Koruyamadığımız Marmara Denizi biyoçeşitliliğinin zenginliğini, tarihsel süreçteki değişimini ve geleceğini konuğumuz, deniz biyoloğu, yazar, sualtı fotoğrafçısı, belgeselci, deniz ekoloğu Dr. Mert Gökalp ile konuştuk.
Derya Tolgay: Merhaba, Dünya Mirası Adalar’a hoşgeldiniz. Konuğumuz deniz biyoloğu, yazar, sualtı fotoğrafçısı, belgeselci ve deniz tutkunu Dr. Mert Gökalp. Hoşgeldiniz, uzaklardan, İsrail’den bağlanıyorsunuz.
Mert Gökalp: Hoşbulduk, evet, Kızıldeniz kıyısındayım. Kızıldeniz’in en üst noktasında tropik mercan resiflerinin bulunduğu noktadayım. Sevgili Derya Akkaynak’la ileride neler yapabileceğimize dair bir araya geldik. Şu anda ilk çalışmalara başlamak üzere çalışma konumuzu belirliyoruz.
D.T.: Çok güzel, biz de takipteyiz. Siz lisans ve yüksek lisansınızı Orta Doğu Teknik Üniversitesi Mühendislik Fakültesi’nde tamamladınız. Miami Üniversitesi ve Ankara Üniversitesi’nde Okyanus Bilimi ve Deniz Biyoteknolojisi Bölümleri’ni bitirdiniz. Doktora çalışmanızı Hollanda’da Wageningen Üniversitesi Deniz Ekolojisi Departmanı’nda yaptınız. Kuruluşundan itibaren Magmadergisinde yazar ve fotoğrafçı olarak çalışmaktasınız. Dünya genelinde birçok sivil toplum kuruluşuyla çalışıyorsunuz. Ajanslarla projelerinizin yanısıra fotoğraf sergileriniz, kitaplarınız, kısa film ve belgeselleriniz var. Birçok Avrupa Birliği projesinde bilim insanı olarak çalışıyorsunuz. Lüfer ve Orfoz kitaplarınızla birlikte en bilinen kitaplarınız Türkiye Deniz Canlıları Rehberi, İstanbul’un Deniz Canlıları, Akdeniz Deniz Canlıları. Yurtiçi ve yurtdışından birçok ödüllü belgeseliniz var. Son belgeseliniz İstilacılar ekimde Rotterdam Yaban Hayat Film Festivali’nde gösterilecek. Şimdiden başarılar diliyoruz.
2011’deki bir konuşmanızda, “Denizin derinliklerinden gelen yüksek frekans beni sürekli kendine çağırıyordu,” diyorsunuz. Doğa size denizden geldiğimizi unutturmamış. Siz de kendinizden ve çalışmalarınızdan bahsetmek ister misiniz?
M.G.: Tabii, sondan başlayayım. Bu kısa belgesel filmlerin, yazıların hepsinin bir amacı var: Şehrin günlük keşmekeşinde doğayı, denizi, kıyıları, canlıları unutan, kendi konumunu unutan bizlere hayatta aslında nelerin önemli ve değerli olduğunu hatırlatabilmek. Kıyı ekosistemi, denizler ve çevresindeki canlıların problemlerini, bunlara dair detayları aktarmak ve sonuç olarak kıyıları, denizleri korumamızı sağlayacak bilgileri ortaya koymak. Ben biraz bunları görev edinen, denizle şehir insanı arasında köprü işlevi gören bir bireyim. Bir bilim insanı ve belgeselciyim.
D.T.: “Bir şeyi koruyabilmek için öncelikle onu tanımamız ve onunla bağ kurmamız gerek. Sonrasında tutku başlıyor." diyorsunuz. Bazı videolarınızı izlerken kendi deniz tutkumla bağlantı kurdum. Ben de yirmili yaşlarımda, babamın mesleğinden dolayı, senenin üç ayını okyanuslarda, denizlerde geçirme şansına sahip oldum. Bu şans İstanbulluluğu ve deniz tutkusunu içimde hissettirdi. O nedenle anlattıklarınızdan çok etkilendim. Sizin hayatınız da merakla başlayan ve tutkuya dönüşen bir serüven. Denize tutkun olmak ne demek? İstanbul’da, Marmara Denizi çevresinde yaşayanlar sizce denize ne kadar tutkunlar, Marmara Denizi’yle nasıl bağ kuruyorlar?
Balığı hızlıca çevirebilmek için altı kürekçi ve direkteki gözcüden yararlanan bir dalyan kayığı. İBB Kültür AŞ Faik Şenol Arşivi.
M.G.: İnsanımızın Marmara Denizi, Boğaz ve Karadeniz kıyılarıyla bağlantısı kopuk. Bütün sistem, şirketler, devlet kuruluşları dikkatinizi denizden başka noktalara çekiyor. Aslında ilgimizin olması gereken yerler doğa, çevre ve ekosistemler. İnsanın içindeki ağaçların ve derelerin pırıl pırıl aktığı doğaya gitme hissi, isteğinin yanısıra içerisinde yaşadığımız beton evlerin bu duyguyu engellediğini düşünürsek aslında hepimiz doğaya gitmeye çalışıyoruz fakat önümüz kesilmiş vaziyette. İstanbullunun önü binalar, alışveriş merkezleri, viyadükler, dalga kıranlar ve betonla kesilmiş vaziyette. İnsanların denize erişimi yok. Erişimi olsa da bilgisi yok.
Marmara Denizi’ndeki biyoçeşitliliğin tarihî süreci
D.T.: İstanbul’un Deniz Canlıları kitabınız harika bir kaynak, emeklerinize sağlık. Gelecek kuşaklar için de çok önemli bilgiler içeriyor. Karekin Deveciyan’nın Türkiye’de Balık ve Balıkçılık kitabından çok bahsediyorsunuz. Kitap 1900’lerin başında çıkıyor, Marmara biyoçeşitliliğine dair önemli bilgiler içeriyor. Bu tür yayınlar hakkında siz neler düşünüyorsunuz? Marmara Denizi’ndeki biyoçeşitliliğin tarihî sürecini aktarabilir misiniz bize?
M.G.: İstanbul’un Deniz Canlıları, büyük bir ekibin uzun çalışmalarıyla ortaya çıkmış bir eser. Daha önce Lüfer belgeseli sırasında İstanbul ve çevresinde yaşamış devletlerin balık ve balıkçılıkla bağlantısını incelemeye başlamıştım. Bu süreçte Latince ve Yunanca’dan çevrilmiş dökümanları okudum. İstanbul’un Deniz Canlıları’nı hazırlarken arşive daha fazla girme şansım oldu. İstanbul’un deniz ve balık tarihini ortaya çıkartmak istedik. 8.800 senelik bir geçmişte Osmanlı, Antik Yunan, Bizans, Roma, en eski Trak kabileleri, şehrin ilk yerleşimlerinden Khalkedon (Kadıköy) gibi köylerde oturan insanlara kadar gittik. Hatta mağara dönemlerine kadar giderek İstanbullu’nun denizle olan bağlantısına bir yolculuk yapmak istedik. Gördük ki, buradaki ilk yerleşim yerlerinin ve sonrasında burada oluşan köylerin, kasabaların, şehirlerin temel amacı buradan deniz ürünlerine, balığa ve çeşitliliğe, zenginliğe rahat erişme arzusu. Buraya bereketi nedeniyle yerleşmiş insan balık çeşitliliğinin ve bolluğunun farkına varmış. “Ben bu balıkları nasıl avlarım?, Bundan nasıl yararlanırım?, Avladığımı nasıl korurum, kuruturum, saklarım?” diye düşünmeye başlamış ve bazı yöntemler bulmuş. Bu durum günümüzde meyhane kültürüne kadar giden kültürü ortaya çıkarıyor ve bu çeşitlilik sonucunda inanılmaz bir lezzet durağı oluşuyor. Strabon, Arkestratus, Aristo gibi farklı coğrafyalardan tarihçiler, yazarlar, filozoflar ve lezzet yolculuğu yapanlar mutlaka İstanbul’a uğruyorlar. Temel bilimlerin başlangıç döneminde Aristo ve ondan önce gelenler de, “Orkinos acaba balinanın küçüğü mü, yavrusu mu?”, “Deniz yılanı nasıl ürüyor?” sorularını soruyorlar ve bu sorulardan yola çıkarak çalışmalar yapıyorlar. Bu sorular iki üç bin sene boyunca bilim insanları tarafından soruluyor. Bunların ilk yazıldığı yer de İstanbul ve çevresi, yani Boğaz, Karadeniz kıyıları ve Marmara. Aristo, Strabon, Arkestratus, Evliya Çelebi gibi büyük yazarların ardından Karekin Deveciyan çıkıyor ve o dönemde dünyadaki en önemli biyolojik eserlerden bir tanesini ortaya çıkartıyor.
Karekin Deveciyan'ın Türkiye'de Balık ve Balıkçılık çalışması alanın öncü biyolojik eserlerinden bir tanesi olarak kabul ediliyor.
D.T.: Biyoçeşitlilikten bahsediyoruz değil mi?
M.G.: Evet, biyoçeşitlilik zenginliği, amiyane tabirle bolluğu, bereketi ifade ediyor. Ben de "Acaba Karekin Deveciyan’ın denizlerine yeniden erişebilir miyiz?, O bolluğu yeniden görebilir miyiz?, Eski Marmara’ya, İstanbul denizlerine acaba yeniden ulaşabilir miyiz?” diye soruyorum.
D.T.: Soruyor ve sorduruyorsun.
M.G.: Müsilaj gündeme geldiğinde Marmara’daki ekolojik felaketlerin varlığını, şehir nüfusunun 18 milyon olduğunu, Marmara nüfusunun 25 milyona ulaştığını, sanayi tesislerinin burayı her taraftan kirlettiğini, Ergene’den akan ağır metalleri biliyorduk. Önü kesiliyor ama hâlâ bir bolluk var, Marmara Denizi, Boğaz yaşıyor. Peki bizim ne yapmamız gerekiyor? Akdeniz Deniz Canlıları ve İstanbul’un Deniz Canlıları biraz umutlanmamız için iki kitap. “Artık ne olur etrafımızdaki zenginliğin, biyoçeşitliliğin farkına varalım, bunu korumak için elimizden ne geliyorsa yapalım” kitapları. Biz Anadolulu, İstanbullu, Marmaralı insanlar olarak bunu yapamazsak bu coğrafyada yaşam şansımız yok. İklim krizinin bu kadar baskın ve şiddetli yaşandığı şu günlerde bizim tek ve en önemli işimiz ekosistemimizi, habitatlarımızı korumak.
D.T.: Tarihten verdiğiniz örnekler ve yaptığınız çalışmalarla İstanbul’un su şehri olduğunu bir kez daha hatırlatıyorsunuz. Dört tarafı denizle çevrili Adalar’da da bu çok büyük bir problem. Bütün kıyıları doldurulmuş, küçük koyları, doğal kıyıları, kıyı kenar çizgileriyle oynanmış. Aynı İstanbul’daki gibi denize ulaşamayan Adalılar olarak hapsedilmiş durumdayız. Dört tarafı sularla çevrili bir yerden bahsediyoruz. Buralardaki seçimlerimiz bizi bu sonuca götürmüş. İnsanlar tarihsel süreçte seçimleriyle su şehri İstanbul’u bir yaşam kültürüne dönüştürmüş. Yemeklerimizde dahi bunu gördüğümüzü söylüyorsunuz. Fakat şu an bütün bu izler silinmiş durumda. Müsilaj, tarihsel süreçteki seçimlerimizin sonuçlarını gösterdi bize. Geçtiğimiz senenin mart ayından itibaren çalıştaylar yapıldı, yazılar yazıldı, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde bir sürü rapor çıktı. Peki sahada ne yapıldı? Tek bir derin deniz deşarj vanası kapatıldı mı? Bildiğimiz kadarıyla üstten bir temizlik yapıldı. Denize oksijen basılacağı söylendi. Bu konuda bilgilerinizi aktarır mısınız?
“İstanbul’da şehir denize saldırıyor”
M.G.: O dönemi hatırlarsanız, Adalı Serço Ekşiyan’la muhabbet ederken Bandırma’dan Mustafa Salı hocamızla tanıştım. Üçümüz bu gidişin gidiş olmadığını, balıkçıların artık avlanamadıklarını, müsilajı anlatma gereği gördük. Televizyonlara, radyolara çıkıp anlatmaya çalıştık ve bir şekilde gündem oldu, insanlar müsilajı görmeye, konuşmaya başladı. Çok ciddi bir durumdu. Bu kadar gündem olunca da devlet kanallarında, belediyelerde üniversitelerde çalıştaylar, eylem planları yapıldı. Neticede ne oldu? Olumlu bir nokta olarak, bilimsel araştırmalar ve fonlar ciddi anlamda Marmara Denizi’ne doğru yığıldı. Bununla beraber Levent Artüz’ün ve diğer bilim insanlarının yaptığı bazı sörvey ve saha çalışmaları yapıldı. Denizin en derin noktasına kadar oksijen oranları, deniz kimyası, müsilajı oluşturan mikroorganizmalarla ilgili çalışmalar yapıldı ve bilimsel veriler ortaya kondu. Marmara Denizi içerisinde balıkların ve diğer canlıların yaşayamayacağı kadar düşük oksijen miktarlarının oluşmaya başladığı görüldü. Bu çok büyük bir tehdit. Bu araştırmaların sonuçları yöneticilere ve karar alıcılara iletildi. Bu noktada vananın musluğu kesildi mi? Tabii kesilmedi. Çünkü kirleticiler Marmara Denizi çevresinin yüzde ellisini işgal eden ağır sanayi faaliyetleri. 25 milyon nüfustan bahsediyoruz, güzelim Adalar’dan baktığınızda İstanbul nasıl görünüyor? Bir beton bloğu şeklinde, değil mi? İğrenç bir görüntü. Ben Adalar’dan İstanbul’a bakmamaya çalışırım. İstanbul’da şehir denize saldırıyor. Sanayi tesisleri atığını denize atmaya devam ediyor. “Arıtma var mı?” diye sorarsanız, belki yüzde onunda kimyasal, fiziksel ve biyolojik arıtma noktası vardır ama yüzde seksen, doksanı derin deşarj yoluyla atıklarını denize atmaya devam ediyor. Bu da önemli miktarda organik yük ve birikinti oluşturarak oksijen azalması, alg patlamalarından farklı müsilaj çeşitlerine kadar birtakım sıkıntılar yaratıyor. Ergene, Dilovası, Nilüfer Çayı gibi çaylarla atıklar ekleniyor. Bunların vanası kapanmış vaziyette değil.
D.T.: Sanıyorum mercanlar da biyoçeşitlilik için birer kilit taşı. Yassıada inşaatlarında tüm molozlar denize dökülerek mercanların ölümüne sebep olmuştu. Adalar’da doğal kıyı kalmadı. Hepsi bir bütün ama biyoçesitlilikte olmazsa olmazlar, kilit taşları nelerdir?
M.G.: Bazı büyük isimler ilginç bir şekilde bunun farkına varabiliyor. Yaşar Kemal’in Marmara’yla ilgili benim bildiğim iki kitabı, bir de yazısı var. Bir tanesi Marmara Denizi’ndeki yunus katliamını anlatan müthiş bir kitaptır. Ben de Lüfer belgeselinde ona yer vermeye çalıştım. Bir yazısında Marmara Denizi’ndeki mercanlar için, “denizin altındaki binbir çiçekli cennet bahçesi” ifadesini kullanır. Bunu duyduğum zaman vuruldum. O rengarenk mercanları bundan daha iyi anlatan bir cümle olabilir mi?
D.T.: Sait Faik’in Dülger Balığı’nı da sayabiliriz değil mi?
M.G.: Sait Faik’in Sinaritin Ölümü ve Dülger Balığı ile anlattıkları muazzamdır. Bu anlatılar aslında ekosistemin ne kadar değerli olduğunu gösteriyor. Mercanların, balıkların bir resim oluşturduğunu, tropik mercan resiflerindeki gibi bir habitat oluşturduklarını anlamamız gerekiyor. Onlara gözümüz gibi bakmamız gerekiyor. Bu deniz kapalı bir deniz, endüstriyel avcılık yaparken trol, gırgır ağlarımızı üstüne döküp yok ederek, atıklarımızı atarak nasıl yaşatabiliriz ki? Ama bir yandan da bize can veren, on bin sene önce insanların buraya yerleşmesine neden olan bir deniz bu. Onun için İstanbul’un, Marmara’nın neresinde olursak olalım lütfen bunu hatırlayalım. İnsanın burada yaşama sebebi o dülger balığı, sinarit, o geçen yunus, o deniz tavşanı, o mercan… Bunlardan dolayı biz buradayız. Bizim için değerli olan aslında bunlar. Evimiz beton duvarlar değil, alışveriş merkezleri hiç değil. Marmara toksik atık çukuruna dönerse etrafında yaşam barındıramaz. Etrafında yerleşim olan oksijensiz, toksik bir foseptik çukuruna dönmüş ufacık bir göl düşünün. Burada yaşayanlar yaşamla barışabilir mi?
D.T.: Bir kere daha düşünmek gerekiyor, Marmara ölürken, içindeki biyoçeşitlilik yok olurken biz burada yaşayabilecek miyiz? Bu soruyla programı kapatıyoruz. Çok teşekkür ederiz Mert Gökalp. Bizi dinlediğiniz için teşekkür ederiz.