Kültürel Mirası Koruma Derneği'nden Prof. Dr. Eva Şarlak ve Rubi Asa'yla Antakya’nın çok katmanlı, etnik/dini kültürel dokusunun depremden nasıl etkilendiğini konuştuk.
(Bu bir transkripsiyondur. Metnin son hâli değildir.)
Nevin Sungur: Depremin üzerinden neredeyse bir buçuk ay geçti. Ama bu arada, ülke gündemi çoktan seçime kilitlendi. Ama deprem, bizim gündemimizde olmaya devam edecek ve onun yarattığı yıkımı, açtığı yaraları ve kayıpları konuşmaya devam edeceğiz. Bugünkü konuklarımızla, kültürel kayıplarımızı konuşacağız ve birlikte şu soruların cevaplarını bulmaya çalışacağız: Bu sözünü ettiğimiz kültürel kayıplarımızın boyutu nedir? Antakya'nın o çok katmanlı, etnik, dini, kültürel dokusu depremden nasıl etkilendi? O bölgede varolan çok kültürlü dokusunun toparlanması, yeniden bir araya getirilmesi mümkün olacak mı? Ve tabii ki Adalar…bu örneklerden nasıl ders alacak ve neler yapılması gerekiyor? Evet Deryacığım, şimdi söz sende. Konuklarımızı tanıtabilir misin?
Derya Tolgay: Tabii ki. Eva Şarlak ve Rubi Asa, öncelikle hoşgeldiniz
Eva Şarlak, Rubi Asa: Hoşbulduk.
D.T.: Sizin izlenimleriniz bizim için çok kıymetli olacak.
Profesör Eva Şarlak, lisans eğitimini İstanbul Üniversitesi Arkeoloji ve Sanat Tarihi/Klasik Arkeoloji Bölümü'nde, yüksek lisansını ise İstanbul Teknik Üniversitesi'nde Sanat Tarihi alanında yaptı. Yine aynı üniversitenin Sanat Tarihi Bölümü’nde doktorasını tamamladı. 2006 yılında Batı Sanatı ve Çağdaş sanat Bilim Alanı’nda doçentlik, 2016 yılında da profesörlük ünvanını aldı. 2021 yılına kadar da Işık Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi dekanlığı yaptı. Halen aynı üniversitede Sanat, Tasarım ve Mimarlık Fakültesi’nde çalışmalarını sürdürmekte. Eva Şarlak ayrıca Kültürel Mirası Koruma Derneği Kurucu Başkanı.
Çocukluk yıllarından beri kendine "Adalıyım" diye tanımlayan sevgili arkadaşımız Rubi Asa ise Devlet Güzel Sanatlar Akademisi Mimarlık Fakültesi'ndeki eğitiminin ardından, İstanbul Yıldız Üniversitesi Yapı Fiziği Bilim Dalı'ndan Master diploması aldı. Doktora çalışmalarını da aynı üniversitede sürdürdü. Çeşitli mimari projeler ve restorasyon işlerinin yanı sıra, Türkiye ve yurt dışında mesleki danışmanlık ve fizibilite çalışmalarını sürdürmekte. Birçok Sivil Toplum Kuruluşu (STK)’da gönüllü çalışmaları olan Asa, Kültürel Miras Koruma Derneği’ nde Yönetim Kurulu Eğitmenliği ve Danışmanlığı yapıyor. Ayrıca bizece katkı vermekte, Dünya Mirası Adaları programımız için dönem dönem kendisiyle istişarede bulunuyoruz.
Ben öncelikle, deprem öncesi ve sonrası olmak üzere izlenimlerinizi almak istiyorum.
R.A.: İlk sözü ben alayım müsaadenizle. Ayağımın tozuyla yeni geldim Antakya’dan. Oraya daha önceleri, muhtelif zamanlarda da gitmiştim. Galiba en son ziyaretim on sene önceydi. Fakat on yıl önceki Antakya'yla, bu son gidişimde gördüğüm arasında dağlar kadar fark var. İncil'de de ‘Doğu'nun Kraliçesi’ diye adı geçen o Antakya, ne yazık ki tamamen afet bölgesi olmuş. Maalesef çok büyük bir yıkım, çok büyük bir kayıp. Asırlardır her üç Semavi dinin özelliklerini taşıyan; birçok mahallesinde Yahudi, Ortodoks, Hristiyan ve Müslüman kültürünün bir arada yaşandığı; Çan, Ezan ve Hazan'ın birlikte anıldığı, çeşitli kültürlerin katmanlarını oluşturan bunca yıllık birliktelik, gelenek, görenek ve kutlamalar, ne yazık ki, bir toz bulutunun içinde sanki kaybolmuş. Yalnız bunlar değil, sanki insanlar da yok olmuş. Bütün şehir neredeyse tamamen enkaz altında ve insanlar da artık sanki o bölgenin parçası, o yörenin insanı değiller gibi. İnsanlarla konuşmalarımda ya da gezdiğim, gördüğüm yerlerde edindiğim tek izlenim gerçekten de yaşanan çok büyük bir travma ve bu travma da öyle kolaylıkla atlatılabilecek bir şey değil. Yani Antakya’nın tekrar ‘Doğu’nun Kraliçesi’ olmasının da çok kolay olamayacağını düşünüyorum. Bölgedeki kültürel miras, mimari miras konusundaki izlenimleri şöyle aktarayım. Mesela çok merkezi bir ana caddenin üstünde bulunan 700 yılında yapılmış Habibi Neccar Camii, çok ciddi anlamda hasar görmüş. Biraz ötesinde Musevi Sinagog'u aynı şekilde hasarlı. İçlerine girip tespitleri yapmaya çalıştığımızda, sadece hüzünle karşılaştık. Hepsi yıkılmış ve terk edilmiş, fakat anılarla dolu mekanlar bunlar. Biraz ötesinde Antakya’nın, Patrikhane kıymetinde yine çok önemli bir kilisesi var. Antakya Ortodoks Cemaati'nin kilisesi, o da yıkılmış. Ayrıca bu merkezdeki dükkanlar yıkılmış. İnsanların ticaret yaptığı, ortak alanlarını paylaştıkları mekanlar yok artık. Bazı yerlere ancak jandarma kontrolünde gidebiliyorsunuz. Ancak ben Kültür Bakanlığı izniyle orada olduğum için, binalar üzerinde çalışmalar yapabildik. Bir şehrin onun yapısal mimarisinin bu şekilde yok olduğunu görmek beni çok düşündürdü ve çok duygulandırdı. Ama bu yıkımların yanı sıra, orada insanların da yıkımlarına tanık oluyorsunuz. Antakya Musevi Cemaati Başkanı Şaul Cenudioğlu ve eşi Tuna Cenudioğlu, ikisi de enkaz altında kalarak hayatlarını kaybetti. Zaten Yahudi topluluğunun yaklaşık on beş, on altı kişilik bir cemaati kalmıştı. 2000’lerin başında sanıyorum on üç, on dört aile vardı orada. Şu anda sadece on beş kişi kaldı. Onların da çoğu İstanbul'a, Maraş'a, Adana'ya falan göç ederek, geriye hiç kimsesiz bir alan bırakılmış oldu.
D.T.: Eva Şarlak, siz de Antakya’yı ziyaret ettiniz değil mi?
E.Ş: Hayır Derya Hanım. Ben, Antakya'yı daha önce görmüştüm.Fakat sanırım bu travmayla hemen karşılaşmak istemedim. Biraz daha toparlansın gideceğim. Ama bu bizim mücadelemizi hiçbir zaman durdurmadı. Kültürel Miras Koruma Derneği temsilcimiz Rubi, zaten en başta gitmişti ve birçok temsilcimizle orada temas halindeydi. Ayrıca orada yerel temsilcilerimiz de var. Şimdi, kaybolan değerlere baktığımızda öncelikle ciddi bir göç olduğunu görüyoruz. Bence Antakya’dan göç meselesi, somut olmayan miras kavramını da karşımıza getiriyor. Hataylılar birbirlerine pek itiraf etmiyor belki ama, dışarıdan gelenlerin sorularından da pek memnun olmadıklarını biliyoruz biz. Çünkü dışardan gelenler birlikte yaşamanın ne anlama geldiğini pek bilmiyorlar. Yani özellikle de ülkede son dönemlerde yaşananları düşünürsek o bölgedeki yaşam onlara, olağan dışı bir şey gibi geliyor. Oysa Antakyalılar için bu çok önemli. Çünkü örneğin Hristiyanlığın orada ortaya çıkmış olması, eski kadim milletlerin bir arada yaşaması, beş önemli merkezden bir tanesi olarak adlandırdığımız yer olması, bir dini çeşitliliğin bulunması, etnik çeşitliliğin bulunması bütün bunlar çok çok önemli. Bir de tabii ki, unutmamamız gereken bir şey daha var, o da dil. Dil, çok önemli bir şey. Çünkü kültür açısından onun da kilit rolü oynayan çok önemli bir rolü var. Biz genellikle miras dediğimizde hep mimari miras üzerinde duruyoruz. Bence dil de, çok önemli bir miras. Ama göçle birlikte dil de göç ediyor. Şimdi, bu insanları oradaki topraklardan bu taraflara doğru getirdiğinizde ne olacak, bilemiyorum.
Bir diğer önemli konu da tescil. Biraz sonra Adalar'dan konuşurken de, bu konuya herhalde geleceğiz, çünkü Adalar'la da paralellik taşıyan bir şey. Tescilli binalara dikkati çekerken, ki onlara ne kadar önem veriyoruz, o da bir soru işareti. Ama tescilsiz binalara da gözümüzü kapatmamamız gerektiğine de inanıyorum. Çünkü onlar da, birlikte yaşam, bir bellek, bir hafıza mekanlarıdır. Tescilsiz olması onları göz ardı etmemize neden olmamalıdır. Aslında biraz sonra herhalde Adalar üzerinden de bu meseleleri konuşacağız. Çünkü maalesef çok önemli birtakım felaketler bizleri bekliyor
D:T.: Adalar'a geçmeden ben Rubi’ye bir şey sormak istiyorum. Kültür Bakanlığı'yla bağlantınız, Kültür Mirasını Koruma Derneği (KMK) ile alakalı bir işbirliği değil mi? Bunu kısaca biraz açıklar mısınız? Daha sonra Adalara geçelim.
R.A.: Aslında Kültür Bakanlığı'nın ilk daveti azınlık cemaatleri kültür mirası yapılarının tekrar korunması, restore edilmesi ve kentin eski haline getirilmesi içindi. Ama sadece azınlık cemaatlerinin binaları değil, aynı zamanda orada kültür mirası olacak diğer yapılar da ele alındı. Kültür Bakanlığı, Türkiye Yahudi Toplumu ve diğer bütün azınlık cemaatleri vakıf temsilcilerini de toplantıya çağırarak bir girişimde bulundu. Bu girişimin yapması gereken, önce yapıların, kiliselerin, camilerin sinagoglardaki hasarın büyüklüğünü ortaya koymak, yani bir tespit çalışması yapmaktı. Sonrasında da yapıların tekrar hayata geçirilebilmesi için nasıl bir süreç yönetimiyle ne tür bir çalışma yapılacağının konuşulması amaçlanıyordu. Yalnız Kültür Bakanlığı değil, Çevre Bakanlığı ve TOKİ de bu organizasyonun içindeydi. Bir bilim ekibi de tahsis edildi. Bu bilim ekibinin içinde üniversitelerin restorasyon kürsüsü başkanları, inşaat mühendisleri, deprem uzmanları, zeminci mekanikçileri de vardı. Böyle bir konsorsiyum şeklinde, yapılar gezildi, hasarlar tespit edildi. Esas olarak, Antakya'nın merkez ilçesindeki yapı envanterinin üstünde bir çalışma yapılmaya başlandı. Bu çalışmaya biz de gözlemcilik ettik. Kültür Bakanlığı’nın bundan sonra istediği süreç, risk analizleri ele alınarak, belirli bütçeler dahilinde da özellikle idari aşamaların ve de restorasyon restütüsyon, zemin analizi, güçlendirme analizi gibi prosedülerin de hızla aşılmasıyla, binaların tekrar hayatiyetinin kazanması. Tabii bütün bu sürece cemaatlerin katılımı talep ediliyor. Şimdi bence bu çok çok hassas bir konu. Çünkü bu hızlı süreç sonucunda, yapıların belki de bir kısmı yıkılıp yeniden yapılacak, bir kısmının rölevesinin, ki büyük bir kısmının rölevesi yoktu zaten, çok hassas bir şekilde çalışılması gerekiyor. Aksi takdirde, bütün bu kültür mirası değerlerinin ortadan kaybolması gibi bir tehlike de yaşanabilir. Rekonstrüksüyona yönelik çalışmalar ağırlıklı olmalı. Ama bunun için de bu konudaki ihtisas ekiplerinin devrede olması lazım. Böyle çok hızlı bir biçimde, ‘Birkaç sene içinde tekrar Antakya'yı ayağa kaldıracağız, tekrar yaşatacağız’ mesajının çok gerçekçi olmadığını düşünüyorum. Yani bu konuda çok hassas çalışılması gerektiği kanaatindeyim.
E.Ş.: Şunu da söyleyebilirim Rubi, ben Kültür Bakanlığı'nın toplantısına katıldım. Bu toplantıya bizleri, KMK (Kültürel Miras Koruma Derneği) yı ve bütün STK'ları davet ettiler. Sanırım, Afet Kazı Başkanı tayininden sonra, herhalde bizlerden de birtakım bilgiler almak istediler. Bu nedenle de şöyle bir şey gelişti. STK'lardan Uluslararası Anıtlar ve Sitler Konseyi (ICOMOS) vardı, UNESCO vardı. İstanbul Üniversitesi, İstanbul Teknik Üniversitesi, ODTÜ de restorasyon projelerinde, restorasyon kürsülerinde, koruma kürsülerindeki hocalarımız, arkadaşlarımız ve hatta Ankara Mimarlar Odası Başkanı da vardı.
D.T.: Orada yerel STK var mıydı hiç?
E.Ş.: Evet vardı. Üniversiteden arkadaşlarımız vardı, yani Antakya’dan yereli çok iyi tanıyan ve yerel olan, zaten rölevesini de yapan üyemiz, Antakyalı. Yani o açıdan da büyük bir avantajımız var. Çünkü bütün mekanları kendisinin beyninde, yani belleğinde. Toplantıda "Bizlerle neler paylaşacaksınız?" gibi sorular, tabii ki bizim tarafımızdan da soruldu. Notlar alındı. Ancak, o kadar çok yapılı, çok yönlü bir sistemde bilim kurullarının, alt komisyonlarının da kurulması gerekiyor. Sadece tek bir bilim kuruluyla bu olmaz. Yani bilim danışma kurulu gibi alt segmentlerin olması gerekiyor. Bizleri en çok korkutan, bir şeylerin aceleye getirilmesi. Çünkü aceleyle gidersek, çok yanlış şeyler de yapabiliriz. Bu konuda çok dikkatli olunması konusunu hepimiz vurguladık. Artık gerekli bilgiler verildi. Umarım bundan sonra daha doğru adımlarla ilerlenir.
N.S.: Şu ana kadar, bu teori kısmında sizler fikirlerinizi aktardınız. Ama pratiğe geçildiğinde, maalesef onlar kendi bildikleri gibi devam edebiliyorlar. Siz daha sonrasındaki sürece ne kadar müdahil olabileceğinizi düşünüyorsunuz? Kontrolünüz ve katkınız ne kadar olabilecek sizce?
E.Ş.: Aslında doğruyu söylemem gerekirse benim kişisel iletişimlerimden dolayı böyle bir zorunluluğumun var olduğunu düşünüyorum. Bu nedenle, kişisel ilişkilerimle devamlı sorgulayacağım. En azından, şu anda kazı başkanı iyi niyetiyle uğraşıyor diyelim, ama ben yine de kendisine sorabilirim. Herhalde herkes kendi mücadelesini bu bağlamda veriyordur. Ama sonuçta eliniz kolunuz bir yere kadar.
R.A.: Tabii ki yapabilecek çok şey var aslında. Oradaki bir takım STK'lar da bu konuda hassasiyet gösteriyorlar. Özellikle Antakya Kültürel Miras Derneği’nin, bu Danışma ve Bilim Kurulu’yla sıkı bir irtibata geçip, sahayı oradaki Kültür Bakanlığı’nın, özür diliyorum böyle söylüyorum ama, müteahhit kadrosuna işi bırakmadan, bilim kurulu kontrolüyle, işleri yürütebileceklerine; en azından bina bazında hassasiyet göstereceklerine inanıyorum. Bizler de buradan bulunduğumuz STK'lar, KMK Derneği vb. ile yakın temasta olup, en azından sürecin yönetiminde etkili olmak istiyoruz. Fakat beni daha çok korkutan şu: Bir şekliyle rekonstrüksiyonlar yapılır, bu binalar tekrar yerine getirilebilir. Sokak eski haline gelir. Fakat insanların oraya dönüş travması çok ağır. Çok ciddi bir kültürel erozyon başladı. Ve geçmişle ilgili hafıza ortadan kalktı ya da neredeyse kalkmak üzere. Çünkü herkes şehri terk etti. O binlerce yıllık ortak kültür, ortak dil gitgide ortadan kayboluyor. Bu yapılarla beraber acaba bunlar geri gelebilecek mi? Geri geldiği zaman tekrar orası, Antakya yine "Doğunun Kraliçesi" olabilecek mi? Hani deprem ve zemin analizleri, şehircilik planlamaları kriterleri açısından çok teknik konulara girmek istemiyorum. Ama yeniden yapılacak olan Antakya’yı, belki bir uydu kent veya bir kültür merkezi olarak planlayıp, yaşanacak olan kısmınının Antakya'nın dışında, bambaşka bölgelerde oluşturulması gerekiyor. Bu da çok uzun soluklu şehircilik planlarıyla ilgili bir konu. Ama yeni Antakya gerçekten sadece anıtsal, müze gibi ziyaret edilebilecek kısa süreli kalınabilecek bir yer olacak bana göre. Açıkça söylemek gerekirse ben eski Antakya’nın artık olamayacağını, o kültürlerin yaşatılmasının çok zor olduğunu düşünüyorum. Belki çok yeni geldim oradan, o moral bozukluğuyla bunları söylüyorum ama, maalesef o sinerjinin kolaylıkla yaratılmayacağı düşüncesindeyim. Yapıların restorasyonu, süreç yönetimi, maddi kaynaklar ve cemaatlerin destek ihtiyaçları var. Kentsel dönüşlerin sağlanması, şehircilik ve deprem analizlerinin sürdürülmesi lazım. Yeniden yaşam, okullar, ticaret... Bunlar oluşturulması çok kolay şeyler değil ve üstelik riskli ve zemininizin sürekli sallandığı bir ortamda bunu gerçekleştirmeye çalışıyorsunuz. Bence çok zor.
N.S.: Önümüzde yaşanmış çok acı bir örnek var. Yaraların nasıl sarılacağını hala bilemediğimiz, bir çok yaranın da iyileşmeyeceğini, sizin de gözlemlerinizden, öğrendiğimiz, anladığımız bir tecrübe yaşadık. Peki Adalar dediğimizde nasıl bir paralellik kurabiliriz, nasıl dersler çıkarabiliriz, bu yaşanan bu acı örnekten sizce?
E.Ş.: Paralellik kurmak için, yine çok kültürlülükten bahsetmemiz gerekir. En önemli paralellik bu. Yani o doku burada da aynı sistemle yapılanmış. O açıdan zaten Bizans'tan bu yana süre gelen, tarihsel açıdan çok önemli bir paralellik ve çok önemli bir yapılanma. Kültürel kimliğe gelince, günümüzde kültürel kimlik pek kalmadı bence. Sadece tek bir kimlik kaldı o da tüketici kimliği. İşte bizler bu kimliklerle kültürel miras için neler yapılabilir düşüncesiyle yola çıktık. Özellikle Adalar Vakfı, çok çok yardım ediyor. Ben bu açıdan da onlara çok teşekkür ederim. Biz, bir Kültürel Miras Çalışma Grubu kurduk ve bu bağlamda aslında rölevesi olmayan kültürel miras yapılarını, tescilli binaları teker teker ön plana çıkarmak ve maliklerle ilişkilere girerek bunların rölevelerini tamamen yapılandırmak. Elbette tescilsiz olanlar da var. Çünkü bazı modern yapıların çok önemli mimarları var, ama onların tescilsiz olduğunu biliyoruz. Onların tescillenmesi için İstanbul Büyükşehir Belediyesi de desteği veriyor. Bu çalışma grubu olarak hiç olmazsa elimizde bir belge olması için çalışıyoruz. Bu bile bizleri daha doğru yollara götürecektir ileride. Yani bina yıkılsa ya da yıkılmasa bile, bu belgenin varlığı bizim için çok önemli bir miras. Şu anda ilk İstanbul Teknik Üniversitesi’nden, orada yetişmemizin de avantajıyla, arkadaşlarımıza öğrencilerine bu projeleri çalıştırmaları üzerine ricada bulunduk. Hepsi yavaş yavaş sahaya çıkıyorlar. Şimdi Burgaz'da Manastır’da başladık. Panayia Kilisesi'nin yoktu rölevesi. Ayrıca dijitalleri olmayan yapıların dijitalleştirilmesine başladık böylece hem dökümantasyon hem de bir arşiv merkezimiz de oluşmaya başlayacak. Bizim en dikkat ettiğimiz ve önem verdiğimiz konu üniversitelerde ya da dışarıda bölük pörçük çalışmaların yapılması ve bunlardan da hiç birimizin habedar olmaması. Bu büyük bir problem. Onun için gerek Antakya, gerek Türkiye'nin her noktası için bir veri tabanını mutlak suretle yapılaması, yapılanması ve veri tabanına istisnasız her şeyin yüklenmesi ve bir de sevgiyle bu işe yaklaşmamız. Yok o yaptı, bu yaptı diye değil. Yani bir de böyle karakteristik detaylar da var. Onlara girmek istemiyorum. Sonuç olarak, herkesle el ele vererek, birlikte çalışarak ilerlemek lazım. Burgazada’daki Christos Manastırı Mezarlıkları ile başladık. Bunlar, dönemin Osmanlı bankerlerinin bulunduğu çok önemli mezarlıklardır. Sağolsun Ruby, buraları fotoğrafladı, haritalaması yapıldı. Akillas Millas biliyorsunuz, bütün kitapları hep Adalar üzerine olan çok önemli bir yazar. Manastırı teker teker isimlerini yani kimlerin orada olduğunu da belirleyen bir cross check yani çapraz kontrol sistemi de yapabiliyoruz ve bundan sonra tabii ki fişler hazırlanacak ve bu fişler tescillenmesine gidecek. Çünkü bu anıtların da tescillenmesi lazım. Bunlar da tescilsiz. Yani mezarların tek tek tescillenmesi gerekiyor. Onun için belediyeyle de ilişkideyiz. Ancak deprem hepimizi sarstı. Başka doğru başka yöne doğru kendimizi çevirdik. Ve daha çok binalar ve dini dinsel yapılar üzerine çalışmaya başladı
R.A.: Çok kısa bir şey söyleyeceğim. Böyle de kapatabiliriz isterseniz. Şöyle ki, Antakya'daki bu doğal afetle çok paralel bir şey yapı oluşturuyor. Adalar'ın hem kimlik birlikteliği hem coğrafi birlikteliği. Sadece Adalar denizlerle çevrili olduğu için, kendine has özellikleri olup, kültürleri sürekli kendi içinde tutabilmiş bunca yıldır. Adalar'daki riskimiz sadece deprem değil aynı zamanda. Tsunami baskını ve yangın. Binaların büyük bir kısmı ahşap olduğu için, buradaki yangın riski de çok önemli. Ne yazık ki işte bu tescil süresinin uzaması, 1/5000 ölçekli planlıların imar planının açılamaması, yapılamaması, bütün bunlar çok katmanlı yetki kargaşasına sebebiyet veriyor. Dolayısıyla hem kişiler mağdur oluyor hem de süreç maalesef, farklı yönlerle yürüyor. O açıdan bu da, Adalar için bir deprem sayılır. Kısaca yapılması gereken çok şey var.
N.S.: Yoksa öbür türlü, sonra büyük bir deprem oluyor ve...
R.A.: Aynen öyle. Bir anda her şey kaybolup, gidiyor.
N.S.: Peki çok çok teşekkürler katıldığınız için. Görüşlerinizi, izlenimlerinizi paylaştığınız için. Bundan sonra da da, bu meseleleri konuşmaya devam edeceğiz. Yine Adalar özelinde, tekrar bir araya gelmek umuduyla. Çünkü Adalar hepimizin.
D.T.: Evet, Adalar hepimizin. Çok teşekkürler hepinize.
Konuklar: Biz çok teşekkür ederiz.