Öyle bir afet ki, kayıp, kalan, mekân ne varsa yitirdiklerimiz yetmedi tutunabileceğimiz hatıralarımızı da elimizden almaya çalışıyor.
Bir yandan gidenlerin sessiz çığlığını işitiyor diğer yandan kalanların çaresizliğini görüp kederli bir suskunluğa gömülüyoruz.
Bu sessizlikten çıkmak, direnmek ve hatırlamak zorundayız…
Gidenin ve kalanın ardında bıraktığı sesleri hatırlamalı, konuşup yaşatmalıyız.
Konuşmalıyız ki, hatırlananlar, yaşanmışlıklar vücut bulsun.
O meşum depremin yaşanmasına birkaç hafta vardı. Antakya ‘da ağır deprem hasarı alan tarihi Affan kahvehanesi günün hızlı devrildiği o soğuk Aralık akşamı her zamanki hareketliliğindeydi. Mekânın müdavimleri duvar dibindeki masanın çevresine doluşmuş ellerindeki kâğıtları hırsla masaya vurdukları ateşli bir oyuna dalmıştı.
Asırlık kahvehane kendi kadar eski Malta taşı zemini, ahşap sandalye ve masaları ile yılların ses ve yaşanmışlıklarını barındırıyordu. Gürül gürül yanan odun sobasının sıcağından kaçanlar duvar dibi veya cam kenarına doluşmuştu. Dışarıdan üşümüş halde gelenler kısa süre sobanın yanında durup sonra kendilerine uygun masa bakınıyordu. Hayli yıpranmış olsa da kahvehanenin kitaplığı donanımlı görünüyordu.
Hani duvarların dili olsa da konuşsa denebilecek Affan kahvehanesinde yaşını başını almış koca koca adamlar olanca ciddiyetleriyle oyunu sürdürüyor yancı tabir edilen arkadaşları da çaylarını yudumlayıp dikkatle oyunu izliyordu.
Ne yan masadaki üniversite öğrencilerinin yüksek sesle konuşmaları ne de kahvehanenin uğultusu umurlarındaydı.
Bir kaç masa ötede sessizce kitap okuyor görüntüsü altında oynayanları izlemeye, konuşulanları işitmeye, anlamaya çabalan biri için hepsi yabancı, bir o kadar da tanıdıktı. Biten oyunun üzerinde bile dakikalarca tartışıyor, yancılardan da tartışmaya katılanlar oluyordu.
O an için hayat öylesine dar ve sığ görünüyordu ki dışarıda kıyamet kopsa umurları değildi.
Pek çoğumuz gibi beklentileri, yaşanmışlıkları ve içinde bulundukları ana dair küçük hesapları olanlardan söz ediyorum. Masanın çevresindekiler önüyle arkasıyla o anı birlikte yaşıyordu.
Hayat gibi…
Yaşanılan anın farkında bile olmadan oyuna dalıp içinden geçip gitmek ve birkaç saat sonra tüm bunları unutacağını da unutmak oyuna dâhildi.
Masadakilerden saçı başı ağarmış görece yaşlı olanı deneyimini konuşturuyor yeri geldiğinde izleyen yancılara ve oyun arkadaşlarına kendince “ayar” veriyordu. Diğerleri bu durumu kanıksamış görünüyordu. Aralarında daha genç olanın biraz da sesini yükselterek ayar veren ihtiyara karşı çıkışını kolunu tutarak engelliyor, yeni oyun isteğini dile getirip tartışmayı büyütmüyorlardı.
Kahvehaneci bile masanın raconunu anlamıştı. Temkinli yaklaşıyor, hızlıca çayları tazeleyip boşları alıyor, çağrılmadığı sürece masadan uzak durmaya özen gösteriyordu.
Her seferinde elini yeri açıp oyunu bitirenin sesli kahkahası ortamda kısa süreli sessizlik yaratıyor, bakışlar masaya dönüyor sonra yine dikkatler dağılıyor, aynı uğultu devam ediyordu.
Dışarıdan bakınca masadakilerin istek ve beklentileri çoğumuzunkinden farklı değildi.
Oyun oynuyorlardı. Oynadıkları oyunu da iyi oynamak istiyorlardı.
Başarılı olmak, kazanmak, yenilmemek, kazanamasa da durumu kabullenmek, ezilmemek, hırslı olmaya çabalamak ve dahası bunları yapmaya heves etse de masada yer bulamayıp oyunda seyirci olmak, hepsi o masadaydı.
Hayat gibi…
O masada dışarıdaki hayatın görece hayli küçük bir benzeri yaşanıyordu.
Pek çoğumuzun yaptığı gibi söylenenler kadar söylenmeyenler, elindeki kâğıdı atanın çuha masaya sertçe vurması, homurdanmalar, kendi kendine konuşmalar da sese dönüşüp kahvehanede yankılanıyordu.
Hepsi o gün oradaydı.
Sonra...
Sonra öyle bir kıyamet yaşandı ki tüm bunlar buharlaştı geriye sadece sesler kaldı.
Yaşanan afet ile doğa kendi oyununu dayattı.
Oyun ve oyuncular değişse de hayat oyunu sürüyor.
Ülkece, sanki bir başka masanın başına zorla oturtulduk ve dayatılan oyunu sürdürmeye çabalıyoruz. İçimiz yansa da kimimiz oyuncu, çoğumuz masanın yancısı rolüne bürünüp yaşananları anlamaya çabalıyoruz. İçimizden gelmese de oynuyormuş gibi yapıyoruz.
Hâlbuki insanlar, mekânlar bir anda yok olurken yaşanmışlıklar, geride bıraktığı sesler yok olmuyor.
Yeter ki hatırlayalım…
Affan kahvehanesinin bıraktığı sesler bize günlük yaşamda unutmaya çalıştığımız ölümü, yeryüzündeki yalnızlığımızı, çoğumuzun en baştan vaz geçtiği anlam arayışını ve tüm bunlarla birlikte yaşamak zorunda olduğumuzu fısıldıyor.
Deprem felaketi ile başka bir oyuna itildik. Eski oyun ve oyuncular buharlaşıverdi.
Kayıplar ve hayatta kalan yakınları bize seslerini bıraktılar. Gidenlerin ve çaresizlik içinde yas tutan kalanların bir zamanlar bıraktığı sesleri hatırlamalı, konuşup anlatmalıyız.
Aynı hayatın içinden geçip aynı oyunu oynadığımız insanlardan kalan sesleri hatırlamak, o hayatlara da vücut olmak zorundayız.
Bize seslerini bıraktılar.
Mehmet Uhri