Küratör ve yazar Fulya Erdemci'nin vefatının ardından Evrim Altuğ'un Gazete Duvar için kaleme aldığı yazıyı paylaşıyoruz.
(Bu yazı 17 Temmuz 2022 tarihinde Gazete Duvar'da yayınlanmıştır.)
Bu hafta uğurladığımız kıdemli küratör, akademisyen Fulya Erdemci, varlığı ve vizyonunu güncel sanattan, bir bakıma gelecekten yana tayin eden kim varsa, onun sırdaşı ve yoldaşı olmayı bilen, sivil bir öğretim görevlisiydi.
Evet, bir Louvre müzemiz olmadı. Ama İstanbul Kültür Sanat Vakfı (İKSV), İstiklâl Caddesi’ndeki 'Luvr Apt.'da ikâmet ettiği yıllarda, şu sıralarda Haliç’i seyre koyulan İKSV, bizim için kültür sanatın yaşayan müzelerinden biri olarak pek çok yazgıda yerini aldı.
Bilhassa, güncel sanatın sivilleşerek, toplumsal dönüşüm ve diyalog adına demokratik, yenilikçi, ne içten ne dıştan pazarlıksız ve ötekileştirmeyen bir tavırla 'sokağa indirildiği' o yıllarda, ben de öğrendiği ve ilettiği her şeyin üzerine sürekli sıçrattığı izmarit yanığı bilge kahkahalarıyla ilk kez tanıdım Fulya Erdemci’yi.
Varlığı ardından hatırlamanın, yazmanın mesuliyetine bu sebepten paha biçemiyorum. Bundandır ki daha kendisini anmaya teşebbüs eden bu yazımın başında, onu her tür yönden eksik anımsatabilme ihtimalimden ötürü hepinizin huzurunda evvelâ kendisinden özür diliyorum.
Küratör, eleştirmen, yazar, akademisyen ve kurumsal direktör Erdemci’nin emeği ve kişiliğiyle ilk temasım, 2002 yılında Radikal gazetesi kültür servisi muhabiri olarak izlenimine çıktığım İstanbul Yaya Sergileri: Nişantaşı ile oldu. Bu sergi, 29 Eylül-28 Ekim 2002 arasında, Şişli Belediyesi’nin katkılarıyla düzenlenmişti. Gördüğü ilgi üzerine, bu serginin ikincisi de, küratör Emre Baykal ile birlikte 2005’te bambaşka bir güzergâh ve içerikle, yine İstanbul özelinde izlenime sunulmuştu.
Türkiye’deki ilk kamusal alan projesi olarak tanıtılmış 2002’deki ilk sergiye eserleriyle, Erdağ Aksel, Gülçin Aksoy, Nevin Aladağ, Hüseyin Bahri Alptekin, Halil Altındere, Kutluğ Ataman, Recai Aynan, Gökhan Avcıoğlu, Selim Birsel, Önder Büyükerman, Hasan Çalışlar, Ergin Çavuşoğlu, Yüksel Demir, Kerem Erginoğlu, Cevdet Erek, Köken Ergun, Ayşe Erkmen, Leyla Gediz, Ali Gürevin, Şirin İskit, Arhan Kayar, Serhat Kiraz, Merve Kitapçı, Mehmet Konuralp, Enis Özbek, Ebru Özseçen, Aziz Sarıyer, Derin Sarıyer, Nevzat Sayın, Ahmet Soysal, Özlem Sulak, Fuat Şahinler, Hale Tenger, Ahmet Tercan, Canan Tolon, Mürüvvet Türkyılmaz, Emir Uras, Demet Yoruç ile Bağımsız Fason Hareketi (Murat Bayındır, Enis Özbek, Ertuğ Sönmez, Murat Şahinler) katılmıştı.
İşte bu proje özelinde, Abdi İpekçi bulvarına bakan 'Penguen' heykellerini, üst sınıfın kendine düşkün muhitine gerçeküstü perspektifiyle tepeden bakan uçan bisikletleri hep onun sayesinde hatırlıyorum.
Sanatı sokağa indirme, bunu yaparken de sanatı yine hak ettiği yere çıkarma eylemini her seferinde öncelikli tutarak kurduğu sergileriyle, Erdemci’nin biyografisine baktığımda, insandan yana, bayraklar, nesiller üstü, koşulsuz paylaşımcı, otorite ve statüden muaf bir iletişim ve paylaşım gayretinin cefakâr sabrını duyumsuyorum.
Benim anımsadığım Erdemci, varlığı ve vizyonunu güncel sanattan, bir bakıma gelecekten yana tayin eden kim varsa, onun sırdaş ve yoldaşı olmayı bilen, sivil bir öğretim görevlisi oldu. Yaşam akademisindeki küratöryel eylemleriyle verdiği kamusal dersleri, bir yandan hem bugünün ve geleceğin sanat neslini ima, imal ve imtihan etti hem de biz izleyenlerin kendileriyle tanışıklıklarını üretti.
İKSV’nin geç 1980’lerde Beral Madra ve Vasıf Kortun ile yola çıkardığı İstanbul Bienali yolculuğunun zorlu bir beş senesinde, 1994-2000 arasında, direktörlük bayrağını Erdemci taşıdı. Erdemci bilhassa Almanya, İspanya, Rusya, Brezilya, Yeni Zelanda ve Hollanda gibi ülkeler ile kurduğu inter-kültürel prodüksiyon irtibatıyla, yakın geçmişin Türkiye güncel sanat tarihinin gerek okunması, gerek yazılmasında aktif rol oynadı.
Fulya Hanım, yazmakla, saymakla, sevmekle, anmakla tükenmeyecek bir bilgi, görgü ve merak kaynağı oldu. Misal, kronolojik anımsarsak, Yaya Sergileri’nden de evvel Almanya’da Ekim–Kasım 1998’de düzenlenen 'İskorpit', bunun en mühim göstergelerinden bir tanesiydi.
Türkiye Cumhuriyeti Kültür Bakanlığı ve Berlin Eyaleti Bilim Araştırma ve Kültür Bakanlığı'nın desteğiyle , 'Sınırsız - Türkiye ile Kültürel İlişki' etkinlikler dizisi çerçevesinde açılan sergi, 14 Türk sanatçının katılımıyla Berlin'de Haus Der Kulturen der Welt'te gerçekleşmişti. Berliner Kulturveranstaltungs-und Verwaltungs-GmbH tarafından düzenlenen organizasyona İKSV ile İstanbul Alman Kültür Merkezi de katkıda bulunuyordu. 'İskorpit' sergisinin küratörleri, Uluslararası İstanbul Bienali yönetmeni Fulya Erdemci ve 4. Uluslararası İstanbul Bienali küratörü Rene Block’tu.
Açıldığı takvim uyarınca, üç kuşak Türk sanatçısının bir araya geldiği sergiye, Hüseyin Bahri Alptekin, Hale Tenger, Aydan Murtezaoğlu, Bülent Şangar, Serkan Özkaya, İskender Yediler, Kutluğ Ataman, Gülsün Karamustafa, Halil Altındere, Bülent Şangar, Ayşe Erkmen, Neriman Polat, Ebru Özseçen gibi alanında biricik imzalar katılmıştı.
Keza sergide, üstat Sarkis ise, 'Ayasofya'nın Sesi' adlı ses yerleştirmesinde Ayasofya'nın tınılı iç mekânını ve olaylarla yankılanan tarihini gündeme getirmiş, bir diğer öncü sanatçı Füsun Onur ise 'Nota' adını verdiği yerleştirmesinde müziği görselleştirmişti.
Yine İstanbul ve Rotterdam'dan güncel sanat örneklerini bir araya getiren 'Rıhtımlar Arasında', Fulya Hanım’ın eş küratörlüğü ile, 19 Türk ve Hollandalı sanatçının katılımıyla 9 Kasım-1 Aralık 2002 tarihleri arasında Rotterdam'da gerçekleşen çok değerli bir sergi oldu. Hollanda’daki Rotterdam Limanı'nda bulunan ve daha önce antrepo olarak kullanılan Las Palmas binası, sergiye ev sahipliği yaptı. Erdemci ve Rotterdam Sanat Galerileri Vakfı genel sekreteri ve Çağdaş Sanat Galerisi'nin yönetmeni Ron Mandos, bu serginin küratörlüğünü üstlendi. Bu sergiyle birlikte Rotterdam'ın en seçkin 14 galerisi, 33 Türk sanatçının yapıtlarına ev sahipliği yaptı. Resim, heykel, fotoğraf, video, ses enstelasyonu ve enstelasyon gibi farklı yapıtların yer alacağı galeri sergileri ise 10 Ocak 2003'e kadar izlendi.
Fulya Hanım, koleksiyoner, mimar Can Elgiz’in İstanbul 4. Levent’te açtığı, sonradan Maslak Giz Plaza’ya taşınan 'Türkiye’nin ilk özel müzesi' Proje 4L’nin de 2003 ve 2004 yılları arasında direktörlüğünü yürüttü. Bugünkü adıyla Elgiz Müzesi’nin o ilk meskeninde 2003 güzünde düzenlediği Organize İhtilaf sergisi de kendisinin önemli küratöryel projelerinden biriydi.
Müzenin arşiv bilgilerini tekrar edeceksek; sergi, erken Rönesans’tan günümüze neredeyse 600 yıllık geleneğe ve Modern Sanat’ın içinde ayrıcalıklı konuma sahip olan resim ile bugünün resmi (geleneksel/yeni, resim/resim olmayan) arasındaki eşiklere işaret etmeyi hedeflemişti. Sergiye yapıtlarıyla, Haluk Akakçe, Sami Baydar, Semiha Berksoy, Lukas Duwenhögger, Leyla Gediz, Mehmet Güleryüz, Mehmet Gün, Yalçın Karayağız, Aydan Murtezaoğlu, Bülent Şangar, Füsun Onur, Kemal Önsoy, Murat Şahinler ve Canan Tolon katılmıştı. Erdemci, Elgiz Müzesi arşivlerinden andığımız şekliyle, bu durumu şöyle vurguluyordu:
Resmin ağır geçmişi ve bugünün hızlı uluslararası sanat ortamı (özellikle de video, fotoğraf, yerleştirme ve yeni teknolojilerle üretilmiş çalışmaların uzun yıllar oyun bahçesi işlevini gördükten sonra) göz önüne alındığında, bugün resim yapmak bir cesaret işidir! Resim yapma sürecinin yavaşlığı, bedenselliği, yalnızlığı ve riskine ek olarak küresel dünyadaki hareket zorluğu, aynı zamanda da ölçüt yoksunluğu göz önüne alındığında, bugün resim yapmak bir cesaret işidir!
Keza o yıllarda eski Antrepo binalarında hizmete giren ve şimdilerde yine aynı mıntıkada yeni yerine taşınmayı bekleyen İstanbul Modern’in de 2004-2005 yılları arasında geçici sergiler direktörlüğü, yine Fulya Hanım’a emanetti.
Buna mukabil, ders de verdiği İstanbul Bilgi Üniversitesi’nde Santralistanbul çatısında açılan 2007 tarihli Türkiye çağdaş sanat derlemesi, Modern ve Ötesi isimli eş küratöryel sergi projesinin imzalarından biri yine Fulya Hanım’dı. Bir diğer deyişle kendisi, elini neredeyse hep aynı umut ve iyimserlik ile Türkiye’de sacayakları kültür, sanat ve politika ile vizyondan menkul o sanat tarihsel fırının ta orta yerine koydu.
Erdemci yakın zamana değin, Amsterdam’daki SKOR Sanat ve Kamusal Alan Vakfı’nın direktörlüğünü yürütüyordu. SKOR’daki projeleri arasında, 2010 yılında Rotterdam’da bulunan Witte de With iş birliğinde gerçekleştirdiği dört cephe projesinden 'Ahlâk Duvarı: Seninle Ben Arasında', uluslararası araştırma, sempozyum ve yayın serisi 'Aktörler, Aracılar ve Katılımcılar'ın ilk sunumu olan ve küratörlüğünü Markus Miessen ve Andrea Philips ile birlikte yürüttüğü, 'Sivilliğin Kültürel Organizasyonu Üzerine Spekülasyonlar' (2010) ile serinin ikincisi olan ve Andrea Philips ile birlikte 2011 yılında Amsterdam’da gerçekleştirdiği 'Sosyal Barınma-Sosyali Barındırma' yer alıyordu.
Kendisinin, yakın zamanda üstlendiği görevler arasında 2009-2010 ve 2010-2011 dönemleri için Amsterdam’daki De Appel Sanat Merkezi Küratöryal Programı, 2011 yılında düzenlenen 12. Uluslararası Kahire Bienali ve Mayıs 2012 tarihinde Şanghay’da, Çin’in Public Art ve ABD’nin Public Art Review dergileri tarafından takdim edilen 'Kamusal Sanat Uluslararası Mükemmellik Ödülü' jüri üyelikleri ve İstanbul’da bulunan SAHA Derneği’nin danışma kurulu üyeliği yer alıyordu.
Erdemci ayrıca, Bilkent Üniversitesi’nde (1994–1995), İstanbul ve Marmara Üniversitesi’nde (1999–2000) ve İstanbul Bilgi Üniversitesi Görsel İletişim Tasarımı Yüksek Lisans programında (2001–2007) öğretim üyeliği yaptı. 2012’de New Jersey’deki Rutgers Üniversitesi’nde Laurie Kürsüsü Başkanlığı’na seçildi.
Bunların yanında, İKSV tarafından Koç Holding sponsorluğunda 14 Eylül-10 Kasım 2013 tarihleri arasında düzenlenen 13. İstanbul Bienali’nin küratörü, Fulya Erdemci oldu. İstanbul Bienali Danışma Kurulu o esnada, dOCUMENTA (13) Sanat Direktörü Carolyn Christov-Bakargiev, sanatçı Ayşe Erkmen, sanat danışmanı Melih Fereli, San Francisco Sanat Enstitüsü Sergiler ve Kamusal Programlar Yönetmeni ve Sergi Araştırmaları ve Müzecilik Bölümü Başkanı Hou Hanru ile Al-Ma'mal Foundation for Contemporary Art direktörü Jack Persekian’dan oluşuyordu.
Erdemci’nin, Gezi sürecine rastlayan bu zorlu sürece dair deneyimlerini, Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Sanat Tarihi Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Burcu Pelvanoğlu, bienal tarihçesine dair yaptığı akademik okumada, özetle şöyle dillendiriyordu:
Kavramsal çerçevesini, şair Lale Müldür’ün aynı adlı kitabından alan (Anne Ben Barbar mıyım?) 13. İstanbul Bienali, Türkiye’nin siyasi tarihi açısından oldukça önemli ve zorlu bir döneme denk geldi.
31 Mayıs 2013 tarihinde Gezi Parkı ile başlayan protestolar, küresel ağlar, bu ağların oluşturduğu yeni iktidar biçimleri ve bunlara paralel olarak da güncel sanat üzerine, özellikle de güncel sanatın temsil meselesi, sanatın kamusal alanla verdiği uzun sınav üzerine uzun uzadıya düşünmemize vesile oldu.
Gezi Parkı ya da diğer adıyla Haziran direnişi, J. Rancière gibi söyleyecek olursak, formun tekilliği üzerinden ortak bir dünya kurmak yerine, verili olan ortak dünyanın imgelerini yeniden düzenlemesi ya da bu kolektif çevreye yönelik bakış ve tavırlarımızda değişikliğe neden olabilecek türden durumlar yaratması, ironik bir dil kullanması, ortaya koyduğu söylemle yeni yüzleşme ve katılım tarzları doğurması bağlamında güncel sanatın tam kalbine yerleşti. Bu nedenle sanat ortamındaki tartışmalar da “Güncel Sanatın Gezi Önceki ve Sonraki Hali”ne odaklanıp protestoların dilinin sanatın dilini yenileyip yenileyemeyeceği, 13. İstanbul Bienali’nin nasıl olması gerektiği etrafında dönüp dolaştı.
Bienal küratörü Fulya Erdemci, bienalin odak noktasının, siyasi bir forum olarak kamusal alan fikri olacağını belirterek şöyle demekteydi:
“Tanımı ve içeriği üzerine çok tartışılan bu kavram, güncel demokrasi biçimlerini sorgulayan, günümüzün mekânsal-ekonomik politikalarını tartışmaya açan, standardize edilmiş verili birer konum ve dil olarak uygarlık ve barbarlık kavramlarını sorunsallaştıran ve en önemlisi, kamu olarak tanımlananı yapan ve bozan bir aracı olarak güncel sanatın rolünü açımlayan fikirler üretme ve pratikler geliştirme amacını taşıyan bir matris işlevi görecek.”
Fulya Erdemci, 8 Ocak’ta Bienal’in kavramsal çerçevesini açıklarken yukarıdaki açıklamayı yapmıştı ve 16 Ağustos tarihinde Bienal mekânları açıklandığında küratöryel ekibin Bienal’i kamusal alandan çektiğini, Fulya Erdemci’nin şu satırlarından öğrenmiştik:
13. İstanbul Bienali için, Gezi Parkı, Taksim Meydanı, Tarlabaşı Bulvarı, Karaköy ve Sulukule mahallesi gibi kentteki en tartışmalı -ve de bienalin varlığıyla soylulaştırma tehlikesi olmayan- kentsel mekânlara odaklanmıştık. Gezi olaylarının öncesinde kentsel kamusal mekânlara müdahale eden pek çok proje gerçekleştirmeyi planlamıştık. Ama vatandaşlarının özgür ifadelerine izin vermeyen otoriteden alacağımız izinle sokaklarda sanat projeleri gerçekleştirmenin ne demek olduğunu sorguladığımızda, bağlamın tamamen değişerek bu projelerin ortaya çıkış nedenlerini ötelediklerini gördük. Bu açıdan, kamusal alan sorunsalını irdeleyen bu projeleri bu koşullarda gerçekleştirmenin onların varlık nedenleri ile çelişebileceğine karar verdik. Ve bu doğrultuda gerçekleştirilmemelerinin daha anlamlı bir öneri olduğuna kanaat getirdik ve kentsel kamusal mekânlardan çekilme kararı aldık.”
13. Bienal kamusal alanı “komün” kavramıyla tanımlamayı tercih etseydi, özel-mahrem alanla içiçe geçen siyasi söylemi, kamusal kabul edip otoriteden izin almamak için projeyi iptal eder miydi etmez miydi? Bu soru, halen geçerliliğini koruyor. Ancak Bienal’in bütününe bakıldığında, hakkını teslim etmek ve İstanbul Bienalleri tarihinde güncel politikayla en çok temas eden bienal olduğunu bir kez daha söylemek gerekir. Anımsarsak, 11. Bienal’in küratörleri, liberal ekonominin hızlı gelişiminin toplumsal uzlaşmanın dağılması üzerinde 1928’de gösterdiği etki ile günümüzdeki etkisi arasındaki benzerlikler kuruyor ve siyasal iktisatçı Karl Polanyi’nin analizi üzerinde duruyorlardı.
Polanyi’nin analizi, toplumsal gelişimle ekonomik gelişimi uzun vadede ayırma eğiliminin, toplumsal karmaşa ve totaliter rejimlerin yükselişiyle sonuçlanacağına dikkat çekiyordu. Aslında 13. Bienal tam da böylesi bir ortamın içine oturdu ve bu ortama verdiği yanıtlar ya da bu ortam için düşündüğü çözüm önerileri, 11. Bienal’in önerilerinden temelli bir biçimde ayrıldı.”
Cappadox Festivali hatırası. Erdemci (ortada) küratör, sanatçı ve yazar dostlarıyla. (E. Altuğ, Elmgreen & Dragset, Fatih Özgüven, Bige Örer). 17/19 Mayıs 2017.
Erdemci’nin o dönemde maruz kaldığı bu ağır tecrübe, kimi kaynaklarda ‘Bienalin polisleştirilmesi’ adına vahim bir manzaraya tekabül etmiş olsa bile Erdemci, kültür ve sanat üretimi adına yaptıklarıyla, bu alanın daha da sivilleşip şeffaflaştırılması uğruna tükenmez bir bağımsız emeğin kaynağı olmayı sürdürdü.
Bunun bir diğer göstergesi de, birkaç yıl önce sorumluluğunu aldığı ve Kevser Güler ile paylaştığı, Nevşehir Ürgüp-Göreme bölgesindeki Cappadox festivali etkinliğiydi. Bu etkinliği izleme fırsatını da ayrıca yakalamış, kendisiyle konuyu derinlemesine analiz etme fırsatı edinmiştim.
Keza Erdemci, yine son dönemde Kahve Dünyası’nın idare binasının Tophane’deki yan cephesinin kamusal alanda sanata kazandırılmasına yönelik YanKöşe isimli Güncel Sanat Projesi’nde de Seçici Kurul Başkanı oldu. Ben de projenin kurul üyeliğini Altınmarka Grup Şirketleri Yönetim Kurulu Üyesi ve Kahve Dünyası Genel Müdürü Kaan Altınkılıç ile Altınmarka Grup Şirketleri Yönetim Kurulu Üyesi Detay Gıda CEO’su Dilara Altınkılıç Kutmangil’in oluşturduğu kurulda, Sayın Erdemci ve tasarım duayeni Bülent Erkmen nezdinde bu vazifeyi paylaşma sorumluluğunu almanın mutluluğunu yaşadım.
Fulya Hanım’ın arkasında bıraktığı ne varsa, hepsi de aslında tüm verimliliği, çeşitliliği ve evrensel içeriğiyle, güleç, erdemci yüzü sayesinde, esasen önümüzde. Bize gereken her türlü yolu da, kendinden gayet emin ve en zengin şekilde ebediyen gösteriyor olacak.