Kâbus

Editörden
-
Aa
+
a
a
a

İktidarlar neyi dayatırsa dayatsın, insanlığımıza sahip çıkmamız lazım. Yüksünmeden mülteciliğin ne olduğunu anlatmaya devam. Herkes insan olmak çizgisine geri dönene kadar.

(Ayşen Şahin'in bu yazısı Evrensel gazetesinin internet sitesinden alınmıştır.)

Dün tırnağım tam ortasından kırıldı. Etim açıkta kaldı. Yara bandı sardım. Biraz acıyor. Anneannemden kalma bir yüzüğüm vardı. Ellerimi sık yıkıyorum, her seferinde çıkarmıyorum. Sabun kalıntısı olmuş üzeri. Temizleyip bir kutuya koydum. Kitaplık dağılmış oysa ne güzel yayınevlerine göre dizmiştim. Aldığımı yerine koyamamışım demek. Şimdi yarım bıraktığım kitabı ararken fark ettim. Burayı yeniden düzenleyeyim. Perdeleri makinaya attım yıkanıyor. Çocuklar kurstan dönmeden bir ara kalkıp enginar doldurayım. Taze enginar çıkmış, dereotlu Ege işi dolmasını benimkiler çok severler.

Pazarlar böyle daldan dala düşüncelerle geçer.

Yatakları toparlar, çamaşırları asar, ince bir müzik açar, bazen ıslık çalarız. İnsan evini sever, kendini dinler, kendine kendi elinden bir kahve ısmarlar. Sonra uzanıp kanepeye, elindeki kitaba bakarken, göz kapakları kapanır, kitap elden yere düşer.

İşte o adına “şekerleme” denilen gün içi kısacık uykuda bir rüya gördüm. Bir kâbus. Evdeydim, uçak sesleri duyuyorum. Elimde çamaşır sepeti var, bırakıp balkona çıkmıyorum. Artıyor sesler. Sirenler duyuyorum. O sırada kulaklarım zonkluyor. Nefesime toz doluyor. Bakıyorum yerdeyim. Başım, biraz önce elimdeki sepete düşmüş. Öldüm mü acaba diyorum? Yukarıdan izliyorum çünkü kendimi. Uykunun ilk evresinde olmalıyım ki beynim bana, yok yok rüyadasın diye öyle, diyor. Mutfakla odayı ayıran duvar yok. Salondan cadde görünüyor, orası da yok. Çocuklar nerede diyorum kendime, kafama bir şey mi geldi acaba? Hatırlayamıyorum. Bir anda dank ediyor. Kurstaydılar! Telefonum yok. En son nereye bırakmıştım? Ne önemi kalmış ki hiçbir şey eski yerinde değil. Arayacak vaktim de yok, yüreğim ağzımda.

Öylece salon duvarının olması gereken yerden caddeye adım atıyorum. Üzerimde bir atlet var, altımda sönük bir eşofman. Tek ayağımda terlik. Bunu da atayım diyorum. Sonra bakıyorum yerler cam kırığı, moloz. Bari bir ayağımı kurtarmış olurum diye vazgeçiyorum, seke seke koşmaya başlıyorum.

Sair günlerde, kumaş etekler, beyaz gömlekler ve topuklularla toplantıya giderken trafik var diye öfkelendiğim caddelerden ağlayarak, bağırarak, tek ayağımda bir terlikle koşturuyorum. Her yer toz bulutu. Çok hızlı koşuyorum, normalde nefesim kesilir, dalağım şişer. Hiçbir acı hissetmeden, çıplak ayağımla yerde kan izleri bırakarak koşuyorum. Ayağına bakma diyorum kendime. Bakarsan yavaşlarsın. 6 kilometreyi ne kadar hızlı koştuğuma şaşarak varıyorum kursun olduğu semte. Sokakta yüzlerce çocuk var. Kendime hiç yakıştıramasam da vicdansızca kollarından çevirip çevirip yüzlerine bakıyorum çocuklarımın adını haykırarak. Her anne sesine dönüyorum, tüm çocuklar anne diye bağırıyor oysa. İkisini birbirlerine sarılmış, birinin montu sırtından yırtılmış diğerinin bir kolu açıkta buluyorum. Sertçe vücutlarını yokluyorum. Yaralılar mı, iyiler mi? Sonra bağrımı açıp içine gömercesine sarılıyorum ikisine de. Kulağım hiç duymuyor işareti yapıyorlar. Çok sert patlamaydı. Zamanla geçer diyorum. Koşabilecek misiniz? Eve geri koşuyoruz. Ortalık artık eskisinden beter. Bakmayın diyorum, etrafa bakmadan koşun. Görmesinler. Hızımız da kesilmesin.

Kimseye yardım edebileceğimi sanmıyorum. Öyle bencilim artık ben. Çocukları sağ çıkarmak zorundayım bu mezbeleden.

Eve ulaştığımızda evin sandığımdan kötü olduğunu görüyorum. Pasaportlar nerede? Diplomam geliyor aklıma. Ne olur ne olmaz onu bulmam lazım. Ev üstüme çökebilir. Kirliye attıkları okul montlarını görüyorum bir yerde. Ufacık leke olsa yıkamadan giymezlerdi. Şimdiyse şükrediyorum elime geldiklerine. Alıyorum.

Ayakkabılık yok yerinde. Çantam yok. Bir poşet bulup çekiştiriyorum ucundan. Banyo çöpünün poşeti. İçini boşaltıp bulabildiğim işe yarar ne varsa dolduruyorum içine. Çocukları ellerinden tutup yürümeye başlıyorum. Çok susadılar. Çok yoruldular. Çocuk bunlar. Yere atılmış bir PET şişe içinde bir sıvı görüyorum. Bir içecek de olabilir, biri şişeye işemiş de olabilir. Alıp kokluyorum, kötü kokmuyor. Bir yudum alıyorum. Dandik bir oralet. Bunu için diyorum. Bir evsiz gibi sokakta bulduğumuz şeyi ilk kez ağzımıza götürmüş oluyoruz. Bunu düşünüyorum. Bundan sonra böyle demek ki diyorum. Bitti. Okuduğum okul, yazdığım her satır, şurada sevdiğim kafe, köşedeki bakkal, geç saate kadar açık kırtasiye, en sevdiğim hırka, anneannemden kalan soba, çocukların bebeklik fotoğrafları, arşivimin saklı olduğu bilgisayar, bütün geçmişim, ellerimle döşediğim evim, tezgâha bıraktığım taze enginar, bugünleri görmek için geçirdiğim 40 yılın tüm emeği elveda.

Ben artık ben değilim. Şimdi biz kimiz?

Sonra sahile iniyoruz. Botlar nerede? Botlar yok. Panik sarıyor beni. İleride bir kalabalık görüyorum. Bir ümit: Oradalar. Yıllarca kimsenin sırasını kapmamayı öğrettiğim çocuklarla insanları yara yara, kıra kıra birine biniyorum. Kızım diyor: Anne biliyorsun ben balıklardan korkuyorum. Kaptan Jacques Cousteau anlatmaya başlıyorum. Sakinleşir belki biraz. Oğlumun montunun önünü açıyorum. Suya düşersek çırpınmadan montu hemen çıkar ve denize bırak. Ağırlık yapmasın diyorum. Kızıma da aynısını söylüyorum. Anne diye bağırmayın diyorum. Adımı seslenin, herkes anne diyor çünkü, karışıyor. Yüzmeyi biliyorsunuz. Güneşe doğru yüzün, soyunup yüzün, giysiler sizi yere çeker. Ayakkabıları çıkarıp kucağınıza alın. Yapabiliriz.

Elimdeki torbanın havasını iyice boşaltıp, ağzını sıkıca düğümleyip belime bağlıyorum. Oğlum “Ne olacak şimdi?” diyor.

Güneşin battığı yere bakıyorum, görünmüyor. Buraya kadar hiçbir şeyi düşünerek yapmadığımı fark ediyorum. Kafamı mı vurdum acaba bir yere diyorum.

Hiçbir fikrim yok. Ne olacak bilmiyorum. Hiçbir şey bilmiyorum. Kolum uyuşmaya başlıyor. Hayır diyorum şimdi olmaz, buraya kadar iyi geldik. Çocuklar var, şimdi olmaz. Hiçbir şey bilmiyorum.

Kadife kanepeyi terden, el örgüsü kırlenti gözyaşlarımdan sırılsıklam etmiş halde bağırarak uyanıyorum.

Biliyorum, benim kâbusum, milyonlarca insanın gerçeğiydi.

Sürreal değildi, hepsi yaşandı ve bitmedi.

Halksanız, bombalar neden patlıyor, kim kime neden kurşun sıkıyor anlamıyorsanız, bir savaşın tarafı olamazsınız. O her şeyden çok sevdiğiniz memleketi ve mevcut yaşamınızı savunmak istersiniz belki ama kime karşı ve neyle bilemezsiniz. Anlamı olan her şeyi, kimliklerinizi, prensiplerinizi, kişiliğinizi, eğitiminizi, hayallerinizi yıkıntılar arasında bırakıp, çıkar gidersiniz.

Gittiğiniz yerde sevilmez, istenmez, hor görülürsünüz. Akşama ne yemek yapacağını düşünerek markete girenler, siz kapının önündeki çöpü karıştırırken bir an düşünmezler, nereye bıraktığınızı hatırlamadığınız yarım kalan son kitap hangisiydi? Kahveyi nasıl severdiniz bir zamanlar, en sevdiğiniz türkü hangisiydi ve nasıl sofralar kurardınız dostlarınıza?

Üzerinizdeki kıyafetlere, bilmedikleri için onlara kaba gelen dilinize bakıp tahmin edemezler asla bir zamanlar deniz kıyısında bir ağacın dibine oturup şiirler dinlediğinizi, kim bilir kaç kez âşık olduğunuzu, bir zamanlar kahkahalarınızın sokaktan duyulduğunu.

Ama onlar da... deyip durdular. Dönüp ülkelerine savaşsaydılar dediler. Bu savaş neden, ne için, kiminle savaşsalardı ve neyle diye sormadılar.

Toplumun insanlık çizgisi oldu mülteciler. Kucaklarında bebekleriyle botlara yığıp artlarından kameraları açıp bir şubat günü denize saldık.

“Bu ülkede yaşamaktansa denizde ölmek yeğdir” dedi bir mülteci giderken. Tüm ayıbımızı bir cümleye sıkıştırdı, can yeleksiz o bota atladı gitti. Ne onları kabul ederken ne aynı sokakları arşınlarken ne de haklarında bir cümle kurarken eşittik.

Biz insanlık sınavından kaldık.

Bir başka ülkenin toprağında kaybedilen onca askerin hangi birinin adını hangi viyadüğe, hangi sokağa vereceksin? Nasıl yaşatacaksın anısını sıvasız evleri dışında?

O yirmili yaşlarındaki çocukların neydi akıllarından son geçen? Annesiyle konuşurken telefonu erken kapatmış olması mı? Geçen maçın gollerini izleyememiş olması mı? Sevdiği kadının ne denli üzüleceği mi yoksa babasının ilk kez göz yaşı dökeceği mi?

Belki de “Bu bir kâbus, birazdan uyanırım” diye vermişlerdir son nefesi.

Ya da “Neden gelmiştik biz buraya, nasıl başlamıştı, neden hatırlayamıyorum?” demiştir ihtimal ki.

Şam’da namaza çağıranlar, kaç sevdiğinin cenazesinde saf tuttular? Hiç kabusunu gördüler mi molozlar içinde evlatlarını aradıkları bir anın?

İnsanlar yığınlardan ibaret değil, atan her kalbin bir hikayesi var.

Savaşla koyun koyuna yatan her halk, mültecilik ihtimaline nabzı kadar yakın.

Evrensel doğrular yargılanamaz. Doğru olan barıştır. Barış istemek hakkımız.

Bu sebeple 24 Ağustos 1945 günü Resmi gazetede yayımlanan “San Francisco 26 Haziran 1945 tarihinde yapılmış ve imzalanmış olan Birleşmiş Milletler Andlaşması ile Milletlerarası Adalet Divanı Statüsünün onanması hakkında kanun”u hatırlatmayı vazife bilirim.

Altında Türkiye Cumhuriyeti imzası olan antlaşmanın Resmi gazetede ilanı şöyle başlar:

“Bir insan ömrü içinde iki kere beşeriyete tarif olunmaz acılar yükleyen harb belasından, geleceğin nesillerini korumaya, insanın ana haklarına, şahsın haysiyet ve değerine, erkek ve kadınlar için olduğu gibi büyük ve küçük milletler için de hak eşitliğine olan imanımızı yeniden ilan etmeye, adaletin muhafazası ve andlaşmalarla devletlerarası hukukunun diğer kaynaklarından doğan vecibelere saygı gösterilmesi için gerekli şartları yaratmaya, sosyal ilerlemeyi kolaylaştırmaya ve daha büyük bir serbestlik içinde daha iyi yaşama şartları ihdas etmeye, ve bu maksatla, tesamühle hareket etmeye, iyi komşuluk zihniyeti içinde birbirimizle barışık yaşamağa, milletlerarası barış ve güvenliğin muhafazası için kuvvetlerimizi birleştirmeye, Müşterek menfaatin icapları dışında, silâh kuvvetinin kullanılmamasını sağlayan prensipleri kabule ve usulleri tesise, bütün milletlerin ekonomik ve sosyal ilerlemesini kolaylaştırmak için milletlerarası müesseselere başvurmaya azmetmiş olan biz, Birleşmiş Milletler Halkı, bu amaçları gerçekleştirmek için, gayretlerimizi beraberce sarf etmeye karar verdik.”

İktidarlar neyi dayatırsa dayatsın, insanlığımıza sahip çıkmamız lazım. Yüksünmeden mülteciliğin ne olduğunu anlatmaya devam. Herkes insan olmak çizgisine geri dönene kadar.

MÖ: 544-496 yılları arasında yaşadığı düşünülen ünlü Çinli Komutan, Filozof ve Askeri Bilge Sun Tzu, tarihin en eski savaş stratejisi yazılarında der ki

“Gerçek zafer, savaşmadan kazanılandır.”

Barış kazansın, insanlık kazansın!