Konuğumuz İstanbul Büyükşehir Belediyesi Genel Sekreter Yardımcısı Mahir Polat ile afetlere karşı Adalar’da kültürel mirasın korunması, Adalar'daki tarihi binaların tescillenmesi ve güçlendirilmesi, Antakya'dan çıkartılacak dersler ve İstanbul hakkında konuşuyoruz.
(Bu bir transkripsiyondur. Metnin son hâli değildir.)
Nevin Sungur: Bugün çok önemli bir konuğumuz var. İstanbul Büyükşehir Belediyesi (İBB) Genel Sekreter Yardımcısı Sayın Mahir Polat. Hoşgeldiniz, bu yoğun tempoda bizi kabul ettiğiniz için çok teşekkür ederiz.
Mahir Polat: Ben teşekkür ederim.
N.S.: Zamanımız dar, ama konuşacak da çok başlık var. İBB olarak, deprem döneminde farklı alanlarda çalışma yapmak üzere Antakya'ya oldukça sık gittiniz. Bu ziyaretlerinizin amaçlarından birisi de oradaki kültürel mirasın nasıl etkilendiğini görmek ve kaybı tespit etmekti. Özellikle, ileriye dönük dersler çıkarılması açısından oradaki gözlemleriniz nedir? Adalar özelinde baktığınızda nasıl paralellikler kurup nasıl önlemler almalıyız?
Restorasyon gören yapılar niye yıkıldı?
M.P.: Anlatacak çok şey var ama kısaca şunu söyleyebilirim. Hatay, çok önemli coğrafik bir bölgede yer alıyor. Ayrıca burası modern öncesi bir kent yerleşimi. Başımıza gelen bu korkunç feleket, çok büyük ve çok yıpratıcı sonuçlar doğurdu. Sonuç olarak, Hatay'da tarihi doku önemli ölçüde yok olmuş durumda. Sadece Hatay'da değil, diğer kentlerde de büyük ölçekte iyi koruma koşulu sağlanmayan yapıların tamamını kaybetmiş durumdayız. Bu, bizim için çok temel bir soruyu gündeme getiriyor; yapıların kendilerinin mühendislik teknikleri. Örneğin 19. yüzyılda yapılmış bir yapının ayakta kalmamasını doğal seyrine bağlayabiliriz. Bir kagir yap tabii ki böyle bir depreme dayanabilecek bir mühendislik yapısına sahip olmayabilir ya da zemin ilişkisinden ötürü dayanamayabilir. Ama benim için daha önemlisi şöyle bir sorun var; peki, restorasyon gören yapılar niye yıkıldı? Bizim deprem bölgesinde, esas konuşmamız gereken en önemli konu budur. Bazıları üç yıllık, bazıları beş yıllık, bazıları on yılı bile tamamlamadan, restorasyon gören yapılar.
Türkiye, ne yazık ki çok büyük bir restorasyon deneyimi fırsatını bu geçmiş dönemde kaybetti
Türkiye'nin en travmatik depremlerinden birisi olan 1999 depremi sonrası toplumun, siyasetçilerin, kurumların, hiçbir şeyin bir daha eskisi gibi olmayacağına ilişkin, hep beraber sözler verdiğimiz bir dönemden sonra yaşanılan bütün restorasyon deneyimlerini ele almamız gerekiyor. Bizim için şu çok önemli; nasıl bir restorasyon anlayışımız olmalı ki deprem riski altındaki bölgelerde kültürel mirası koruyabilelim? Tabii bu uzmanlarca uzunca bir süre tartışıldı. Türkiye'de sadece yaşadığımız bu süreçle ilgili değil, çeşitli felaketlerin kültürel miras üzerindeki etkileri ve bunun riskleri üzerinde çok duruldu, çokca anlatıldı. Ama bu anlatılanlar, konuşulanlar bir denemeyle beraber sonuç alıp bizi ilerletmeliydi. Türkiye, ne yazık ki çok büyük bir restorasyon deneyimi fırsatını bu geçmiş dönemde kaybetti. Çünkü bütün bu yaklaşımlar, o sahada denenebilir ve bize bazı temel ürünler verebilirdi. Ancak deprem sonrasında ne görüyoruz; sahada bunca restorasyon bütçesine, bu alanda çalışan bunca şirkete ve sektörleşmiş bir restorasyon alanına karşın deprem bölgesinden kurtarabildiğimiz eski eser yok ne yazık ki. Çünkü bu eserlerin hiçbirisi zeminle ilişkilerinde, kenet sistemlerinde, koruyucu, yenilikçi sistemlerin burada uygulanmasında kendini koruyabilmeyi amaçlayan bir önlemle karşılaşamamışlar. Hatta bu uygulamalar bazısı, yapılara ekstra yükler getirmesi nedeniyle onların yıkılmalarına neden olmuş. Biz bunun örneklerini sahada ayrıntılı bir şekilde gördük. Buradan çıkarmamız gereken birinci soru şu; Nasıl çağdaş yapılara bakıp, ‘bunlar niye yıkıldı?’ diye soruyoruz, tarihi yapılara da aynı şekilde bakıp, ‘bu binalar niye yıkıldı?’ dememiz lazım.
Derya Tolgay: Antakya’dan öğrendiklerimizle Adalar’a gelirsek, çok yakın zamanda ‘İstanbul'un Mirası ve Deprem Riskinin Yönetimi’ toplantısı yapıldı. Siz, bu toplantıda İstanbul'da 35 bin 265 tarihi tescilli bina olduğunu, %51’e yakın binanın da yıkılma tehdidi taşıdığını söylemiştiniz. Uzmanların söylediğine göre, Antakya depreminde yıkılan birçok yapının tescili bulunmuyormuş. Adalar’da da tescili yapılması gereken çok yapı vardı. Acaba bu konuda hangi aşamadayız?
İnsanın yaşadığı her yeri korumak için bir üst aklımızın olması esas ilkemiz
M.P.: Birincisi %51 riskli yapı grubu stoğumuzu neye dayandırıyoruz, onu söyleyeyim. İstanbul'da 35 binin üzerinde Kültürel Miras Envanter Yapısı var. Bunların içerisinde Anıt Eserler farklı bir kategoride, ikinci grup Sivil Mimari Eserler başka bir yerde duruyor. Çünkü bu ikinci grup, Sivil Mimarlık Eserleri içerisinde insanlar yaşıyor. Bizde tarihi yapıların bir kentsel obje olduğu algısı var. Halbuki içinde bizzat insanların yaşadığı yapılardan bahsediyoruz. Yani, İstanbul gibi tarihi bir kentte, mekanlarda insanlar çoluk çocuklarıyla oralara giriyor, uyuyor, barınıyorlar. Bu yapılar onların evleri aslında. Biz yapılar arasında hiyerarşi belirlediğimizde, korumaya ilişkin fikirlerimiz de değişiyor. O yüzden, kentte tescilli yapı - tescilsiz yapı ayrımı olmadan insanın yaşadığı her yeri korumak için bir üst aklımızın olması ve esas ilkemizin de bu olması gerekiyor.
Yapıların %51’inin depremin olası etkilerinden doğrudan etkilendiğini ve ağır hasar alacağını görüyoruz
Şimdi bu sayının metodolojisini size şöyle anlatayım; biz, İstanbul'da Kandilli Rasathanesi’nin yaptığı 7.5’lik senaryo depreminin, deprem merkezi ve yayılım alanı hesaplarını temel veri olarak alıyoruz. Senaryo depreminde gözüken merkezler ve bu merkezlerin etkilenme bölgesinde, İstanbul'un kültürel mirası olan 35 bin envanteri tamamen harita tabanlı olarak takip edebilir durumdayız. Senaryo depreminin sonuçlarıyla bizim envanter haritamızın çakıştırdığınızda, yani deprem etki bölgesind birinci ikinci dalgalar içerisinde yıkım riskini taşıyan etki alanını çakıştırdığımızda yapıların %51’inin depremin olası etkilerinden doğrudan etkilendiğini ve ağır hasar alacağını görüyoruz. Bu, Adalar’ın da içinde olduğu, senaryo depremi haritalarının karşılaştırmasıyla gördüğümüz bir sahne. Bu birinci verimiz. Bir de ikinci verimiz var ki, o da çok önemli. Bizim o günden beri anlatmaya çalıştığımız ve yaklaşık iki yıldır çalıştığımız, ilgili sorumlularla, hem mülk sahipleri hem de kamu kurumlarıyla paylaştığımız diğer çok önemli bir konu bu; Hangi durumda olursa olsun bu %51 etkileniyor demiştik. Ama bir grup daha var ki, bunlar deprem bile olmadan yıkımla karşı karşıyalar. Onlar da metruk yapılar dediğimiz grup. Bu da toplam sayının yaklaşık %11’ini buluyor. Yani yaklaşık 3 bin 800’e yakın yapı metruk halde. . Bu yapılar deprem gibi bir koşula zaten dayanamayacaklar ama mevcutta da zaten ayakta duramayacak haldeler.
Biz, İstanbul'daki bütün tarihi yapıları, yani bahsettiğimiz bu 35 bin yapının tamamını herhangi bir metruklaşma, çökme ve benzeri riskleri önlemek amacıyla düzenli olarak kontrol ediyoruz. Ama İBB, bu yapıların tamamına müdahale etme hakkına sahip değil. Kültür Bakanlığı Koruma Kurulları, bu yapıların akıbetini takip etmek ve gelişmelerle ilgili tedbirler almak ya da yaptırımlar uygulamakla görevli kurum. Biz incelemelerimiz sonunda, bahsettiğimiz metruk yapıların bin kadarının durumunun çok kötü olduğunu tespit ettik. Bu yapıların 606 tanesinin dokümantasyonunu yaptık. Ayrıca yazışmalar yaparak da ilgili kurumları uyardık. Yaklaşık bir yıllık bir süre içerisinde biz, İstanbul'da yıkım bekleyen, çökme riski olan tarihi yapıların tamamıyla ilgili hazırladığımız raporları bölge koruma kurumlarına yani Kültür Bakanlığına, ilgili savcılıklara ve daha da önemlisi mülk sahiplerine gönderdik.
N.S.: Bu sözünü ettiğiniz metruklaşma üzerine çalışma Adalar açısından da yapılıyor mu?
D.T.: Mahir Bey, siz Adalar’a geliyorsunuz, fark etmişsinizdir. ‘Girilmez polis’ şeritleri vardır ya, her yerde onları görüyorsunuz. İstanbul kadar yoğun bir trafik ve araba olmadığı için sadece bir şerit çekmeleri yeterli. Ama her adada herhalde yüzlerce böyle bina var.
Adalar’daki metruklaşma oraların sosyolojisiyle de ilgili
M.P.: Benzer bir çalışmayı Adalar için de yaptık. Adalar’daki metruklaşma ya da yapıların yaşam alanından kopması oraların sosyolojisiyle de ilgili. Bazı yapılar uzun süredir meskun olmadığı için de bu görüntüyü arz edebiliyor. Yani sadece kendi fiziksel özelliği değil, kullanılmamayla da ilgili bir durum var. Biz, Adalar’da özellikle on dört yapıya odaklanarak, onlarla ilgili yazışmaları ve gerekli işlemleri başlattık. Yani bu bir yıllık süre içerisinde hazırladığımız riskli grup yapıları içerisinde bu yapılar da var.
Mesela, herkesin tanıdığı ve durumuna üzüldüğü Troçki Evi olarak bilinen yapı aslında korunabilir, restore edilebilir durumda olmasına rağmen hiç bir şey yapılmadığı için çöküşe doğru gidiyor. Voridis Köşkü bunlardan bir başkası. Hüseyin Rahmi Gürpınar Evi de hızlı bir şekilde buraya doğru gidiyor. Herkes soruyor, bu program vasıtasıyla söyleyeyim; Hüseyin Rahmi Gürpınar Evi’nin yetkisi bizde değil. Hüseyin Rahmi Gürpınar Evi İBB'deydi bir zamanlar. Fakat sonra bizden alınarak Vakıflar Genel Müdürlüğü’ne devredildi. Buna rağmen biz Hüseyin Rahmi Gürpınar'ın önemi, Adalar için de değerini bilerek, ilgili kuruma dedik ki, “Biz restore edelim ve tekrar müzeyi açalım.” Fakat bu teklifimize de cevap gelmedi.
Bir yapı bile çok önemli bir risk taşıyabiliyor
Bu arada, biraz önce üzerinde çalıştığımızı söylediğim on dört yapının sekiz tanesinden geri dönüş aldık. Üçü için Koruma Kurulu’na bu yapılarla ilgili, acilen projelendirmelerin başlaması ve güvenlik tedbirlerinin alınması, reaksiyon gösterilmesi konusunda yazışmalardı. Koruma Kurulu, üst yazılarla bizim yazılarımızı ilgililere gönderdi. Özel mülk sahiplerine tebligatla durum bildirildi ve sürecin takip edileceğine ilişkin bir süreç başlatılmış oldu. Şimdi aslında dokuz dediğimizde, on dört dediğimizde ya da toplam skoru konuştuğumuzda, biz bunların az olduğunu söylüyoruz. Bir yapı bile çok önemli bir risk taşıyabiliyor. Geçenlerde Tophane'de yıkılan yapı da bunlardan bir tanesiydi.
D.T.: Burada bir küçük parantez açabilir miyim; Koruma Kurulları ne iş yapar? Vatandaşa destek olması gerekiyor, bu kanunlarda nasıldır? Gerçekten çok merak edilen bir konu. Biraz açar mısınız? Çok küçücük bir örnek vereceğim; Kınalıada'da yaşayan birinin kültürel miras tescilli bir binası var. Bu yapının restorasyonu için üç senedir gerekli izinlerini alamamış bu beyefendi. Bunun yanı sıra herkesin çok iyi bildiği, Heybeliada'da Sadık Bey Plajı'na kurulmuş, Cevahir Holding’e ait bir ‘Aqua Beach’ var. Burasının inşaatı birçok kez durduruldu. Ama basit onarım adı altında muazzam işler yapıldı oraya. Burasıyla ilgili söküm kararı vardı. Onu üç ayda kaldırtmışlar. Diğer vatandaş ise izinleri alıp evini yapabilmek için üç senedir bekliyor. Burada ciddi bir sorun var.
M.P.: Aslında sorunun bir özetini geçmiş oldunuz. Birincisi, Adalar sit bölgesi. Yani tek yapı ölçeğinin ötesinde, alanın tamamı zaten korunması gereken statüde. Bu yüzden herhangi bir yapıyı konuşmanın ötesinde, ‘Adalar’ın bütünlüğü içinde nasıl korunacağı’ diye temel bir meselemiz var. İkinci olarak, o söküm kararlarını aldıran, sit koşulları altında bütün bu yapılaşmanın mücadelesini de veren idare bizdik. Fakat tek yapı ölçeğinde, özellikle tarihi yapıların korunması konusunda Koruma Kurulları’nın rolleri üzerine bakacak olursak, bu kurulların hem sit ölçeğinde imar ve yapılaşmayla ilgili görüşler bildirme görevi, hem de tek yapı ölçeğinde yapının kaderine ilişkin kararları verme yetkisi var.
Şimdi burada temel meselemizi konuşmamız gerekiyor. Adalar'da bin 633 tane Sivil Mimari Yapı var. Bunların birçoğu aslında ikinci grup. Adalar'da yaklaşık elliye yakın Anıt Eser statüsüyle bir grup var. Biz büyük oranda, ikinci grup yapılarla ilgili bir alandayız. Bu şu anlama geliyor; aslında Koruma Kurulları’nın Adalar’dan gelecek herhangi bir restorasyon projesine, herhangi bir onarım projesine belirli bir hızla cevap vermesi zorunlu. Çünkü Adalar’da çok yoğun Sivil Mimari Eserleri’nin olduğu bir alan var, buralarda yaşanıyor. Adalar, ayrıca erişim zorlukları, inşai faaliyet zorlukları, restorasyon zorlukları, iş gücü zorlukları olan bir bölge. Ama bu zorluklara rağmen bizim korumaya çalıştığımız bir bölge. Demek ki, ilk önce Koruma Kurulları kararları, proje kararları gibi işi uzatan süreçlerin ortadan kaldırılması gerekiyor.
Uygarlıkların beşiği dediğimiz tarihi kent, şu an yok oluş tehlikesiyle karşı karşıya
Şimdi Adalar’ı bir tarafa bırakıp bir üst ölçüye geçelim. İstanbul ölçeğinde de bu kadar yapının metruk olduğu ve kentin tarihi miras yönetiminde çöküşe doğru gittiği bir anı yaşıyoruz. Bu bizim önümüze bir soru getiriyor; bunun bütün metodunu üreten, bütün kararlarını veren Koruma Bölge Kurulları ve Kültür Bakanlığı, bu konulara karşı nasıl bir tutumla yaklaşıyor? Şimdi dostlarımıza soralım; Dünyanın herhangi bir tarihi kentinde 3 bin 800 yapının çökme riskiyle karşı karşıya olup da kimsenin reaksiyon göstermediği bir örnek var mıdır? Bu kadar övgüyle üzerinde durduğumuz, uygarlıkların beşiği dediğimiz tarihi kent, şu an yok oluş tehlikesiyle karşı karşıya. Onu denetleme, koruma yetkisi taşıyan kurum ise sadece yazı yazıyor. Şu an koruma alanının ne yazık ki içine düştüğü konu budur. Adalar ya da benzer riskli tarihi bölgeler için acilen bu konuda çalışabilecek ve bu metodolojide sadece acil yapılara ilişkin yeni teknolojilerle çalışabilecek bir kurul tesis edilmesi ve bunun ilke kararlarının da yeniden yazılması gerekir. Tarihi eserler restore edilebilir, güvenli bir şekilde içinde yaşanabilir ve pekala da bugüne de uyarlanabilir alanlardır. Dünya bunu çok rahat, iyi bir şekilde yapıyor. Türkiye, bu konuda en kötü karnesi olan ülkelerden. Acilen bu kurumların insanlara ne yapacağı konusunda danışmanlık hizmeti vermesi gerekiyor. İnsanlar o evde yaşayacaktır ve bu konuda danışmanlık almaları gerekir. Danışmanlık konusu korumanın ilk konusudur.
D.T.: Finansal olarak destek alabilme konusuna gelelim. Eğer bu yapıların, daha küçük ölçekteki bu metruk binaların sahipleri, hem finansal hem de danışmanlık desteği alabilselerdi bu kadar metruk bina olur muydu?
M.P.: Bir kere insanlara, bu yapıları koruma konusunda yükümlülükleri olduğunu bildirmek gerekiyor. 2860 sayılı Kanunun 65. maddesine göre; bir tarihi eserin korunmaması, ihmalle yok oluşa sürüklenmesi ve sonuçta kaybedilmesi konusunda esas sorumlu mülk sahibi. Danışmanlık o kadar kötü veriliyor ki bunun bir suç olduğunu bile söyleyen yok. Kültür Bakanlığı, kültürel mirası koruma konusunda fonlara sahip olan bir kurumdu. Kültür Bakanlığı’nın 2022’deki yıllık raporu sunuşunda, Türkiye’nin son on yıl eski eser koruma konusunda harcadığı rakamı 30 milyon lira olarak açıkladı. Ben çok şaşırmıştım. Çünkü bu kadar parayı İstanbul'da sadece tek bir tarihi yapıyı yaparken harcayabilirsiniz. Sadece 35 bin kültürel mirasın olduğu İstanbul gibi bir şehirde, dört senelik görev süremiz boyunca Kültür Bakanlığı’ndan ya da valiliklerden eski eser onarımına ilişkin aldığımız pay ne kadar biliyor musunuz? Sıfır lira. Ve önerdiğimiz projelerin içerisinde, Dünya Mirası Kara Surları, İstanbul'un turizm, kent potansiyeli katma değeri çok çok yüksek olan alanların da olduğu bir proje zincirinin olmasına rağmen. Biz, kurum olarak bile alamazken, vatandaşın hiç bir şekilde faydalanmadığı bir durumdan bahsedebiliyoruz. Bu bütçelerin oluşturulması için ilk önce ‘kentte kaç tane metruk yapı var,’ gidip onu lütfedip çalışıp çıkarmanız gerekiyor. Bunu bile yapmamışsanız, zaten ihtiyacının ne olduğunu bilmiyorsunuz ki. Bu bir çöküştür.
D.T.: Bir konu daha var. Adalar, tam depreme hazır olabilecek, az katlı, çoğunluğu yığma binalardan oluşan, geniş aralıklı bahçeli, Türkiye’de örnek güçlendirme yapılabilecek yerler ve bunlar genellikle ‘modern mimarlık mirası’ dediğimiz yapılarımız. İstanbul'da biz bunun çoğunu kaybettik. Sizlerin öncülüğünde kişilere, ‘bu binalar niye kıymetlidir?’, ‘modern mimarlık mirası nedir?, ‘güçlendirmenin önemi’ gibi onlara destek olma ve bilinçlendirme çalışmaları düşünülebilir mi mesela?
Eski eserde de, çağdaş yapıda da güçlendirme çok önemli
M.P.: Kesinlikle. Türkiye'nin çok acil bir şekilde, elindeki imkanlarla beraber, samimiyetle soruna bakıp, bu güçlendirme konusunu bir an önce gündemine alması gerekiyor. Eski eserde de, çağdaş yapıda da güçlendirme çok önemli. İnşaat sektörünün bir finans ağı ve bir kendi iç kışkırtıcı ekonomisiyle beraber düşünüldüğünde, ‘1999 depreminden bu yana neden biz hala daha dönüşümü tamamlayamadık?’ sorusunun cevabı da orada gizli. Çünkü güçlendirme Türkiye'de gerçek anlamda ele alınmıyor. Bu konuda Araştırma ve Geliştirme (Ar-GE) çalışmalarına ve yeni teknolojiler konusuna yeterince şans verilmiyor. Günümüzde şöyle bir anlayış hakim; sürekli yeni bina yapalım, sürekli yeni inşaat projeleri yapalım. Adalar örneği de bununla paralel.
Adalar'da ciddi sayıda tarihi eser var. Tarihi eserlerde güçlendirme çalışmaları zaten doğal olarak yapılabilir. Onun teknolojileri, güçlendirmenin en nitelikli örnekleri Türkiye'de eski eserlerde verildi. Kültürel mirasın şu sorunu var; 2017’de çıkarılan ‘Deprem Kılavuzu’, yönetmeliğe dönüşmemiş durumda. Bu ne demek? Örneğin, yenilemede yani çağdaş yapıların deprem konusunda yenilenme çalışmalarında 25’e yakın mevzuat var. Ama deprem eski hasar konusundaki mevzuat sayısı sıfır. Bir tane yönetmeliğimiz bile yok.
Adalar'da bir pilot çalışma yapmayı çok istiyoruz
Şimdi Adalar ölçeğinde konuşursak, evet, Adalar'da bir pilot çalışma yapmayı çok istiyoruz. Elimizdeki imkanların sınırına bakmaksızın, orada neler yapabilirizi araştırıyor ve bu konuda çaba harcıyoruz. Adalar’daki insanların ilk önce metodolojiyi iyi anlamaları, iyi danışmanlık almaları ve sonra süreci anlayacak şekilde buraya yaklaşmaları gerekiyor. Hepimizin üzerinde Adalar’ın hem korunması, geleceğe taşınması hem de bugünün güçlü bir yaşam alanını üretmek konusunda bir ödevi var. Yeni yapılarda, deprem yönetmeliğinin içerisine yeni teknolojilerin tamamı girmediği için merkezi yönetimin bu konuda mevzuat değişikliğine gitmesi gerekiyor. Bu tür müdahaleleleri ruhsat kapsamına almadığı için bu konuda bir düzenleme yapılması lazım. Ama eski eserlerde bu konuda elimiz daha rahat. Her türlü restorasyon projesini ya da tadilat projesini, tabii olabilecek olanlarını çünkü güçlendirme hepsini kapsamaz, esasen altlık olacak bir çalışmayla biz hazırlandık ve Adalar’a bu çalışmayı taşıyacağız.
N.S.: Tüm bu çalışmalarla ilgili, bir tür öncülük yapmak üzere bir grup mimar bir araya geldi. Muhtemelen sizinle de bağlantı halindeler.
M.P.: Bahsettiğim riskliliği düşünecek olursak, Adalar’da bu konuda uzman olan birkaç arkadaşımızın değil bütün Adalıların ayağa kalkması gerekecek. Hakikaten halka tamamen yayılmış bir modeli üretmek ve o farkındalığı üretmek gerekiyor. Şu yanılgıdan kurtulmamız gerekiyor; devlet bunların tamamını iyileştirsin sonra da hayat sorunsuz bir şekilde devam etsin algısı. Bu yanlış bir algı. Herkes kendi oturduğu evin güvenliğiyle ilgili devletten alacağı desteği, devletten alacağı metodolojiyi iyi tanımlamalı, iyi talep etmeli. Ama onun dışında esasen kendi mülkü olan yapıyla ilgili doğru süreçleri kendisinin yürütmesi gerektiğini bilmeli. Aynı zamanda bunu yapmak istemesine rağmen üç yıldır projeye bile geçirmemek gibi tuhaf süreçler varsa bunu da afişe etmeli ve tartışmalı.
N.S.: Sonlandırmamız gerekiyor yavaş yavaş. Şimdi size bu Taş Mektep konusunu sormak istiyorumi, ne öngörülüyor?
Taş Mektep bir yaşam alanı olacak
M.P.: Biz göreve geldiğimizde Ekrem Başkanımızla birlikte Taş Mektep’i gezdik. Bu çok özel yapı onun hemen dikkatini çekti ve ilk dakikadan itibaren çok sahiplendi. Bu tür çekirdek yapılar bir bölgenin gündelik hayatına çok faydalı olacak. Bu konuda çok çaba gösterdik ve artık sona doğru gidiyoruz. Taş Mektep, Adalar'daki kültür, sanat ve yaşam ihtiyaçlarının tamamını halkla beraber gerçekleştireceğimiz bir mekan olacak. Biz artık bu tür mekanlara ‘kültür merkezi’ demek istemiyoruz. Bunun demode bir kavram olduğunu düşündüğümüz için, bunun yerine artık ‘yaşam alanları’ kavramını tercih ediyoruz. Taş Mektep de bir yaşam alanı olacak.
Esas yapmak istediğimiz şey şu; bu tür alanları İBB olarak idare etmek, yönetmek ama aynı zamanda onları halkın kullanmasına da altlık teşkil edecek şekilde yapılandırmak. Mekanın programının %60, %70'ini İBB olarak biz belirleyeceğiz. Ama tercihimiz ve istediğimiz, programın geri kalan kısmının da halk tarafından yapılması. Oradaki kolektiflerin yan yana gelerek pozitif anlamda buna katkı sağlaması ve kendi yaşam alanlarının onlar tarafından tanımlanması.
D.T.: Bu durumda, bütün sivil toplum kuruluşlarına da (STK) açık olacak herhalde.
M.P.: Bizimle çalışmak isteyen bütün arkadaşlarımızın projelerini bekliyoruz. Bize teklif etmelerini, beraber buranın programı içerisine uyumlu şekilde çalışacak projeleri bekliyoruz. Elimizden gelen imkanlarla onlara da destek vereceğiz. STK'lar ya da kolektifler ya da insanlar buluşmak isterlerse, bir etkinlik yapmak isterlerse, Taş Mektep onlara açıktır.
D.T.: Son bir sorumuz var. Çok çok vaktinizi aldık ama bu da çok önemli. Çünkü bir misyonumuz var. Biz bunu sekiz senedir dile getiriyoruz. Adalar kültürel bir geleneğe, bir medeniyete eşsiz ve istisnai bir şekilde tanıklık ediyor. Yakında askıya çıkacak 1/5000, 1/1000 imar planları var. Hepimiz oldukça endişeliyiz. Bir taraftan özel çevre, koruma diye katılımcı bir planlamayla yapılan planlar Cumhurbaşkanlığı’na da geçmiş durumda. Hemen yanı başımızda bir Yassıada örneğimiz var ve biz bu misyonları söylerken 38 ilçeden ayırıyoruz Adalar’ı. Çünkü gerçekten farklı. Biz böyle bakarken acaba siz Adalar’ı bir dünya mirası olarak görüyor musunuz?
Adalar’da iyi bir şeyler yapmak istiyorsak sebat ve sabırla olan biteni takip etmemiz gerekiyor
M.P.: Öyle bir girizgah yaptınız ki öyle görmüyorum desem... Tabii ki öyle görüyoruz ama şu tarafı var; Hem 5 binlik, hem de binlik planlar büyük bir emekle yapıldı. İBB olarak Adalar’da bugüne kadar hiç olmayan katılımcı modellerle o plan çalışmalarını yaptık. Adalar, her şeyin ötesinde zaten sit bölgesi, hassas bir alan. Maalesef, Büyükada başta olmak üzere oradalarda yaptığımız meydan ve kıyı bandı düzenlemelerini Özel Çevre Koruma Yasası’nın yeni statüsü yüzünden muradımıza erdiremedik. Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’na verilen plan yetkisi ve ilişkili alanlardaki projelerin tamamının yine o bakanlığın onayına sunulması zorunluluğundan ötürü, o süreçlerin tamamının önünü kapattılar. Biz orada çok nitelikli, çok kamusal alan destekleyici projeleri zaten geliştirmiştik ve onu da herkes gördü ve paylaştı. Ama bir iyileşme, zannedildiği gibi ameliyatlarla olabilir gibi gelmiyor bana. Bunu çok kişisel olarak söylüyorum. Bizim sebatla, ısrarla ve pozitif bir enerjiyle insanlar arasındaki dayanışmayı, saygı ve güveni büyüterek ve süreçlere inanmayı sürdürerek ilerlememiz gerekiyor. Adalar psikolojik olarak biraz yorgun ve o yüzden de biraz kızgın. Ama bizler bu süreçlerin tümünün iyileşmesinin aslında emekle olabileceğine inanmak zorundayız. Eğer Adalar’da iyi bir şeyler yapmak istiyorsak kızgınlıkla değil, sebat ve sabırla olan biteni takip etmemiz gerekiyor. Örneğin bunlardan bir tanesi; Adalar İskelesi’nin işgal halinden kurtarılması. Bir yandan Taş Mektep’i konuşuyorken, hemen yanı başımızda, kapısı kilitlenmiş... Zaten kamunun olan yerlerin kullanılmaması gibi ayıpların, bir an önce doğru odaklanmayla aşılabilecek alanlar olduğunu hatırlatmamız gerekiyor. İstanbul'un eski eser açısından da, kamusal alan kullanımı açısından da ayıpları oluşmuş durumda. Özel Çevre Koruma Yasası, bir müsilaj meselesinden yola çıkıp, Adalar’ın planlamasına bile müdahale eden bir yöntemle, usulsüzlüklerle ya da norm dışına çıkmakla son derece pervasız bir süreçle karşı karşıya olduğumuzu bize gösteriyor. Bu konuda ne yapacağını Adalılar da kent bilincine sahip insanlar da iyi düşünmeli, iyi planlamalı.
D.T.: Adalılar bu Büyükada Fayton Meydanı Kentsel Tasarım Yarışması sonrasında o meydanın ne olacağını da çok merak ediyorlar.
M.P.: Fayton Meydanı projesi de onaylandı. Yine seçimlerle geçen bir meydandı. Burası da bizim çalışmalarımız arasındaydı. Bence çok da nitelikli bir projeydi. Fayton Meydanı yarışmasının bana öğrettiği güzel bir şey var. Bazı basit doğrular için proje yapmanıza da gerek yok. Projenin kendisi zaten orada. Arıtma ve bir kamusal kullanımı hedefleyen bir projeydi. Ne yazık ki diğer alanlarda olduğu gibi o da yine aynı izin süreçlerine takılmış durumda.
N.S.: Çok teşekkür ederiz Mahir Bey. Sağolun.
D.T.: Çok teşekkürler.