5 Mart 1871’de Polonya’nın Zamosc kentinde dünyaya gelen Alman Marxist politika teorisyeni, filozof ve devrimci Rosa Luxemburg'un hedefi demokratik, adil, eşitlikçi bir yaşam; hayali başka bir siyaset, başka bir yaşam mümkün diyenlerle kol kola olmaktı.
(Hilal Onur İnce'nin bu yazısı bianet'in internet sitesinden alınmıştır.)
Küresel krizler, toplumsal mücadeleler ve savaş ortamları dünyanın her yerinde bir ütopyayı, yeniden bir alternatif arayışı gerekli kılıyor. Bu arayışlar tarihin bütün kriz ve çalkantılı dönemlerinde var olmuştur, dillendirildiklerinde anlaşılmamış olsalar da.
İşte Rosa Luxemburg kitlelerin demokratik katılımını ve sosyalist hareket içinde demokrasiyi savunduğunda, Avrupa kıtasının 19. yüzyılın en büyük krizlerinden birine doğru savrulduğuna tanıklık ederken süreci anlama, yorumlama, var olanı ifade etme çabasıyla, var olanla yetinmeyen bir alternatif arayışının düşünürdür. Hedefi demokratik, adil, eşitlikçi bir yaşam; hayali başka bir siyaset, başka bir yaşam mümkün diyenlerle kolkola olmaktı. Bu hedefi ve hayaliyle bugün de güncelliğini koruyor.
Kimdir Rosa Luxemburg?
Avrupa emek hareketinin, Marxizmin önde gelen temsilcilerinden Rosa Luxemburg (aslında Rozalia Luksenburg), 5 Mart 1871’de Polonya’nın Zamosc kentinde dünyaya gelir ve 15 Ocak 1919 günü Spartakist hareketi birlikte kurduğu Karl Liebknecht ile Berlin’de katledilir.
Çok genç yaşta Polonya’da “Proletarya” partisinde yer alır ve ülkeden ayrılmak zorunda kalır. O dönemde kadınların üniversite eğitimi alabilecekleri tek yer olan Zürih’te felsefe, matematik, ekonomi, botanik ve zooloji eğitimi alır ve doktorasını tamamlar. Zürih özellikle Rus sosyalistlerinin kümelendiği bir kenttir ve Rosa burada yoğun tartışmalarıyla dikkat çeker.
Buradaki okumaları sonucunda Marksizmin katı bir ideoloji, biat edilecek bir görüş olmadığını savunur. Onun için Marksizm, her zaman yeniden öğrenme amacında olan, var olanı yeniden ifade eden, katılaşmayan ve özeleştiri yeteneği ile kendisini sürekli yenileyen bir dünya görüşüdür.
Enternasyonel Grubu
1898'den itibaren Alman Sosyaldemokrasisi içerisinde yer alan Luxemburg, milliyetçilik, oportünizm ve revizyonizme karşı radikal tutumuyla öne çıkar. Sosyal politikaların dönüşümünde ve savaş karşıtlığının yaygınlaştırılmasında kitlesel grevlerin etkili ve başvurulması zorunlu bir araç olduğunu savunan düşünür ve aktivist, I. Dünya Savaşı’nın başlamasının hemen ardından, daha sonra içerisinden “Spartakist Birliğin” geliştiği antimilitarist “Enternasyonal Grubu” kurar.
Spartakist Birlik, öncelikle Sosyaldemokrasi’nin savaş politikalarının eleştisine odaklanır. 1919 başında arkadaşlarıyla birlikte Alman Komünist Partisini (KPD) kurar. Ancak parti, her ne kadar Rosa’nın sunduğu programı kabul etse de, gelecek parlamento seçimlerine katılma önerisini reddeder. Ardından Rosa ve arkadaşlarının başlattığı Spartakist Direniş başarısız olur ve Rosa, Karl Liebknecht ile birlikte Berlin’de öldürülür.
Onu üç kere öldürdüler
Sinema filmi “Rosa Luxemburg”un yönetmeni Margarethe von Trotta öldürülmesi ile ilgili şöyle der: “Onu üç kere öldürdüler. Önce dipçikleriyle beynini zedelediler. Sonra kafasına kurşun sıktılar. Yetmedi, Landwehr kanalına attılar. Ondan öylesine korkuyorlardı ki.”
Rosa Luxemburg kısa yaşamında Marxizm tartışmalarına, kitlesel grev, konseyler ve konsey demokrasisi, emperyalizm teorisi, sermaye birikimi, parti ve kitle konularında sunduğu eserlerle siyaset kuramında önemli bir yere sahiptir. Burada, kapsamlı düşüncelerinin sadece ufak bir bölümü olan kendiliğindenci hareket ve devrim savunusunun izleri takip ediliyor.
Düşüncede diyalektik ve totalite
Rosa Luxemburg düşüncesi bir bütün olarak değerlendirildiğinde, teori ve pratiğin iç içeliği, her olgunun bir bütünlük içinde ele alındığı görülür. Ancak böylesi bir bütünlüğü görmeyen yaklaşımlar, onu “sadece” savaş karşıtı bir figür, demokrasi kuramcısı, ifade özgürlüğü savunucusu ve nihayet eleştirel entelektüel, hapishaneden aşk mektupları yazan romantik kadın, insanı sevdiği kadar çiçek, ağaç, doğa sevdalısı olarak belirleme, hatta sınırlama gayretinde olurlar.
Ancak diyalektik zemindeki olunduğunda okur, örneğin Luxemburg’un özgürlük anlayışını Bolşevizm eleştirisini kendi bağlamından ayırmadan ele alma olanağına sahip olur. Ne diyor Luxemburg bu eleştirisinde? “Özgürlüğü sadece iktidar taraftarlarıyla…sadece parti üyeleriyle sınırlamak, özgürlük değildir. Özgürlük, her zaman farklı düşünenlerin özgürlüğüdür.” Bu cümle, etik bir çağrıdır. Üzerinde durulan husus, Marx’ın maksimi olan “bugüne kadarki tüm tarih, sınıf mücadeleleri tarihidir” ifadesinden başlayarak, 11. Teze doğru evrilmedir.
Evet, Rosa Luxemburg sınıf mücadeleleri tarihi algısını, var olanı yorumlamakla yetinmeyen, onu değiştirmeye çalışan diyalektik bir düşünce bütünlüğü sergiler. Dolayısıyla onun eserlerini anlama hedefinde olmak, düşünürün doktora tezinin daha ilk cümlesinde iddia ve fikirlerini nasıl bir metodolojiye dayandırma arzusunda olduğunu algılamak durumundadır: “Tüm uygar ülkelerin düşünsel yaşamlarında ekonomik sorunlar ön plandadır… ülkenin ekonomik yaşamının ortaya koyduğu tüm sosyal sonuçlar bilinmeden, o ülkenin siyasal fizyonomisi ve tarihsel kaderi kapalı bir kutu olarak kalacaktır.”
SPD
1899 yılında saygın Marxist bir parti olan SPD içinde görüş ve eleştirilerini sakınmadan ifade eden Luxemburg, 1900 yılına kadar siyasi mücadelesiyle SPD içerisinde yoğunlaşır. Söz konusu dönemin SPD’si, İkinci Enternasyonal’in göz bebeği ve dünyanın en güçlü ve başarılı işçi partisidir. Teorik olarak parti “Erfurt Programı” zemininde yer alır. 1891 yılında kabul edilen programda kayıtsız şartsız sınıf mücadelesi ve nihai hedef olarak sosyalizm savunulur.
Ancak burada yer alan radikalliğe rağmen, parti içinde yoğun bir kanat mücadelesi devam eder. Tüm kanatlar işçi sınıfının koşullarının kapitalizm içinde kalarak adım adım düzeltilmesinin bir parti görevi olduğu konusunda birlikte hareket etme anlayışında uzlaşır. Bu doğrultuda gerekirse parlamenter çoğunluk reformlar lehine kullanılmalıdır tespiti ile sendikal mücadele üzerinden daha ileri taleplerin yerine getirilmelidir düşüncesi arasındaki uzlaşının ötesinde, kanatlar arasındaki yoğun mücadele partinin tek görevinin bununla sınırlı olup olmayacağı meselesinde şekillenmeye başlar.
Luxemburg ve Bernstein
Bernstein ve çevresinde buluşan grup, partinin belli bir görevle sınırlandırılmasını talep eder. Onlara göre kapitalizm, temelde bir dönüşümü gerçekleştirmiştir ve dolayısıyla büyük krizler ve savaşlar bundan böyle söz konusu olmayacağından reformlar sayesinde sosyalizme geçiş mümkündür. Bernstein, sosyalizmin kapitalist sistemin yıkılması ile değil, aksine burjuva kapitalist toplumunun kucağında oluşan işçi hareketinin baskısıyla doğacağı görüşündedir. Bu arka planda, her türlü devrimci “hayalden” uzaklaşmak ve evrimci bir siyaseti savunmak gerekir.
Luxemburg, reformist kanada ve parti yönetimine karşı devrimci bir siyaseti savunur. Parti Luxemburg’un tespitlerini ilkesel olarak onaylasa da, Bernstein’in düşünceleri 1907 yılından itibaren SPD tarafından benimsenir.
Reform ve/ya da devrim
Luxemburg, reform ve reformizm arasındaki bu ayrıştırmaya, reform ve devrim ilişkisinin diyalektiğine dikkat çeken ilk düşünürlerden biri olarak işte bu noktada karşımıza çıkar. Reform ve devrim üzerine yapılan tartışmaya, sol içerisinde günümüzde de çokça rastlanmaktadır. Tartışmayı karikatürize eden anlayışlara bakılırsa, sistemi alaşağı etme hedefinde olan sol ile diğer tarafta sistem içerisinde reform yoluyla dönüşümü amaçlayan sol arasında yürütülen ezeli çatışma, özünde bir önyargıyı besler. Zira genel anlamda sol düşüncede, insanların yaşamlarını değiştirecek reformlara karşıtlığın söz konusu olmadığı, ama reformlarla yetinmenin de bir o kadar yanlış ve yetersiz olduğu ortadadır.
Öte yandan tam da bu anlayışa bağlı olarak, insanların olumsuz koşullarda yaşamlarına orantılı olarak “ilerici” olacakları düşüncesi, sol içerisinde geniş bir yer bulmaz. Aksine, devrimci hareketlerin oluşumu, varoluşsal yoksunluklardan veya siyasal baskılardan daha fazla ve “ileri” bir nedene gerek duyar – dolayısıyla devrimci hareketlerin dayanması gereken güç, geniş kitlelerin bilinçlenerek olaylara karşı “seyirci” konumlarından çıkmalarına ve kapitalizmin her bireyin algısında yarattığı güçsüz olma durumunu aşmasına bağlıdır. Bu müdaheleci bilinç birdenbire oluşmadığı gibi, dönüşüm ve değişim yolunda yapılan önceki mücadelelerin, bir diğer ifadeyle reformların üzerinden yol alır. Reform ve/ya da devrim arasındaki ilişkinin bu klasik yorumunun dayandığı anlayışın sorgulanması, bizi doğrudan Luxemburg düşüncesine götürür.
Kitlesel grevler ve kendiliğindencilik
Luxemburg’un düşün dünyasında kendiliğindencilik ve örgütlenme birbirinden ayrı veya ayrılabilir eylemler olarak değil, aksine aynı sürecin farklı momentleridir. Diğer bir ifadeyle kendiliğindencilik ve örgütlenme birbirinden beslenen, birbirini destekleyen eylemlerdir. Bu görüşünün kaynağı sınıf mücadelesinin impulsiv bir temel durumdan daha ileri siyasal bir düzleme doğru geliştirilmek zorunda olduğu anlayışına dayanır.
Bu bağlamda 1910 yılında „Was nun?“ ("Şimdi ne yapmalı?“) başlıklı çalışmasında şöyle der: “Tüm ülkelerde işçi sınıfı mücadele esnasında mücadeleyi öğrenir…İşçi sınıfının…çalışan kitlelerin sadece bir parçası olan…sosyaldemokrasi ise olsa olsa bu mücadele oranında emek mücadelesinin rotasını ve sloganını bulur ve söz konusu mücadelenin içinde yoğrularak gelecek yolun haritasını çizer.”
Kitle grevi, parti ve sendikalar
1906 yılında "Kitle grevi, parti ve sendikalar" başlıklı broşürü 1902 yılında önce Bakü, daha sonra Kiev, Odessa ve St.Petersburg’da yayılan ve ardından 1905 yılında tüm Rusya’yı kapsayan sosyal direnişlerin bir kitlesel greve dönüşmesinin etkisi altında hazırlar. Söz konusu kitlesel grev, başlangıçta yerel küçük kent ve kasabalarda yayılırken giderek tüm ülkeyi etkisi altına alır. Bu gelişmelerin sonucunda liberal siyasal amaçlar işçi sınıfının ilerici sermaye kesimleriyle birarada olmasını sağlarken nihayetinden Rus tarihinin ilk meclisi olan Duma’nın kurulmasına yol açar.
Alman Sosyaldemokrasisinin sağ kanadının aksine Luxemburg bu gelişmeleri farklı okur ve kitlesel grevin salt savunmacı bir direniş biçimi olarak görülemeyeceğini ve dolayısıyla toplumsal gerçeklikten kopuk bir eylem olmadığını savunur. O kitlesel grevi Rusya’da sendikaların ve siyasal aktivistlerin yıllarca süren taban çalışmasının bir sonucu ve bunun üzerinden sınıf mücadelesinin ileri bir adımı olarak değerlendirir.
Luxemburg kitlesel grevlerin devrime yol açacağını değil, kitlesel grevler üzerinden ekonomik ve siyasal koşullar üzerinden devrimci bir sürecin başlayacağını savunur. İşte kitlelerin böylesi bir “kendiliğindenci hareketi" siyasal bir partinin öngöremeyeceğini ve planlayamayacağını düşünür.
Yukarıda ifade edilen değerlendirmelere karşın Luxemburg Alman Sosyaldemokrat Parti’nin (SPD) kitlesel grevleri yönlendirmede önemli bir işleve sahip olduğuna inanır. Her ne kadar parti liderliğinin çalışan kitlelerin direnişin ne zaman başlayacağına kendileri karar vermelidir diyerek asla kitle grev kararı almayacağını biliyorsa da, partinin grevlerin devrimci bir aşamada alacakları karakter ve içeriğinin nasıl olması gerektiği hususunda partinin siyasal tutumunun karar vermek zorunda olduğu kanaatindedir.
Luxemburg Almanya’da oluşabilecek kitlesel bir grevin sosyaldemokrasinin gücüne bağlı olmadığını, zira tarihsel bir olgunun hiçbir parti kararı doğrultusunda belirlenemeyeceği düşüncesindedir. Ancak partinin görevi ve yükümlülüğü, gelişen bu mücadelelerin başladığı andan itibaren kitlelere izah etmek ve bu doğrultuda taktik geliştirmektir. Demek ki, tarihsel olaylara müdahale etmek Luxemburg’a göre onlara emir kipiyle yaklaşmak değil, olayların olası sonuçlarını bilince çıkartmak ve buna uygun siyasal eylemlere imza atmaktır.
SDP ve tavrı
Rusya’da söz konusu dönemde gelişen kendiliğindenci eylemler nedesiz ve bir boşluk sonucu ortaya çıkmaz. Aynı şekile bu kitlesel grev eylemlerine emekçiler rastlantısılal başlamazlar. Kitlesel eylemlerin yayılmasının arka planında gerekli ekonomik ve siyasal koşullar mevcuttur.
Almanya’ya dönersek, Luxemburg asıl meselenin SPD’nin temel görevinin işçi sınıfına teorik eğitim sunarak onu kapitalist sistemin alaşağı edilmesinde üstleneceği tarihsel göreve hazırlamak yanı sıra partinin kendisinin başarılı devrimin olmazsa olmaz zorunlu koşuludur. Bu noktada Luxemburg’un değindiğimiz broşürünün tarihsel baülamına bakmak gerekir.
Bilindiği gibi SPD 1880’lerde illegallikten çıkarak devrimci bir parti olarak kendisine sunarken özünde iktidarı hedeflemez. Dolayısıyla kapitalist sistem analizi de bu iktidardan uzak durma eğilimine koşuttur. SPD’ye göre kapitalizm doğrudan kendisinin yok olacağı, yıkılacağı bir krize doğru hızlı adımlarla ilerler. İşte o ana kadar partinin görevi, örgütsüz emekçi hareketini toplumun en büyük ve güçlü kesimi olarak geliştirmektir. Sistem krize girdiği andan itibaren ise SPD ve kendisiyle ittifak halinde olan emekçi hareketi yok olan kapitalist toplum içinde siyasal iktidari alacaktır.
Luxemburg’un parti içinde aldığı aktif role bakıldığında, onun da partinin güçlü bir kitle hareketi olduğunu ve partinin stratejisini kabul ettiğini söylemek mümkündür. Öte yandan Luxemburg için kendiliğindenci kitlesel hareketler zorunlu olarak gelecek devrimci sürecin taşıyıcısı olduğu da bilinmektedir.
Luxemburg ve örgütlenme
Görüldüğü gibi, Rosa Luxemburg örgütlenme olmadan kendiliğindenci eylemlerin sadece geçici bir başarı elde edebileceklerini ve toplumda sürekliliği olan dönüşümü gerçekleştirebilecek bir güç olma şansına sahip olamayacaklarını savunur. Öte yandan emek hareketinin inisiyatifi olmadan emek örgütlerinin hedeflerinin de belirlenemeyeceğini düşünür. Kendiliğindencilik ve örgütlülük diyalektiği, bir diğer ifadeyle praksis üzerinde duran Luxemburg, partinin işlevi konusunda da Engels, Kautsky ve Lenin’in aksine, partiyi ne bir seçim aracı ne de “bilimsel” dayanakları üzerinden tarihe müdahale hedefinde olan elitist kadro partisi olarak değerlendirir. Dolayısıyla parti, emek hareketinin lideri, önderlik eden gücü değil, onun destekçisi olmalıdır. Emek hareketinin lideri “kitlenin kendisidir” ve parti güçlendikçe, bilinçlenmiş emek hareketi de “kendi kaderini kendisi belirleyebilecektir”, geleceğin haritasını çizecektir.
Demek ki, parti işçi sınıfını “temsil etmekle” hatta “yönetmekle” yükümlü değil, sadece onu destekleyen koşulları sağlama görevine sahip olduğu gibi, kendiliğindenci hareketleri ve örgütlenmeleri aynı oranda içeren, destekleyen, geliştiren ve onların içinden yeşeren bir yapıdır. Bu bağlamda partinin işlevini, yönetmekten çok, emek hareketinin bilinçlenmesine katkı sağlamak olarak ifade eden Luxemburg, taban hazır olmadığı sürece partinin asla devrimi dayatamayacağının önemle altını çizer.
"Devrim en iyi okuldur"
Luxemburg’un sınıf mücadelesi teorisi ve partiye yaklaşımı, reel toplumsal gelişmelerle doğrudan ilintilidir. 1900’lü yıllarda Avrupa’nın birçok yerinde, özellikle de Rusya ve Polonya’da çok sayıda kitlesel grevlere tanıklık edilir. Rusya’daki kitle grevleri, 1905 yılında Rus Devrimi’ne zemin hazırlar ve devrim sonrasında Çar, demokratik hakların sağlanmasının yanı sıra farklı partilerin kurulmasını onaylar. Bu zemin üzerinden 1917 Devrimi gerçekleşir.
Rosa Luxemburg bu devrim deneyimini Alman emek hareketi için canlandırma çabasına girer ve 1905 yılında SPD’nin siyasal varlığı gereği genel grevin hazırlanmasında etkin ve kararlı bir rol üstlenmesini ister. Partinin doğrudan siyasal yönlendiriciliği ve katılımı ile emek hareketinin devrimci hareketlenmesinin tek bir hedefte birleşmelerinin talebi arkasında Luxemburg’un iki tehlikeyi engelleme amacı vardır.
Birinci tehlike, işçi sınıfı partilerinin ve sendikaların gündelik siyasal çalışmalarında “oportünizm”, “revizyonizm” ve “reformizm” etkisiyle asıl hedef olan uluslararası sosyalist devrim anlayışından uzaklaşmasıdır. Luxemburg’un üzerinde durduğu ikinci tehlike ise bağımsızlaşan, elitleşen örgütlenme biçimlerinin işçi sınıfının çıkarlarını temsil etmeme kararlılığıyla yetinmeyip, giderek diktatoryal bir katılığa, “merkezileşmeye” ve “bürokratizme” doğru evrilmesidir.
"Vardım, varım, var olacağım"
Luxemburg, partinin taban ile bağlantısını korumadığı takdirde başarısızlığa uğrayacağına dikkat çekerken, kapitalizmin çelişkilerinin, sermaye ve emek arası var olan karşıtlıkların her an için işçi sınıfının yol açacağı devrime zemin hazırlayabileceğini düşünür ve bu nedenle partinin kısa ve uzun vadeli amaçlarını bir bütünlük içinde ve tarihsel koşulları gözeterek değerlendirmek zorunda olduğunu söyler. “İşçi sınıfı için tarih biricik ve gerçek öğreticidir, devrim ise en iyi okuldur.”
14 Ocak 1919’da ölümünden bir gün önce Luxemburg, Marxist harekete dair şu sözleri kaleme alır: “Yönetim beceriksizdi. Ama yönetim yeniden yeniden kitleler tarafından ve kitlelerin içerisinden inşa edilebilir, edilmek zorundadır. Belirleyici olan kitledir, onlar devrim zaferinin yapılanacağı kayadır. Kitleler o güce sahiptir ve onlar bu ‘yenilgiyi’ uluslararası sosyalizmin övünç kaynağı olan tarihsel yenilgilerin bir parçası haline getirdiler. Ve o nedenle bu ‘yenilgiden’ geleceğin başarısı yeşerecektir… Hemen yarın devrim… Vardım, varım. Var olacağım!”
"Devrimi hazırlayan bilinçtir"
SPD yönetiminin aksine, Luxemburg uluslararası devrimin sermayenin savaş sonucunda ortadan kalkacağı şeklindeki determinizme radikal olarak karşıdır. Hem savaş karşıtı olması, hem de sosyalist mücadelenin mutlak bir biçimde insanı yok sayan savaşları reddetmesine bağlı olarak savaşların sonunda insanlığın yok olacağı ve yerine barbarlığın geleceği iddiasındadır. Devrim asla savaşla inşa edilemez, devrimi hazırlayan bilinçtir ve bu bilinç sayesinde yenilgiler ve geri adımlar çalışan kesimler için tarihsel deneyimler oldukları kadar, öğreticidirler.
Dolayısıyla “nihai” zaferin kendisi değil, zaferi adım adım hazırlayan her bir çaba kendi içinde gerekli ve değerlidir. Luxemburg’un çalışan kesime, onun bilincine ve tarihi inşa etme iradesine, sadece küçük bir azınlığın değil, tüm insanların egemenlikten kurtulmasında belirleyici, hatta önderlik edici bir işleve sahip olduğuna sonsuz bir güven duyduğu açıktır. Güveni, sosyal hareketlerin varlığından ve adil bir dünyanın gerçekleşebileceği umudunu besleyen hümanizme dayanır. Onun “için dünya son derece büyük bir öneme sahipti ve o dünyadaki adaletsizliklerle barışık değildi."
Kitle değerlendirmeleri
Luxemburg’a ilişkin söylenmesi gereken son söz, genellemeci bir yaklaşımla, özgürlüğe ilişkin yorumlarının ama özellikle kitleye bakışının kolaycılığa sığınılarak “romantizm hayalciliği” olarak tanımlanarak, eserlerinin yok sayıldığıdır. Öte yandan Luxemburg’un kitlelere dair yazdıklarının yeniden değerlendirilmesi gerekir.
Öncelikle kitleleri abartılı değerlendirdiği eleştirisine bakıldığında, bunun aksinin söz konusu olduğu, kitleleri tarihi görevini üstlenmede edilgen olmakla eleştirdiği görülebilir. Sosyaldemokrasinin krizde olduğu belirlemesini takiben, yer yer acımasız ifadelerle kitlelerin savaş hayranlığını, “vatansever sarhoşluğunu” ve “alışılagelmiş gündelik rutine” dahil olmalarını eleştirir. Bu sözler kitlelerin savaş hayranlığını, gürühsallaşmasını ve etik değerlerden yoksunluğunu vurgular. Böyle bir kitle içerisinde işçi sınıfı bile “yabancı özgürlüğün uslu cellatları” haline gelir. Dolayısıyla “kitle” onun için sabit, statik bir kavram değildir. Bugün olmasa da, bir gün insan olarak kitlelerin kendi kaderlerini tayin edeceklerini düşünür.
Sihirli kavram: Deneyim
İşte bu anlayış, Luxemburg için sosyalizmin kendisidir, mücadelenin temel nedeni ve insan olma bakışının özüdür. Burada kitle, insanlığın kendisidir, kendi tarihinin kurbanı ve aynı zamanda failidir. “Hiçbir savaş, ister savaş hayranlığı, ister biat edici bir kabul olsun, halk kitlelerinin sorumluluğu dışında mümkün olamaz.” Ama kitlelerin biat eder şekilde toplumsal ilişkilerin içinde olmaları, aynı zamanda da bu edilgenliği aşmalarının temel dürtüsüdür. Diyalektik budur ona göre. Buradaki sihirli kavram deneyimdir, her ne kadar bu kavram aynı zamanda ilerlemeye karşıtlık, sınırlılık ve var olanı koruma anlamını taşıyor olsa da. Deneyimi durağanlık değil, aksine var olanı eleştirmek, ona alternatif sunmak olarak anlayan Luxemburg, deneyimlerin klasikliği aşan ifadesinde entelektüelliğin ve işçi sınıfının entelektüelleşmesinin önemine vurgu yapar.
Özgürlük ve eşitlik
O nedenle kitlelere yönelik zaman zaman ajitatif konuşmalarının ve metinlerinin bir kitle fanatizmi veya abartısı olarak değil, insan olmaya, geleceği kurmaya, insanın kendisini inşa etmesine bir çağrı olduğu söylenebilir. Bu çağrısının temel dayanağı, düşüncesinin kırmızıçizgisi olan özgürlük anlayışıdır. Rosa için düşünce, örgütlenme ve toplanma özgürlüğü herkes için olmazsa olmaz bir haktır, hatta zorunluluktur. İşte bu nedenle “kurulu düzen” için bir tehlikeydi ve bu düşünce hala tedirgin edicidir, çünkü onun için özgürlük mücadelesi her zaman ve her koşulda eşitlik mücadelesi ile birlikte görülmelidir.
Luxemburg hakkında var olan farklı ve birbiriyle çelişen yorumların ortadan kaldırılması olanaklı değildir. Olanaklı olması da gerekmez, çünkü o bazıları için “sadece” bir kadın, bir entelektüel, romantik bir engelli, bazıları için Polonyalı bir Yahudi, bir başkaları için bir entelektüel veya ortodoks olmayan bir Marxist olarak vardır ve öyle de kalacaktır.
"Alman emekçilerinin öncüsü"
Ancak Luxemburg’un yaşamı ve eserleri bütünlük içerisinde ele alındığında, bunların hepsi doğrudur, demek ki bir başka doğru, Rosa Luxemburg’un bu sayılanların ve hatta sayılmayanların bütünlüğünü ifade etmesidir. Ve tüm farklı değerlendirmelere rağmen, hemen hemen bir konuda ortak bir yaklaşımın olduğunu söylemek mümkündür. Luxemburg’un insanlığı, öncesi düşünürlerin hümanizmi ile içiçedir. Eylemde kararlılığı yanı sıra yeni toplumsal gelişmeleri analitik olarak kavraması, yeni soru ve sorunlara dogmatik olmayan tarzda yaklaşması, onun toplumsal olan ile kendisi arasında bir bağ kurma amacında olduğunu gösterir.
İşte bu Brecht’in sözleriyle bir çağrıdır: “Burada gömülü / Rosa Luxemburg / Polonya’lı bir Yahudi / Alman emekçilerinin öncüsü / Alman zalimlerinin ve bastırılmış olanların emriyle öldürülen yatıyor burada / Gömün artık anlaşmazlıklarınızı!”