Dünyanın Cazı programının 500. bölümünde Levent Öğet, Açık Radyo stüdyolarında Caner Beklim, Murat Beşer ve Eyüp İblağ'ı ağırladı. Dörtlü, radyoculuğun ve radyoda cazın tarihine kısa bir yolculuk yaptı.
Levent Öget: 94.9 Açık Radyo’da yeniden birlikteyiz değerli dinleyenler, programımıza hoş geldiniz! Ben Levent Öget, teknik masada Feryal Kabil’le birlikteyiz ama stüdyomuzda da çok değerli konuklarımız var, birazdan size sunacağım onları. Açık Radyo’nun 25. yılı aynı zamanda radyomuzun en uzun soluklu caz kuşağı olan bu program Dünyanın Cazı programının perşembe bölümleri için bugün 500. bölümdeyiz. Öncelikle teşekkürleri sunayım ki sonra sohbetimiz var, Radyo’ya nice yaşlar diyorum, programın kurumsal ve kişisel destekçilerine, elbette müzisyen ve bestecilere, teknik yayın akışını sağlayan teknisyenlerimize, en başta Feryal Kabil’e ve şimdiye kadarki konuklara, tabii ki dinleyicilerimize teşekkürler. 500. bölüm bugün, bugüne kadar 499 Dünyanın Cazı’nı yaptık ve bugünkü konuklarımızın isimlerini sayacağım. Benim için çok değerli konuklar, hepsiyle bir beraberliğimiz, yolculuğumuz oldu, ortak paydamız program yapımcılığı, onlar elbette başka becerileri ve işleri varsa da yapımcılık, yazarlık, eleştirmenlik, organizatörlük, yönetmenlik, yöneticilik ve yayıncılık bunlar arasına fotoğrafçılık ve ressamlığı da katabiliriz belki. Sırayla söylüyorum Caner Beklim, Murat Beşer ve Eyüp İblağ stüdyo konuklarımız. Hoş geldiniz arkadaşlar!
…: Hoş bulduk!
LÖ: İyi ki geldiniz, Dünyanın Cazı’nın 500. programı tabii ki sembolik, çok da büyük bir özelliği yok, 500 program yapan dolu yayıncı var ama sizlerle birlikte kutlamak istedim. Bir kere en başta Caner’e teşekkürler bu radyo ‘belası’na müptela ettiğin için!
Caner Beklim: Adım öyle bir ‘radyocu yapan adam’a çıkmış vaziyette ama bundan zevk alıyorum çünkü bunu söyleyenler hep radyoyu çok seven insanlar oldu, radyoda program yapmak isteyenler. Başta beni olmak üzere bu güzel ekiple 500.programında bu stüdyoda seninle olduğumuz için çok mutluyum davet ettiğin için. Çok uzun bir geçmişimiz var, ona girersem şimdi hemen tanışmaları yapamayız, bir sonraki aşama yapalım
LÖ: Tamam Murat’a geçelim, Murat iyi ki geldin!
Murat Beşer: Teşekkürler davet ettiğin için.
LÖ: Sen şu anda herhangi bir yapımcılık içerisinde değilsin ama
MB: Yok, yani aranızdaki tek bekar benim, şu an mevcut hali hazırda bir radyo programım yok, zaten ben şu anda yoğun olarak okuyorum, yazıyorum, onun dışında sadece çamaşır ve bulaşık yıkıyorum, evde temizlik yapıyorum, bunun dışındaki tekliflere kapalıyım. Yani bir radyo teklifi gelirse sadece Caner’den gelirse kabul ederim, çünkü pek çok insanın katili olduğu gibi benim katilim de Caner! Ben radyoculuğa 5 yıl boyunca TRT’de bulaşmıştım diyeyim Caner nedeniyle. Zaten onunla başladı, onunla bitti. Şayet bir teklif gelirse radyoculukta ki ben o konuda çok da iyi olduğumu düşünmüyorum Caner’in tersi olarak ama Caner’ten teklif gelirse ancak bulaşırım, onun dışında şu an sivilim, size Allah kolaylık versin!
LÖ: Eyüp sen de dahil olmak üzere hepimizin bir TRT macerası var.
Eyüp İblağ: Tabii var evet.
LÖ: Artı bir de Açık Radyo macerası var.
Eİ: O da var.
MB: Hür FM’i unutmayın!
LÖ: Hür FM başlangıcımız.
MB: Her işin başlangıcı Hür FM, Caner Beklim yani şimdi davulcuların davulcusu diye terimler vardır ya işte hocadır, Caner Beklim de öyle bir şey, radyocuların radyosu, ustası.
CB: Estağfurullah!
MB: Beni ilk radyocu yapan Caner Beklim’dir Hür FM’de, 93 müydü?
CB: Evet 93
MB: 93 Mart ayı galiba değil mi?
Eİ: Doğru
CB: 23 Mart yayına başlama günü.
MB: Doğru bak hatırlıyorsun. Orada da başladık ama kısa sürdü, 10-11 ay mı sürdü, ne kadar sürdü?
CB: Hür FM bizden sonra devam etti, bizim yapımcılığımız 1 seneyi buldu.
MB: Buldu mu?
CB: Nisan’da şey yaptık.
MB: 13 ay demek ki ben yanlış hatırlıyorum. Oradan da Açık Radyo zaten Ömer abi, tekrar yine Caner Beklim’in daveti üzerine, Caner Beklim’in de bizi tekrar yanına almasıyla Açık Radyo macerası başladı. Sonra yine Caner Beklim’in TRT Radyo 3’e çağırmasıyla Google’da Caner Beklim olduk, Açık Radyo Caner Beklim.
Eİ: Aynen öyle Radyo 3 benim hala devam ediyor her cumartesi..
LÖ: Senin Radyo 3 programları devam ediyor, sen ağırlıklı Blues programları yapıyorsun?
Eİ: Tamamen sadece blues yapıyorum başından beri hatta Hür FM’de de blues yaptım ki iki program yapıyordum.
LÖ: Bir dönem iki program yaptın.
Eİ: Evet. Biri ‘Blues’un Tonları’ ismiyle ki o program bu isimle hala TRT’de devam eden program, diğeri de ‘Yaşayan Blues’ o biraz daha eski 1930’lar 40’lar
LÖ: Peki Eyüp sen sadece blues’cu da değilsin niye hep blues yapıyorsun?
Eİ: Değilim, ben rock’cıyım tabii ama rock’ın kökeninde blues var, yani her türlü müziğin kökeninde, aslında bugün metal rap’in bile kökünde çok dikkatli dinlersen, hepsi değil tabii, bazı cazlar öyle, tamamen blues var. E beni blues’cu yapan da yine TRT Radyo 3. Bir gün evde lise yıllarımda Radyo 3’ü dinlerken, o günkü adıyla TRT 3’ü dinlerken bir şey çalıyor, bir gitar çalıyor birisi, Allah Allah bu nasıl bir müzik diyorum, bu rock değil başka bir şey, bir baktım İrlandalı blues’cu Rory Gallagher’mış o. Ben o noktadan sonra
MB: Çok acayiptir o da!
Eİ: Evet ben oradan sonra blues’a merak saldım, ben de rock’ın yanında bir yan yol olarak devamlı var oldu. Çok seviyorum yani gitarı çok sevdiğim için, blues da gitar ağırlıklı bir müzik türü.
LÖ: Senin müzisyenliğin de bir yandan devam ediyor.
Eİ: Müzisyen demeyelim yahu ben amatörüm, amatörce gitar çalıyorum, o ayrı bir şey.
LÖ: Karışık kaset.
Eİ: Evet karışık kaset! Neyse ben çok uzattım lafı.
LÖ: Peki Caner’e dönelim, Caner bu yayıncılık macerasında yani yapımcılık da dahil olmak üzere, yazar, çizerlik de dahil olmak üzere hepsi dahil bütün alanlarında bulundun.
CB: Evet.
LÖ: Sen halen TRT’nin yapımcısısın.
CB: Kadrom prodüktörlük. Gelecek sene resmi olarak 30. yılımı kutlayacağım inşallah yine birlikte kutlarız.
LÖ: Harika!
CB: Levent’i ben radyoculuğa başladığımın ikinci senesi filan Armağan Ak’ın yönettiği Akusta’nın Nişantaşı’ndaki dükkanında yani hepimiz hatırlarız.
LÖ: Ben hatırlıyorum tabii.
CB: Maçka otelinin arkasında çok güzel bir dükkan vardı, oranın müdürü olarak Akusta’nın tanıdım seni, ben oradan girmek istiyorum. O zaman radyocuydum, Radyo 3’e plak ve CD toplamaya çalışıyoruz, bir İMÇ’miz var, İMÇ dışında nadir olan yerlerden birisi Armağan Ak’ın Akusta’sı. Orada Levent’le tanıştım. O dönemde Akusta Radyo 3 programlarına da destek oluyordu, Akusta’nın sponsorlu bir programı vardı, Armağan abi eksik olmasın “Caner hadi biz bunu halledelim” falan dedi, o dönemde çok yoğun tanıdım ve o günden beri de senin müzik dünyasına verdiğin, yaptığın her işte çok güzel bir enerjin olduğunu düşünüyorum Leventçiğim.
LÖ: Teşekkürler.
CB: İşletme müdürü de olmana rağmen
LÖ: Evet, o zaman özel radyoculuğun başlangıç yılları.
CB: Tabii. Daha özel radyo yoktu Akusta açıldığında.
LÖ: O yıl aşağı yukarı değil mi bu Hür FM ve diğerleri başladılar.
Eİ: Akusta daha eski tabii.
CB: Tabii 92-93’tür özel radyoların kuruluşu.
LÖ: Sonuçta özel radyoların kuruluşundan bu yana bizim radyoculuğumuz, tabii sen kadrolu bir yapımcısın ama bizim alaylı yapımcıların hemen hemen hepsi özel radyoların başlamasıyla bu işin içerisine girmeye başladılar.
CB: Tabii.
LÖ: Mesela Açık Radyo’nun da yanlış bilmiyorsam 3000’e yakın yapımcısı oldu değişe değişe tabii.
CM: Sezon sezon. Yani bu kadar yapımcının bu Açık Radyo programlarından geçmesi de bambaşka bir macera, belki bunu Ömer Madra ve diğer arkadaşlar daha iyi anlatır. Özel radyo meselesi başlamamıştı ama TRT’de bu işi yaparken sonra Hür FM’in kuruluşu için hepinizin bildiği işte Artun Ünsal ve Ayhan Artut dediler ki ve Akusta’da buluştuk çok enteresan bir şeydir. Ben Artun Ünsal ve Ayhan Artut’la Akusta’ta buluştum. Yani iş teklifini vermek için “Bir gün buluşalım” dediler ben de o gün Akusta, vs. o bölgede buluşalım dedim, Akusta’ya girdik, sohbet ettik.
LÖ: Evet sesimizi farklı mecralarda duyurma çabası içerisindeydik, böyle bir niyetimiz vardı.
CM: Evet kesinlikle öyleydi ve dükkan da çok havalı bir dükkandı. Hala öyle bir dükkan var mı keşke bilmiyorum ama belki de vardır ona da gireriz sonra.
LÖ: Canerciğim bunlar müzik dinlemek için bulunmuş olan fırsatlar, yani dükkan bahane müzik şahane!
CB: Kürşat Başar’ı da analım buradan çünkü benim TRT’den çıkıp özel radyoculuğa başlamamı da Kürşat Başar sağlamıştır. Yani “Aradığın şeyleri yapabilecek yer Hürriyet” dedi. O zamanki Hürriyet şimdikiyle hiç alakası yok tabii. Açık Radyo’nun her türlü şeyini bildiğim için çok da rahat konuşuyorum şu anda. Ben de Kürşat söylediği için, Kürşat’a da çok saygı duyduğum için, o da amatör müzisyendi ama adı artık bayağı bir şeye geçti, profesyonel devam ediyor. Kabul ettim, yani hızlı bir kabul ediş oldu, hem TRT’yi hem de Hür FM’i birlikte götürmeye çalıştım ama olmadığını gördüm ve TRT’yi bıraktım. TRT’yi 5-6 sene bıraktım ve Hür FM ağırlıklı giderken Hür FM de bir haber radyosu oldu tabii ki. Hür FM’in haber radyosunun içine dedim ki “Akşamları haber yapmayalım müzik yapalım” müzik direktörü olarak seçmişlerdi. 7’den sonra öyle bir ekip kurduk ki içinde Levent Öget, Eyüp İblaf, Murat Ertel, yani Açık Radyo’da sonradan program yapan tüm kadro, Burak Erdem, Afşin Akın, yani herkesi saymaya kalksam şimdi çok büyük bir şey olur, orada da 50’ye yakın yapımcı vardı ve biz bunu 1 seneye yakın yürüttük. O dönem sen Akusta’yı benden devraldın, ben TRT’de başlamıştım sen de
LÖ: Programın adı da Akusta idi.
CB: Evet programın adı Akusta idi, sonra onu çok güzel bir şekilde etnik cazda başka başka yerlere taşıdın. O yıllar 93-94 DAT’ların olduğu yıllar, hani makara bantlardan DAT’lara geçildiği yıllar, makara banttan çok DAT kullanıyorduk.
LÖ: Bilgisayar hemen hemen hiç yoktu, yani pek kullanılmıyordu.
MB: Vardı ama disketler vardı az önce de konuştuğumuz o floppy disketler.
Eİ: Jingle’lar teaser’lar dirsek falan oradan geliyordu.
CB: Murat Beşer’i yani bütün müzik yazarlarını toplama gibi bir şeye dönüşmüştü çünkü müzik yazarları geldikçe Stüdyo İmge vardı galiba o dönemde? Halil Turhanlı da program yapıyordu, Murat Beşer dışında herkes Hür FM’de program yapıyordu. Murat Beşer’i de bir şekilde alacağız dedik ama o orada direkten kaçırdık onu bilmiyorum.
MB: Orada benim bir 2-3 yıl hiçbir yerde görünmediğim bir zaman dilimi var.
CB: Herhalde oraya denk geldi.
MB: 90’lı yılların birkaç yılını ben Unkapanı’nda geçirdim, orada birkaç tane çok önemli şirkette çalıştım. Dolayısıyla müzik piyasasında bir kaset, bir albüm nasıl yapılır bütün aşamalarında mutfağın her bir tezgahında çalıştım. Orada mesela Malatya Pötürgeli hamallar vardı, onlar organizeydi, mesela Pötürgeli olmayan bir hamal hiçbir şekilde çalışamazdı, koli taşıyamazdı. Yani ben orada Pötürgeli abilerimle sırtımda kaset kolisi taşımaya varana kadar bir kaset okuma aşamasından son tüketicinin eline nasıl tutuşturulura kadar bütün aşamalarında bulundum. Daha sonraki yıllarda sürdürmeye çalıştığım o müzik yazarlığı meselesi buradan da beslenmişti. Piyasanın endüstrinin her aşamasını bilmek gerçekten çok büyük bir avantajdı. O yoğun mesainin içerisinde radyoculuğa zaman ayıramadım çünkü aynı o 5 yıllık zaman dilimine Unkapanı’nda çalışmamın yanı sıra bir dergi macerası da 2-2,5 yıl kadar sığdırmıştım. Yanı sıra tabii biz parti kuruyorduk, o dönem 3 ayrı partinin aynı kapandı, açıldı, kapandı, açıldı onlar da benim geceli gündüzlü ve şehirler arası yolculuklarımı alıyordu. Çok çok büyük ve ağır bir mesaiydi. Koltuğuma bütün karpuzları sığdıramayacağım için üzüle üzüle Caner Beklim’in o cazip teklifini kabul edememişim ama olsun hıncımızı TRT’de çıkardık.
CB: Radyo partisi kurmayı teklif etseymişiz belki de oradan bir şeyimiz olurdu, halbuki Hür FM’in efsane kadrosu da geceleri de canlı yayın yapıyorduk, o dönemde çok güzel eleştiriler aldık yöneticilerimizden.
LÖ: TRT’nin canlı yayınları vardı, sonra Avrupa Yayın Birliği’ne bağlandı ve sonra kalktı ama bu canlı yayın meselesi gece de devam etme meselesi, bir ara popülerleşti ve bütün radyolar da yapmaya başladı.
CB: Tabii özel radyoların güzelliği oydu, yani gece radyoculuğu dünyada da çok özgür bir radyoculuktur ya, yani daha rahat konuşursun, daha rahat çalarsın, o prime time’ın içine sıkışmazsın, istediğin müzik türünü çalarsın. Yani ‘Ses Nefes’ diye o zamanlar o zamanlar Zen’di Murat Ertel’le Merih, Zen grubu ‘Ses Nefes’ diye bir grup yapıyordu, bunu da söyleyeyim burada tarihe geçsin 500.programda
MB: Gece yayınlarına ilişkin benim de TRT’de önemli bir tecrübem oldu. Ben de Eyüp gibi bir dönem iki program yaptım TRT’de iken. Bunlardan bir tanesi ‘Caztronika’ idi klasik bildiğimiz formatta bir programdı, modern konseptli caz gruplarını, isimlerini çalardım. Fakat öbürü ‘Gece Lambası’ diye gece 12’de başlayıp 2’ye kadar süren Efkan Kula ile beraber yaptığımız ve TRT’nin hiç o güne kadar aşina olmadığı işte avangart gruplardan tut, bilinmedik rock gruplarına kadar, alternatif gruplar, hatta demosu çıkmış ama albümü olmayan yerli gruplarımıza kadar, bazen onları böyle yaka paça o saatte bulup stüdyoya getirip canlı yayın konuğu yaptığımız da olurdu.
CB: Ama Murat o yıllarda biraz da radyo için reform yılları, biraz yeniliklere, farklılıklara açılma yıllarıydı.
MB: Şöyle ki ‘Caztronika’ ile ‘Gece Lambası’ arasında benim için dağlar kadar fark vardı, mesela ‘Caztronika’yı yaparken kendimi memur gibi hissediyordum ama -şimdi tabii söylememizde hiçbir sakınca yok- ‘Gece Lamba’sını yaparken sağlı sollu poşetlerde biralarla gidiyorduk. Yani TRT gibi bir yere gece biralarla girip içerek program yapıyorduk. Gürsel abimiz vardı rahmetle analım, erken kaybettik.
LÖ: Radyo binasında değildi o zaman Cemal Reşit Rey’in oradaydı değil mi?
MB: Tabii tabii Cemal Reşit Rey’in oradaki salondaydı, yani hakikaten burada bir insan kendini ne kadar rahat ve özgür hissediyorsa biz gece yayınında Efkan’la kendimizi o kadar çocuklar gibi eğlenerek program yapıyor buluyorduk.
LÖ: Bu yapımcıların, programcıların yapım aşamasındaki sadece kendi birikimlerini ve donanımlarını arka planda geliştirmeleriyle ilgili bir şey değil yayının da yayın anında dinleyiciyle birebir etkin bir bağ kurabilmeleri için hem kafa yapıları hem de günlük ‘mood’ları veya o anlık duygularını iyi ifade etmeleri açısından her türlü şeye açık olmaları lazım.
MB: Şöyle ki gece insan biraz daha kendisi gibi olabiliyor, yani alabildiğine samimi konuşabiliyor. Örneğin gündüz yaptığım programda şartlı refleks o, yani kimse bana dikte etmediği halde o gündüz programında “Hepinize iyi günler dilerim” diye programı bitirirken gece programını “Hadi eyvallah bir kaçtık!” diye bitiriyorduk. Kimse bize bir format sunmamıştı yani, o bir rahatlık tabii.
CB: Gece yaşanan şey, sonuçta geceyi yaşadığın için radyoda geceyi yaşamak gelen telefon olsun, senin getirdiğin konuklarla birlikte geceyi yaşıyorsun, radyoda yaşıyorsun. Demin tam orada söylediğin şeyi söyleyeyim, yıl 1994 Ertuğrul Özkök telefonla Hür FM’i arıyor ve ben gündüzden çok geceleri mesai yapıyordum yani sabaha kadar gece yayını canlı gittiği için devam ediyordum. Ertuğrul Özkök telefonu geliyor “Caner şu anda ne çalıyorsun?” Murat Ertel ‘Ses ve Nefes’te avangard artık ne çalıyorlarsa onu çalıyorlar, “İstemiyoruz biz Boğaz’dan eşimle birlikte arabadayız, romantik müzik istiyoruz” dedi. “Böyle bir yayıncılık yok, böyle bir şey, bir sonraki saatlerde bakarız” deyip konuyu kapattım. Hürriyet’te biz bu efsane gibi hepimizin başladığı ve gerçekten radyoculuğu pişirdiğimiz ekibi kurduğumuzda üstelik de Hürriyet gibi bir mekanizmada yapıyorduk. En güzel aldığım eleştiriyi söyleyeyim toplantıların birinde “Siz Cumhuriyet’in radyosunu yapıyorsunuz” demişlerdi. Çok güzel yıllardı, teybin o dönemde daha TRT şeyin yoktu senin, sen orada başladın. Seninki de yine müzik yazarlığına döneceğim, kitabın vardı “Blues’un Tarihi.”
Eİ:“Blues’tan Rock’a Müziğin Analitik Tarihi” yeni basılmıştı o zaman.
CB: Evet çevirdiğin bir kitaptı o, çok güzel bir çeviriydi ve çok güzel bir derlemeydi.
Eİ: Kitabın aslı çok güzel iyi bir kitaptı, Cambridge üniversitesinden iki hoca, iki profesör, biri müzikolog biri sosyolog.
MB: Çok zor da bir kitaptı, çevirisi de zor içeriği de zor, ağır bir kitaptı.
Eİ: Çok ağırdı, yani ben 25 yaşında falandım onu çevirdiğimde çok zorlanmıştım çünkü akademik bir dil vardı, içinde bir cümle başlıyor bir paragraf devam ediyordu.
CB: Aslında dedim ki o kitabı çeviren ve sen o zamanlar organizasyonlar yapmaya başlamıştın, çünkü bizim seninle tanışmamız Ian Gillan’dır büyük ihtimalle.
Eİ: Evet Ian Gillan, 92 Ocak ayında yapmıştım, ilk konserim zaten, organizatörlük hayatımın ilk konseri.
CB: Ben büyük ihtimalle seninle o zaman tanıştım.
Eİ: Olabilir.
CB: Blues’un Tarihi kitabı vs. vardı, dedim ki “Hadi gel sen de radyoculuk kumaşı var.”
Eİ: Seninle bence daha erken 89-90 da olabilir, benim blues yazılarım vardı “Bum müzik” diye bir müzik dergisi vardı hatırlıyor musun?
CB: Tabii tabii.
Eİ: Orada yazılar yazdığımda seni beni aradın, tanıştık, Pozitif daha yeni kurulmuştu.
CB: Haa Pozitif dönemi!
Eİ: Pozitif’çiler beni buldu “Blues festivali yapacağız yazılar yazar mısın?” falan diye Cem, Mehmet, Ahmet falan.
CB: Doğru doğru!
LÖ: Çok güzel şeylere değiniyorsunuz, dinleyicilerimiz herhalde bunları aralarda merak edip takip edebiliyorlarsa Pozitif’in adı geçiyor, arada tarihsel bağlantılar var.
Eİ: Tabii dostlarımız yani.
LÖ: 500. programı ancak böyle geveze bir ekibi getirirsen
LÖ: Ben çok memnunum. Bugün müzik yok, dinleyicilerimiz bizi bağışlasınlar, Dünyanın Cazı bir müzik programı, bir bilgilendirme programı ama 499 program boyunca Perşembe günleri bunu yaptık, yapmaya da devam edeceğiz ama şu anda burada çok değerli konuklarımız var, onların söylediklerinin hepsi bana müzik gibi geliyor.
CB: Radyonun bağırsaklarını tekrar şöyle bir yerleştirme programı.
LÖ: Çok klişe olacak belki ya da öyle olacak mı bilmiyorum ama dinleyicilerimiz merak ederler, isterler gibi geliyor bana. Gerçekten yayın sırasında yapımcılığınız döneminde unutamadığınız bir şey var mı? Yani söyleyeceğiniz bununla mesela yayına taşımak isteyeceğiniz bir şey?
Eİ: Benim aklıma şu an çok ani geldi, çalışmadım oradan hocam akşam elektrikler kesikti! Ben hatırlamaya çalışayım ama herhalde Caner üstadım başına çok gelmiştir.
CB: Az önce Ertuğrul Özkök’ün uyarısı gibi birçok olay yaşadık, her şeyi yaşadık,
LÖ: Şu peçeteye yazılan romantik gibi mi?
CM: Aynen öyle, çok güzel şeyler yaşadık, yöneticilik de yaptığım için sadece radyocu ve yapımcı olarak değil radyo yöneticisi olduğum için bütün o şeylerle ben muhatap oluyordum. Yani dinleyici telefonları gelir, hala mesela şu anda çalıştığım diğer radyolardan birinde dinleyici telefonu geliyor ve benim cep telefonumu veriyorlar, ben onlarla muhatap oluyorum. Dinleyiciyle iç içe olmak zaten başlı başına bir anı, yani o dinleyici bambaşka bir dünyayı açıyor sana. Radyonun gücü ve radyoya olan aşkım bundandır, yani enteresan şu anda ben de ha diye bir şey bulamadım.
LÖ: O zaman ben kendiminkini söyleyeyim ilk önce hemen şimdi aklıma geldi. İlginçti Gonzalo Rubalcaba gelmişti bundan herhalde 7-8 sene önce. Bağlantı nasıl gerçekleşti bilmiyorum ama Rubalcaba’nın stüdyoya gelip canlı yayında konuk olabileceği bilgisi gelmişti bana. Ben inanmadım, o zaman Açık Radyo burada değildi, Harbiye’deki eski binasındaydı. Gonzalo Rubalcaba gelecek ve benim İngilizcem yeterli olmayacak diye spontane çeviriler yapacak bir arkadaşımdan rica ettim. Ben Açık Radyo’ya gittiğimde Gonzale Rubalcaba gelmişti ve ben geç kalmıştım!
CB: Ooo!
LÖ: Beni bekliyorlardı yani!
MB: Sonra haber geldi Gonzalo Rubalcaba gidecek!
LÖ: Mesela ben bunu unutamıyorum yani, çok güzel bir röportaj olmuştu.
CB: Ne güzel!
LÖ: Çok alçak gönüllü mükemmel bir insan çıktı, sahnede gördüğümüzün dışında bu kadar yakından tanıyabilmek, sohbet edebilmek çok iyi geldi.
Eİ: Caner’in dediğim telefon şeyleri bende şey yaptı, basit bir şey ama o zaman tabii telefon falan, e-mail yoktu, 90’larda herhalde, Elazığ’dan mı Erzincan’dan mı ne bir askerden bana mektup geldi bana radyoya, Harbiye’ye. Gece 3-4 nöbetinde banttan mı yoksa tekrar mı yapıyorlardı neydi “Ben sizi dinliyorum Blues’un Tonlarını, şöyle hoşuma gidiyor, böyle güzel” falan.
LÖ: Ama radyo orada yaşıyor asıl çünkü fazla kaynak yok dinlenecek.
Eİ: Tabii benim çok hoşuma gitti. Buna o genç adam düşünmüş ve oturmuş yazmış ve göndermiş yani mektup olarak, zarf olarak gelmişti radyoya! Tabii şimdi telefonla, e-mail’le falan daha hızlı.
CB: Hür FM’in o birbirinden değerli yapımcılarıyla beni suçladığınız ‘radyoculuğa bulaştırdınız’ yıllarında aslında herkes radyoculuğu keşfediyordu. Yani ben de radyocu değildim, ben de sonuçta yapımcı olarak TRT’ye bu kadro ile girmedim, radyo televizyon okumuşum ama radyoculuğu radyoculuk yaparak öğrendik. Sizler de öyle, yani ben sadece altyapılara baktığımda ya yapsanıza hem müzik hastası olması gerekiyor bir radyocunun. Müzik radyoculuğundan bahsediyoruz tabii ki burada, yoksa radyoculuk çok çok geniş bir alan. Müzik yapımcısı dediğimiz, seninle bunu çok farklı Yapımcı Radyocu Platformu radyocular değil mi?
LÖ: Evet bizim ortak bir arada olduğumuz bir başka oluşum da Yapımcı Radyocular Platformu’ydu. Platformu sürdüremedik ama 3 yıl mı açık kalmıştı benim editörlüğünü yaptığım?
CB: Yaklaşık.
LÖ: Çekirdek grup olarak bizim hepimizin içinde olduğu bir oluşumdu, 30 kişilik bir topluluktu ve radyonun dertlerini bu platformda masaya yatırıyorduk ve ilerlemeye çalışıyorduk ama rüzgarların ters esmeye başladığı yıllardı,
CB: Tam Gezi öncesi, vs.
LÖ: Sıkıntılı zamanlardı, dikkatler dağılmıştı, yoğunlaşamadık ve uzaklaştık. İyi bir oluşumdu ama o yani önemli bir adımdı.
CB: Çok. Hür FM’de herkes pişti, herkes oldu, eksik kim var diye baktık ve yine Açık Radyo’ya 500. programına dönelim, Ömer Madra yok Murat Beşer gibi, Ömer Madra o dönemde yayıncılık yapıyor, dergi yayıncılığı vs. ailesinden de arkadaşlarımız var, Cem Madra vardı, büyük bir ailesi var.
LÖ: Yahya Madra
CB: Yahya da çok güzel 2 program yapıyordu, onun üzerinden ben kendisiyle tanıştım ve dedim ki Ömer Madra da bizim ekibimizde program yapsın. Ömer “Ben şimdi yapamayacağım, sonra yapacağım, vb. tamam 1 ay sonra yapacağım” dedi 94 Mart’ı falan “Tamam Ömer’i de yakaladık, yaşasın!” falan derken Hür FM’in yönetimi el koyarak, biz o dönem ‘Zür FM’ diye o dönemde adlandırıyorduk, oraya çok girmeyeyim ama yani istiyorsanız da gireriz tabii ki, daha Fatih Altaylı radyoculuğuna doğru bir adım atmaya karar verdi Hür FM. Tam ben radyoculuk yapacağım, ne yapacağız falan derken hepimizin içinde olduğu yine Ömer Madra Açık Radyo’nun nüvesi “O zaman madem Hür FM bitti ben bir radyo kurayım” dedi. O çok güzel bir oluşum oluşturarak.
Eİ: İlk adını hatırlıyor musun?
CB: Anafor.
Eİ: Anafor Yayıncılık
CB: Zaten şirketin adı halen öyle
Eİ: Anafor Radyo değil mi? Hatta ilk frekans da 94.8 idi.
MB: Bir de o frekansların henüz daha dağıtılmamıştı.
Eİ: Dağıtılmamıştı, enfere olunca diğer radyolarla 9’a çektiler.
MB: Hâlâ dağıtılmış değil ya, illegal!
Eİ: 9’a çektiler, 1 sene sonra filan oldu.
LÖ: O zorunlu zaten galiba tam sayı olamıyor.
Eİ: Anafor Radyo.
LÖ: Radyolarını yeni açanlar için bir küçük bilgilendirme yapalım, Dünyanın Cazı perşembe bölümünü sürdürüyoruz, stüdyomuzda konuklarımız var. Bugün müzik yok ama değerli konuklarla sohbet ediyoruz. Caner Beklim, Murat Beşer ve Eyüp İblağ ile 500. programı konuşuyoruz. Programla ilgili kısa bir bilgi de vereyim. Dünyanın Cazı 500. perşembe bölümünü yapıyor ama Radyomuzun çeyrek asırlık –bu sene 25. yılı- bölümünde son 10 yılında yapımcılardan biri olarak ben Levent Öget, perşembe günlerini canlı yayınlarda bugüne kadar getirdim ve 500. programı bugün sembolik olarak
Eİ: Hiç tatile gitmedin mi Levent? Her perşembe canlı yayın nasıl yaptın?
LÖ: Gittiğim zamanlarda banttan yaptım, o banttan yapmalar zaten olmazsa olmaz. O konularda da bir şeyler sormak istiyorum size, biz Murat’la yayından evvel konuşuyorduk, yapımcıların bazıları kendi kayıtlarını yapıp, mesela bizde burada prodüksiyon var, birçok yapımcı yayın saatinden evvel başka zamanlarda randevu alıp bu ses alma işini yapıyorlar ve TRT’de de öyle işliyor.
Eİ: Evet.
LÖ: Sonra montajları yapılıyor bunun. Sen montajları kendin mi yapıyorsun?
Eİ: Artık kendim yapıyorum yaklaşık 2 yıldır.
LÖ: Ne yapıyorsun? Sesini kendin alıyorsun?
Eİ: Evet ben stüdyo kurdum.
LÖ: Evet?
Eİ: Yok şirkette ofisin yan odasında, bayağı bir stüdyo, mikrofonlar falan işte bütün ses kartları, vs.
LÖ: Pedal dünyası!
Eİ: O ayrı bir mevzu.
LÖ: E çok zevkli, montajını da yapmak
Eİ: Ben çok iyi bir de uğraşıyorum yani hoşuma da gidiyor, şu desibeli şuraya ayarla, müziğin, sesinkini falan. Çok memnun teknik ekip radyo işte Erol Doğu ve arkadaşlar, çok rahatladım. Yani sadece artık radyoya playlisti vermeye gidiyorum, o da 15 dakikamı alıyor. Canlı yayın tabii başka bir şey, bizim canlı yayını ne zaman bitirdiler Caner? 7-8 sene önce bitirdiler, canlı yayın yapıyorduk.
LÖ: TRT’den bahsediyorsun?
Eİ: Tabii tabii Radyo 3’te. Canlı yayının tabii hem güzel tarafı var, hem zor tarafı var, işte az önce yayına girmeden önce anlattım ya nefes nefese bir gün stüdyoya yetiştim. Karşımda da o zamanlar yeni sayılabilecek bir teknisyen arkadaşımız vardı, genç bir arkadaş. Kan ter içinde stüdyoya girdim parçaları USB’de verdim öteki tarafta, tak mikrofonu açtı konuşayım diye.
LÖ: Fakat ses çıkmıyor!
Eİ: Ses çıkmıyor, nefes çıkmıyor, ben nefesi zor alıyorum nasıl konuşayım! Tabii işte canlı yayında bunlar olabiliyor ama onun şeyi farklı bende, hep canlı yayında ben programı daha iyi sunuyorum. Çünkü o müziği dinlemek zorundasın o sırada çalıyor kulaklığımda falan, parça bittiğindeki o içindeki kanın debisi hızlanmış oluyor hani çok da sevdiğim bir parçaysa. Ses tonum fark ediyor, her şeyim fark ediyor. Tabii bantta olmuyor öyle bir şey yok, biraz otomatiğe bağlanmış bir şekilde tonlamalar, her şey değişiyor yani. O yüzden
LÖ: Sonuçta konserve bir yayıncılık, çok iyi bir araştırma yapıp çok özel bir program yapıyorsam bant yayıncılık, mesela röportajlar varsa, birçok konuya değineceksem falan bandı hazırlamak güzel bir şey ama yaşayan radyoculuk dediğimiz şey canlı, canlı yapmadığın zaman, senin de TRT’de mesela canlı yaptığın ve yapmadığın dönemler oldu.
MB: Ağırlıklı olarak canlı yaptım.
LÖ: Canlı yapmadığın zaman bir kere malzemenle arana bir sürü şey girmeye başlıyor, mesafeler girmeye başlıyor, canlı yaptığın zaman mesela şu anda radyoyu herhangi bir dinleyici arayıp herhangi bir şey söyleyebilir ama banttan yaparken sana müdahale edecek herhangi bir kimse de yok. O yüzden bant yayıncılık dosya program yapıyorsun, mesela diyelim ki Nazım Hikmet’in hayatını anlatan bir program yapıyorsun. Onu bant olarak çok çok anlamlı olabilir, yani bir sürü önceden röportajlar yaparsın, araştırmalar yaparsın, BBC’nin Sesi, Rusya’nın Sesi’nde onun seslerini alırsın ama bizim yaptığımız radyoculuk bence canlı olduğu zaman, müzik ve dinleyiciyi buluşturmak, amacımız ne? Kendi sevdiğimiz ve sevmesi muhtemelen olan dinleyiciyi bu kendi sevdiğimiz dinleyici ile buluşturmak. Yani yaptığımız radyoculuğun en önemli misyonlarından birisi bu, yani sevmediğimiz şeyi çok nadir çalıyoruzdur.
Eİ: Kesinlikle!
LÖ: Çalmak zorunda kaldığımız zamanlar oluyor ama çok nadir.
Eİ: Ben bazen sesini beğenmiyorum indiriyorum mesela yeni albümleri Amerika’dan, sesini beğenmediğim şarkıcı, mesela gitarı çok iyi çalıyor ama sesini beğenmiyorum, yayınlamıyorum onu. Yani program yapmıyorum hoşuma gitmiyorsa, mutlaka sevmek gerekiyor.
CB: Festival programları yaptığın zaman bile en azından o adamın en sevdiğin, sana hitap eden şarkısını, parçasını, eserini seçiyorsundur.
LÖ: Evet, bu konuda duayen isimler var Hülya Tunçağ, sevgili Hülya abla ile burada programda konuştuk. Bana çok güzel yapımcılıkla ilgili bazı şeyler, hep de anlatır zaten onları
CB: Tabii, o benim de duayenim.
LÖ: Evet hepimizin duayeni.
Eİ: Tabii çocukken dinlerdik hep ya, hâlâ daha da dinliyoruz.
LÖ: O şeyi çok önemsiyor mesela, yayın öncesi hazırlığı önemsiyor ki elbette önemsenecek bir şey ama inanılmaz titiz bir çalışma yapmayı artık düstur edinmiş kendisine ve anlamını bilmediği bir şeyi yayına asla almadığını, uzun uzadıya onu araştırması gerektiğini anlatıyordu. Tabii onun yaptığı yıllarda imkanlar o kadar geniş değil, bir şeyin doğrusunu bulabilmek için 40 tane ayrı yere bakması gerekiyor.
Eİ: Tabii.
LÖ: Onlardan bahsetmişti, o geldi aklıma. Gerçekten şimdi çok kolaylaştı, sen de diyorsun ya bir süredir kendim yapıyorum kayıtlarımı diye, artık kolaylaştı, iyi ki kolaylaştı tabii.
Eİ: Bir de bant yok, işte ‘banttan’ diyoruz ya, gerçekten bantta yapıyorduk Caner daha iyi anlatır tabii ama artık hard disk ve ‘Wetransfer’le gönderiyoruz radyoya. Eskiden o teknisyenleri de çok takdir ediyorum TRT’deki.
LÖ: Gerçekten işin zor kısmı onlardaydı.
Eİ: Parmaklarıyla, elleriyle 3 tane birbirinden bağımsız büyük çamaşır makinesi boyutlarında teypler var.
LÖ: Makara bantlar.
Eİ: Makara bandın olduğu, 3 tanesi aynı anda idare ediyorlardı ve senkronun şaşmaması lazım, çok sihirbazlık yapıyorlardı, şimdi tabii çok daha kolay. Tabii Caner daha iyi anlatır o dönemleri.
CB: Estağfurullah da o makara bantlar çok güzel bir dönemdi, otoriler, markası otori olan.
Eİ: Evet otori, duruyor hâlâ orada bir kenarda.
CB: Hata olduğu zaman geriye dönüp senkron bir şekilde bağlamaları, mesela Gürsel Ekmekçi bu konuda, Sedat Karabel çok iyiydi.
Eİ: Müthiş, sihirbazlıktı! Çok büyük emekleri vardı.
CB: Makas montaj diye bir şey var o dönemde, benim ilk TRT’de yaptığım işlerden birisi de bu makas montaj okulunda da okuduğum için, makarada bir şey çıkartmanız gerekiyor, makaslarınız var, bantlarınız var, özel bir mekanizma var bantların köşegen şekilde kesilmesi için, çıkartmak istediğiniz şeyi makasla keserek bandı çıkartıyorsunuz, sonra bantla yapıştırıyorsunuz. Madem radyoculuk konuşuyoruz, enteresan olan şeylerden birisi Sezen Cumhur Önal radyocu olarak bilinir, vs. yıllarca programa gelmedi, programlarını biz eski programlardan makas montajla yeniden yaptık. Yani öyle bir ilişkiler ağılar içindeydi ki gelmeden de Sezen Cumhur programını üretiyorduk. Sezen Cumhur programını da zaten hemen hemen biliyorsunuz aynı şeyleri söyler, yani anonsları da aynıdır, o banttan 3 parça, öbür banttan 3 parça, yani bir dönem figüranlık yaptım, Sezen Cumhur Önal programı üretmek zorunda kaldım. İlk yaptığım işlerden biriydi, eksik olmasın Leyla Uzman bana onu uygun görmüştü, çok şey öğretti, bunu da öğretti tabii ki.
LÖ: Şimdi bilgisayar üzerinde yapılan şeyleri o zaman bu makara bantlarda, ses bantları üzerinde yapabilmek hakikaten sihirbazlık yani!
Eİ: Evet kesinlikle.
LÖ: Açık Radyo’nun kuruluşuyla ilgili şunu söylemek istiyorum, Cem Yegül’le Ahmet Uluğ ve Mehmet Uluğ’u da anmak istiyorum, onlar da Hür FM’de program yapıyorlardı, üçü de program yapıyordu. Bu tarafa geçerken direktörlük işini, Ömer Madra sonuçta yayın tarafında daha müdür olduğu için direktörlük işini o ekip yani Pozitif ekibi yapıyordu. İnternet yoktu, Açık Radyo’nun iskelet ilk akışını istediler benden. Ben o zaman Hür FM’den istifa ettim, daha Hür FM’e devam ediyorum, Açık Radyo’nun saat, Açık Gazete, vb. bunları çalıştık, faksla onlara göndermiştim. Açık Radyo’nun ilk şeyi hâlâ benim arşivimde bu gönderdiğim faks. Tabii siliniyor faksın şeyi belli bir süre sonra.
Eİ: Vay!
LÖ: Kuruluş aşamasındaki ilk yayın akışı, iskelet şeyini
CB: Aynen program akışı, o zamanlar mesela Sevin abla radyocu değildi, Açık Gazete ve Açık Dergi ilk hatırlarsınız böyle bir şey vardı.
Eİ: Hatırlıyorum.
CB: Sabahları Açık Gazete öğleden sonra Açık Dergi. Kimi yapacağız, ne yapacağız ne yapacağız? Dedim ki “Açık Dergi için en uygun isim Sevin abla” ve Sevin abla da o dönemden sonra ciddi bir radyocu oldu. Sevin ablanın zaten yapmadığı ve yapamayacağı bir şey yok da.
LÖ: Hâlâ devam ediyor.
CB: Tabii canım, NTV Radyo’da devam ediyor.
LÖ: Yayıncılığa devam ediyor. Peki Murat seninle biraz konuşalım, biraz geride kaldın. Ben mesela şunu merak ediyorum,
MB: Konu radyo olunca...
CB: Olur mu senin bir sürü radyonun ne...
MB: Bizde de maceralar var da biraz rock n’ roll tabii! Caner anlatırken aslında hafızamda pek çok şey canlandı, tazelendi. Ben de Eyüp gibi zamanında hem banttan hem de canlı yayın yapmıştım. Caner’den öğrendim, yani yıllarca söyledi ama yaptıktan sonra anladım ki radyoculuk yani bizim gibi sokaktan gelme, işte çocukluğundan beri müziğe tutkulu olan insanlar için, hakikaten severek bu işi yapanlar için gerçek radyoculuk canlı yayın. Çünkü biz hiçbir zaman yazılmış bir metne sadık kalabilecek bir radyo programına uygun memur tipler olamadık. Çünkü orada çok didaktik ifadeler ve birbirine böyle oldukça bağlamlı, dolayımlı, iç içe geçmiş cümleler vardı. Biz o cümleleri belki serbest akışta rahat konuşurken daha iyi yapabiliriz ama önümüzde bir metin olduğunda o işi beceremiyorduk.
LÖ: Üstelik senin gibi yazın dünyasına dahil olmuş bir insanın bunu söylemesi, metinlerle yaşayan birisi olarak bunu söylemen çok manidar aslında şu anda.
MB: İlginç, o tecrübeyi orada yaşadım ben çünkü evde saatlerce hazırlanıp parça aralarında ne anlatacağım diye böyle not tuttuğum zaman geldiğimde mikrofonun başına geçtiğim zaman o satırları hazırlayan insanla orada konuşacak insan kimlik olarak bambaşka yerlerde duruyorlardı benim için. Yani o hüviyete bir türlü bürünemedim ama ta ki Gece Lambası başladı, biz orada serbest akış, yani dilediğimiz gibi konuşmaya başladık, fark ettim ki bantta yaptığım daha önceden hazırlanmış metinleri okuduğum programdan çok daha iyi ifade edebiliyorum her şeyi.
CB: Yaşıyorsun.
MB: Evet.
CB: Çünkü orada o müziği de dinliyorsun canlı olarak yani bant programda hepimizin yaşadığı bir şey vardır, müziği montaj yaparken müziği dinlememe durumunuz var ama canlı yayında müziği dinleyerek yapıyorsunuz.
MB: Şu da önemli bir ayrım, bazı müzik türleri var ki her programın kendine göre bir müzikal konsepti var, bazı türleri kesinlikle ve kesinlikle o bant kafasıyla yapmamak lazım olmuyor yani o türün ruhuna aykırı. Örneğin o Gece Lambası’nda tamamen rock n’ roll, sert hardcore metal parçalar, yeni çıkmış demo grupları, sokak grupları falan onları çalıyoruz. Onları şimdi sen didaktik cümlelerle metinden bakarak spiker gibi okuyarak anlatırsan yani dokusuna, doğasına uygun değil, olmuyor gerçekten.
LÖ: Yapımca olarak tabii biz bunları değerlendiriyoruz ama aslında yapımcılığın bana göre en önemli diğer kısmı gerçekten dinleyiciyi müzikle buluşturabilecek olan aracılığı iyi yapabilmek. Tabii kendimizi düşüneceğiz, ses tonumuzu ayarlamak, bilgimizi düzgünce iyi ifade edebilmek enerjiyle aktarabilmek, mikrofona ve dinleyiciye ulaşmasını sağlamak. Bence yine de burada hizmet kısmı daha ağır basıyor. Ne kadar kreatif olursanız olun söyleyecekleriniz ne kadar enteresan cümleler haline getirirseniz getirin orada aslolan biraz sonra çalacak olan, radyoculuktan bahsetmiyorum genel olarak bir müzik program yapımcılığından bahsediyorum.
Eİ: Müzik yapımcılığı.
LÖ: Aynen müzik yapımcılığından bahsediyorum dolayısıyla orada söyleyeceğiniz öncesindeki bilgilendirme biraz sonra oluşacak olan şeye katkıda bulunacak yapıda olmalı ve bu ikisi bir dengeyi bulabilmeli. Ben bunu tecrübe ettim bunca yıl içerisinde, eğer o ipuçlarını verirseniz az sonra olacak olan şeyi dinleyici alacak ve akılda kalan o bir iki cümlenin içerisindeki birkaç kod onu dinlerken bir şeyleri bulmasına, yakalamasına ve değerlendirmesine yardımcı olacak. Böylelikle de radyo olayı gerçekleşmiş olacak yani orada radyoyu oluşturan unsurlardan birinin en önemli ayağını siz sesinizle, öncesinde yaptığınız araştırmayla, bilgiyle az sonra gerçekleşecek olan o dinleme anına ve içine sızdırılacak olan bilgiler olarak aktarmış oluyorsunuz. Yapımcılığın o anlık canlı yayındaki aksedişi bu oluyor; öncesinde yaptığınız çalışma, araştırma, onlar başka şeyler, onlar sizin kendinizi geliştirme, bilginizi aktarma şekli.
MB: Bir detay daha var, sen hangi türün programını yapıyorsan, karşında farklı farklı profil var, yani her türün dinleyici profili farklı, onların dilinden konuşmaya mecbursun. Örneğin memur bir spikerin anlatımıyla Türkçe rap programı olamaz ya da çok düzgün edebi, kitabi cümlelerle alternatif metal müziği çalamazsın, çaldığın müziğin ruhuna uygun dili kullanmak zorundasın çünkü dinleyicin o dili anlıyor ve o dili kullandığın zaman senin samimi olduğunu ve senin çalacağın parçaların gerçekten onun müziği olduğuna o zaman inanıyor.
LÖ: Program şimdi kıvama gelmeye başladı süremiz bitmeye yakın. Çok güzel konulara dalıyoruz ama maalesef zamanımız azaldı. El Cuarto de Tula ile açılışı yaptık o çalmaya devam edecek gene öyle bitireceğiz. Demin arkadaşlarıma da anlatıyordum El Cuarto de Tula Grupo Latin Vibe’ın bir parçası, daha doğrusu yorumu. Sözlerini araştırdım gece biraz dinledim, orasına burasına baktım parçanın. Tula isimli hanımefendinin mum ışığında uyuya kalmasıyla evde çıkardığı yangın sonucunda yanması ve parçanın sözlerinde sürekli olarak “Tula’ya yardım edin, yanmasın!” diye bağıran ekibin sözlerini duyuyoruz. Bu da parçanın dinlerken aslında bize bambaşka düşünceler vermesinin yanısıra anlamının nerelerde olduğunu gösteriyor. Bu da yapımcıların araştırmalarına giren bir şey diye düşünüyorum. Sen de parçaları böyle araştırıyor musun Eyüp?
Eİ: Valla araştırıyorum, mecburen araştırıyorum ben de. Benim Caner Beklim’in bana öğrettiği şeylerden biri de budur, davulcu nasıl çalmış, nereden girmiş, hangi tarzda piyano çalmış, alttan klavye nasıl gitarı beslemiş, bunları aktarmaya çalışıyorum tabii çok kısa kısa vermek gerekiyor ama zevk de alıyorum böyle
CB: Sen çok iyi müzik dinliyorsun ama yani ön araştırma müzik dinlemek anlamına gelir.
Eİ: Tabii önce dinliyorum, hatta birkaç defa dinliyorum.
CB: Sen de Levent.
LÖ: Biraz müzisyen olma gerekliliği var, mesela tonmaister eğitimine başlarken mutlaka bir enstrüman çalmasının zorunlu olduğunu biliyorum, özellikle yurt dışı eğitimlerinde. Mesela yapımcıların da bence birazcık müzisyen olmalarını istemelerinde haklılık var galiba değil mi?
Eİ: Zaten bu yüzden gitar çalmaya başladım! Ama onun çok etkisi oldu bende yani gitar çalmaya başlamanın radyoculuğun üstünde parçaları analiz etme yeteneğim üstünde çok etkisi oldu, onu söylemem lazım.
CB: Mesela Levent Öget dediğim zaman benim birçok etnik caz grubunu ya da etnik caz sanatçısını ben senden öğrendim. Sen çok ciddi bir sürü caz dinliyorsun ama benim merak ettiğim dünyanın ritmi nedeniyle etnik caz olduğu için senden gelen bilgiler, senin programında çaldığın şeyler, vs. benim için çok önemlidir. Murat’ın da yazıları çok çok önemlidir yani müzisyenlik veya sanatçılık yahut yazarlık bence yapımcılığın işin içinde, çünkü yapımcı olarak işin içinde bir metni var mutlaka, ne kadar bant olmasa bile bir ön araştırma, kafanızda olabilir o metin, sonuçta Homeros’un şiiri de sözel bir şiirdi yani mutlaka o konuşurken mesela Murat konuşurken ben kurduğu cümleleri bir yazar cümlesi olarak duyuyorum.
LÖ: Çok güzel bir şeye değindin, evet katılıyorum, aynen bu yansıyor.
Eİ: Murat Beşer’in üslubu zaten bir tek onda var.
CB: O yıllarca yazdığı için ve hâlâ da yazmaya devam ettiği için o konuşurken onun o yazma şeyini ben alıyorum. Usta radyocuları anmak istiyorum iki tane burada Hülya Tunçağ ablamızı andığımız gibi. Yavuz Aydar ve İzzet Öz, bunlar da hepimizin dinlediği, radyoculuğun ne olduğunu duyduğumuz insanlar. Yavuz abinin özelliği canlı yayındır, Yavuz abi hiçbir zaman bant yayın yapmadı ve bu TRT’de de Ankara’nın hep avantajı oldu. İzzet abi de yıllarca canlı yaptı, sonra bant konusundan aklıma geldi, o banda dönmek istedi çünkü o çeşitli sanat trükleri yapmaya çalıştı. Yani radyoculukta İzzet abi mesela sinyalsiz programa başlayabilir, programın içinde çok enteresan bir şey yapabilir, bunları montaj yani televizyonculuğa da başladığı zaman aynı şeyi yaptı biliyorsunuz.
Eİ: Evet çok özel efektler kullanıyordu televizyon programında.
CB: Bant programı İzzet abi seviyordu ama Yavuz abiye bant program yap deseniz yapmaz. Onu da çok güzel bir şekilde TRT’den ayrıldıktan sonra Stüdyo NTV olarak
Eİ: Stüdyo FM efsane programımız çocukluğumuzun gençliğimizin!
CB: Sonra Stüdyo NTV oldu, söyleyeceğim şeylerden birisi bu. Benim için müzik radyoculuğu kesinlikle insanlara biz neyi verebiliriz, neden hoşlanabilir? O samimiyet de biraz ondan geliyor, ben de mesela 24 saatin 20 saati radyoyu takip ediyorum, ya radyoyu dinliyorum ya müzik dinliyorum. Bunu yapmadan zaten bu iş olmaz, yapılamaz yani.
LÖ: Tamamen işin içinde olmak gerekiyor. Peki arkadaşlar çok teşekkürler. Benim 25 yıllık radyoculuğum içerisinde en uzun soluklu programlarımdan bir tanesi Dünyanın Cazı’nda 500. programda sizlerle burada olmak benim için büyük bir onur ve çok mutlu oldum geldiğiniz için, sağ olun!
MB: Biz teşekkür ederiz.
LÖ: Murat Beşer, Caner Beklim, Eyüp İblağ...
Eİ: Ben de kendi adıma çok mutlu oldum.
CB: Nice 500 programlara.
Eİ: Bu grupla tekrar bir araya gelmek 1000. programda!
CB: Hatta son nefesine kadar Faruk Yener’i de anayım burada, Faruk Yener klasik müzik yapımcısıydı ve aynı zamanda yazardı biliyorsunuz. O en yaşlı halinde bile küçük küçük adımlar atarak stüdyoya geliyordu. Senin de stüdyoya bu şekilde
LÖ: Canerciğim mikrofonda sesin karşı tarafın anlayacağı şekilde kalmak lazım. Eğer karşı taraf anlayacak kadar konuşabilecek durumdaysak yaparız tabii.
CB: Yoo, çok da güzel çıkar çünkü radyoculukta ne söyleyeceğimiz ve nasıl söyleyeceğimizi kaybetme imkanımız yani yaşlı iken o kaslarının, bütün kasların durabilir ama konuşma kaslarının çok güzel kalacağını düşünüyorum senin için.
LÖ: Herhalde öyle oluyor, mesela son olarak şunu da ekleyeyim, geçtiğimiz günlerde Genco Erkal’ın bir oyununu izledim, ilk defa izlediğimde okudum ki 1965’ten beri bu oyunu oynuyormuş ‘Bir Delinin Hatıra Defteri’ oyununu. Ben ilk defa izledim ve bir oyunun 50 sene oynanması tabii 50 yıl boyunca her gün oynanmış bir şey olmasa da çok uzun bir süre. Uzun programlar da böyle duygular yaratıyor. Hani mahallenizde görürsünüz ya ayakkabıcı vardır, 30 sene dükkanını açar gider, her gün aynı yerdedir, böyle bir rutine ve uzun solukluluğa varıyor bir yerde bu uzun programlar da, aynı etkiyi yaratıyor diye düşünüyorum. Peki tekrar teşekkürler.
CB: Açık Radyo’ya da nice nice yaşlar, yıllar.
Eİ: Nice 25 yıllar evet. Bu arada ben bir son söz söyleyebilir miyim?
LÖ: Lütfen Eyüp İblağ.
Eİ: Caner Beklim’in giydiği tişörtten istiyorum!
LÖ: Caner David Gilmore’la geldi stüdyoya.
Eİ: David Gilmore, Rattle That Lock albümünün tişörtüyle geldi.
CB: Turnenin tişörtü.
Eİ: Mükemmel!
LÖ: Bu konuda Murat’ın tişörtleri efsanedir ama.
MB: Bilseydim bu kadar ezilmezdim, ben klasik beyaz … atletiyle geldim, David Gilmore tişörtü karşısında ezildik!
CB: Evet ezildik valla!
LÖ: Değerli dinleyenler yeni programlarda görüşünceye kadar teknik yayında Feryal Kabil, ben Levent Öget, Dünyanın Cazı’ndan Açık Radyo’dan hepinize iyi akşamlar diliyoruz, hoşça kalın!