresif tutumlarla, diplomasiyi kullanmayan, çıban başı bir ülke olarak gözüküyor diğer ülkelere. Neyin dönüşü bugün söz edilen ? Biden’in görevi devralmasından sonra Türkiye-Amerika ilişkileri nasıl doğru rotaya girebilir, en önemli mesele bu. ABD’nin şu anda uyguladığı yumuşak bir yaptırım listesi söz konusu. Yaptırımların nasıl bir seyir izleyeceğini göreceğiz. 

Son günlerde Türkiye-Amerika ilişkilerine ilişkin pek çok raporlar, tavsiyeler yayınlanıyor, önerilerde bulunuluyor. Bu raporlardan biride, Amerikan Demokrasileri Savunma Vakfı’nın, Biden’a 5 maddelik Türkiye bir yol haritası önerdiler

 Raporda çok ciddi-keskin yorumlar ve tavsiyeler var, raporda diyor ki; “Erdoğan ve partisi Müslüman Kardeşler’e dayanıyor, anti Amerikan ve Yahudi karşıtı dünya görüşüne sahip bir saldırganlığı ve yayılmacı hırsa sahip bir yönetim bulunuyor”. “2017’den beri Türkiye, Hamas için bir sığınak görevi görüyor” diyor, “El Kaide ve İslam devleti ile bağlantılı terör finansörlerini görmezden geldi” deniyor. “Venezuela, Rusya, İran gibi ABD’nin düşmanlarıyla coşkulu bir işbirliği yapıyor” diyor. Vakfın raporunda, “Türkiye hem Ortadoğu’da hem de Libya’da askeri ve vekil güçlerini konuşlandırdı, bu bir düşmanlık modelidir” diyor. Türkiye’nin ABD ile temasını Trump’la kişisel bir şekilde sürdürmeye çalıştığı, bu kanalların resmi diplomatik mekanizmaların yerini aldığı, artık bunun engellenmesi gerektiği, ifade ediliyor. Raporda Halkbank ve Reza Zarrap dosyasının önemi vurgulanıyor, bu iki konunun siyasi rehinden kurtarıp, normal hukuki sürecine girmesi öneriliyor. Benzeri ifadeler eski Amerikan büyükelçisi James Jeffrey’in değerlendirmelerinde de var. Birinci Körfez savaşında yanlış politikalarımızın bedelini hem içte hem dışta çokça ödedik. 30 yıl öncesine göre daha kötü ve yalnız durumda bir ülke Türkiye. Bugünde Türkiye’nin, Suriye, Irak ve Ortadoğu dahil, bütünüyle dış politika yanlışlarıyla, anayasal rejiminden kaynaklanan sorunlarıyla yüksek bir bedeli ödeyeceği anlaşılıyor. 

Özal, 1 koyup 3 almak suretiyle, AB ile ilişkilerinde gelişeceğini de düşünüyordu, 1987’de AB ile kapıyı biraz aralamıştık hatırlarsınız. O günlere ilişkin Türkiye ekonomisi için hatırladığımı da söyleyerek bu bahsi kapatalım. Irak’ın Kuveyt’i işgal ettiği gün 2 Ağustos’tu, merkez bankasını aradığımı hatırlıyorum, çünkü o yıl ilk defa merkez bankası ilk para programını yayınlamıştı. Neo liberalizmin kavramlarıyla, yeni para tanımlarıyla, modellerle tanışıyorduk. İlk para programı patladı elbette, çöktü, sonra 91’de de savaş nedeniyle olmadı. Körfez savaşını iç siyasette iktidar değişikliği izledi. Türkiye yanlışlarının bedelini ödemeye başlıyordu, yüksek enflasyon ve dış borçlanma ile birlikte 94 krizine girdik. 

ÖM: Bir 5-6 dakika da günün şeylerine, bu gazeteci saldırılarına geçeceğiz ama bir 30 yılın ardından bu Çöl Fırtınası adıyla yapılan askeri harekatın sonunda, bu 3 ay sürdü, yani sadece 147 Amerikan askerinin buna karşılık 30 bin civarında Irak askerinin, binlerce ve binlerce sivilin ve daha sonra da ortaya çıkacak radyasyon ve hastalıkların etkisiyle ki ‘depleted uranian’ dedikleri işte tüketilmiş uranyum gibi tuhaf bir ad da vermişlerdi, etkisiyle radyasyon ve hastalıkların etkisiyle 100 binlerce bebek ve çocuğun hayatını kaybettiği, bugüne kadar da devam eden bir şeydi. Bunu da belirtmek lazım bilanço olarak herhalde.

AB: Evet canlı türlerin çoğu da yok oldu. Basın açısından da herhalde ‘iliştirilmiş gazetecilik’ olmadan en son yapılan gazeteciliğe şahit olduk. Çünkü bağımsız medya bunları görüntüleme ve yazabilme imkanına sahipti. Daha sonra bu gazetecilikte pek kalmadı.. 

ÖM: Evet.

AB: İktidarı Boğaziçi Üniversitesi’nde de gördük, sertleşmeye devam ediyor. Her gün otoriter dozu artan uygulamalara tanık oluyoruz. HDP’nin kapatılması, Kobane iddianamesi vbg. AİHM kararlarının ve uluslararası hukukun Türk hukukundan üstün olmadığını ifade eden cumhurbaşkanlığı danışmanına dün itibariyle tanık olduk. Türkiye yolsuzluğa batan insanların büyükelçi olarak tayin edildiği -bırakın intihal yapanları- bir ülke. İktidarın gücü azalıyor, güç kaybını telafi etmek için minik partilerle bile görüşmeler yapıyor. Sertleşmenin hem psikolojik hem de eylemli örnekleri devam ediyor. Son günlerde gazeteci arkadaşlara ve Gelecek Partisi Genel Başkan Yardımcısı’na fiziki saldırılar da yapıldı.

ÖM: Evet. Selçuk Özdağ.

AB: Bunun örneklerini daha önce de yaşamıştık. Saldırıları yapan ülkücülere “bunlar delidir, hakim olunamaz!” diyen MHP genel başkan yardımcısına da tanık olduk. Bu sertleşme örneklerine geçen hafta bahsettik, TSK - silah ve mühimmatları bakan onayıyla MİT’e ve emniyete devredilebilecek. Cumhurbaşkanı eski güvenlik baş danışmanının özel şirketi SADAT isimli kuruluşun suikast eğitimi yaptırdığına dair haberlerde servis edildi. Emniyetin bu kadar güçlü olduğu, teçhizat olarak bu kadar güçlü olduğu bir dönemde ‘bunların devri ne anlama geliyor?’ sorusunu sorduk. Evet iktidara karşı bir muhalefet var bu ülkede, toplumun yarısından fazlası iktidara muhalif ama bu muhalefet silahlı filan değil! Türkiye’de benim bildiğim silahlı bir kesim olarak, 40 yıla yakın devam eden bir PKK var. Silahlı bir muhalefet yok Türkiye’de. Muhalefet demokratik yollarla iktidarla mücadele ediyor. Güvenlik nedeniyle silahlı olan devlet güçleridir. Devlet güvenlik için yasalar dahilinde silah kullanır! Güvenlik gücünü ordu ve emniyet oluşturur. Emniyet, yani kolluk var, kolluğa- polise verilen belirlenmiş-sınırlanmış yetkiler var. Ordu, polisin dışında bir kurumdur, yasalara göre sınırları yoktur, her şeyi kullanabilirler. Yani bu önlemlerin alınması için hiçbir sebep yok, çünkü büyük toplumsal muhalefet, demokratik yollarla mücadele ediyor. Sert önlemlerle, gazeteci ve siyasetçilere yapılan saldırılarla toplumsal muhalefet üzerinde psikolojik bir korku ortamının yaratılması mı isteniyor? Benzer uygulamaları otoriter Rusya rejiminde de gözlemlemiştik. 

 Rusya’da muhalefet liderlerinden aylar önce zehirlenen Navalni dün ülkesine döndü sanıyorum tutuklandı ya da gözaltına alındı. İki otoriter ülkenin otoriterlik farklarına bir programda değinmiştik. Rusya’da 13-14 tane muhalif lider kişi öldürülmüştü. Muhalif siyasetçi ve gazeteci bizde çoğunlukla hapsediliyor. Daha önce yaşadığımız İpekçi ve Mumcu cinayetleri gibi cinayetlerle şu anda karşılaşmıyoruz ama bunlara aday durumlarla, saldırılarla karşılaşıyoruz, üstelik bunlar teşvik ediliyor.

Bazen düşünmeden edemiyorum Ömer Bey, son 10 yılda tanık olduğumuz iktidar performansına baktığımızda şayet Türkiye’de idam kalkmamış olsaydı, acaba ne kadar idam görürdük? 12 Eylül rejimi 52 kişiyi idam etti hatırladığım kadarıyla, idam meselesi hukuken mümkün olsaydı nelerle karşılaşırdık diye endişeyle düşünmeden geçemiyorum. 

ÖM: Bunu düşünmek bile istemiyorum. 

AB: Ben de istemiyorum ama idamlı yılları yaşayan bir kişi olarak aklıma geliyor maalesef. 1984’ten sonra idam kararları mecliste onaylanmadı. 12 Eylül’den sonra 1980-84 sürecinde askeri faşist cunta tarafından verilen onayla, 50’yi aşkın kişi idam edildi. 12 Eylül’ün 10.yılı münasebetiyle, 2010 yılında son idamlık arkadaşla canlı yayında konuşmuştum, 12 Eylül’den hesap sorulması için adliye dilekçeyi vermeye giderken konuşmuş açık gazetede yayınlamıştık. 

Böyle bir ortamda U dönüşü, V çıkışı filan inandırıcı ve kalıcı değil. Ayrıca sosyal ve iktisadi olarak çok zorda bir ülke, bankacılığı ve enerji, sağlık ve eğitim sektörü enkaz altında, Covid’le mücadelesinde enkaz altında kalmış, borca batmış bir yoğun bakımda ülke. Aynı zamanda yolsuzluk arşa ulaşmış durumda. Eğer bir U dönüşü yapacaksanız, Osman Kavala, Selahattin Demirtaş ve Ahmet Altan gibi binlerce masum yatan insanın serbest bırakılması lazım. Hafta sonunda CHP milletvekili Sezgin Tanrıkulu’nun açıkladığı hak ihlalleri raporuna bakılmasını tavsiye ederim. 

Artık Türkiye’nin rejimini değiştirmekten başka çaresi yok! U dönüşü; tek adama dayalı, otoriter rejimi, demokratik parlamenter sisteme dönüştürerek gerçekleşebilir. Uluslararası mahkeme kararlarına uymayan, sözleşmelere imza atmış olmasına rağmen uymayan bir iktidarın dönüş yapmasını beklemek inandırıcı gelmiyor. 

ÖM: Ben bir tek şey ekleyeyim, bu saldırılar işte Gelecek Partisi kurucu genel başkan yardımcısı Selçuk Özdağ’ın evinin önündeki silahlı sopalı saldırıya uğraması üzerine “Cumhurbaşkanı aradı beni, teşekkür ederim ama Ankara’da mı oldu?” diye sormuş “evet” dedim. “Herhangi bir şekilde bunun sorumlularını bulacağız, bu saldırı siyaset kurumuna yapılmıştır” gibi cümleler kullanmamış. Murat Sabuncu’nun sorularını cevaplamış T24’te. Böyle demiş, yani “bunu beklerdim kendisinden” diye. Bir de CHP Eskişehir milletvekili ve insan hakları çalışma grubu üyesi Utku Çakırözer de yeni yılın ilk 15 gününde Türkiye’de 5 gazetecinin fiili saldırıya uğradığını belirtmiş. Uyarılara rağmen saldırıların devam ettiğini de söylemiş. “Can güvenliği iktidarın sorumluluğunda” diyor. Bayağı böyle bir karanlık durum içindeyiz.

AB: Evet. 

ÖM: Fatih Altaylı da “bunun bir sonrası da aydınların, bilim insanlarının ve gazetecilerin sokak ortasında vurulmasıdır. Türkiye bunları yaşadı, ders alıp alınmadığını hep birlikte göreceğiz” demiş. Süreyi maalesef doldurduk ama gayet iyi bir, yani biraz karanlık olmakla beraber etraflı bir özet dün ve bugüne bakmış olduk. Çok teşekkür ederiz. 

AB: İyi yayınlar dilerim, kolay gelsin. 

ÖÖ: Görüşmek üzere.